“YURTTA BARIŞ, CİHANDA BARIŞ” YURTTA BARIŞ VE MİLLÎ DAYANIŞMA- / turkishforum – Abdullah Türer Yener
Atatürkçü düşünce sistemi, Türk milletinin iç kavgalara sürüklenmeden, millî ve sosyal dayanışma içinde kalkınmasını amaçlar. Millî beraberlik, millî bütünlük, millî dayanışma, Atatürkçü düşünce sisteminde önemli bir yer tutar.
Atatürk, Türk toplumunu teşkil eden köylü, çiftçi, işçi, esnaf, sanatkâr, sanayici, tüccar, serbest meslek mensubu, memur gibi her çeşit meslek mensuplarının ve zümrelerin, aynı milletin unsurları olarak, sosyal adalete uygun esaslar içinde, ahenkli bir tarzda işbirliği yapmalarını, bunlar arasında çıkabilecek uyuşmazlıkların, millet yararı da göz önünde tutularak çözülmesini; çatışan menfaatlerin âdil şekilde uzlaştırılmasını ve bağdaştırılmasını öngören bir temel görüşe sahiptir.
Atatürk, her toplumda olduğu gibi, Türk toplumunda da iş bölümünün zorunlu şekilde mevcut olduğunu kabul ediyor, ancak çeşitli işlerde çalışan yurttaşlar arasında sınıf kavgasının bilerek körüklenmesine karşı çıkıyordu.
1931 seçimleri sırasında, millete hitaben kendi imzası ile yayınladığı ve “Yurtta Barış, Cihanda Barış” ilkesine yer verdiği önemli bildiride, bu konudaki görüşlerini çok açık bir şekilde ortaya koymuştu: “Gaye, sınıf mücadelesi yerine içtimai tesanüdü (sosyal dayanışmayı) sağlamaktır” diyordu.
Atatürk dönemi, Türkiye’de ilk önemli sosyal kanunların kabul edildiği dönemdir. 1920’de toplanan birinci TBMM’nin kabul ettiği ilk kanunlardan biri kömür havzasında çalışan işçilerin sosyal hakları ve güvenlikleri ile ilgiliydi. Bağımsızlık Savaşı’nın en çetin günlerinde, Anadolu bozkırında toplanan yeni meclis, bu sosyal konuya eğilmişti. Sosyal haklar ve sosyal güvenlik açısından, Atatürk döneminde çıkarılan en önemli kanunlardan biri de İş Kanunu’dur.
Şüphesiz, ülkenin ekonomik gücü geliştikçe, .sosyal haklar da genişleyecekti. Nitekim öyle oldu. Ekonomik şartların değişmesi, nüfus artışı, tek partili rejimden çok partili rejime geçiş, sosyal alanda birçok yeniliklere yol açtı. Anayasalarımızda ve yasalarımızda yeni sosyal haklar yer aldı. Hür sendikacılık gelişti. Ancak, “millî dayanışma” amacı önemini kaybetmedi. 1961 Anayasası’nın başlangıç bölümünde “milli dayanışma”’ ilkesi sosyal adaletle bitlikte yer aldığı gibi; 1982 Anayasası’nın birinci maddesinde de, cumhuriyetin temel nitelikleri arasında; millî dayanışma ve adalet anlayışına yer verilmiştir. 1982 Anayasası’nın başlangıç bölümünde, “Türk vatandaşlarının millî sevinç ve kederlerde, milli varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde… ortak olduğu.” birbirlerinin hak ve hürriyetlerine. saygı göstermelerinin, birbirlerine karşı sevgi ve kardeşlik duyguları beslemelerinin gerekli bulunduğu .”Yurtta Barış, Cihanda Barış” ilkesine de yer verilerek, belirtilmiştir
Birçok araştırmacılar, Atatürk’ün milliyetçilik ve millî bütünlükle sosyal adaleti bağdaştırmaya çalışan görüşlerini, Fransa’da önemli atılımların gerçekleştirildiği Üçüncü Cumhuriyet döneminde çok yaygın olan “tesanütçülük” (solidarisme) akımı ile karşılaştırmışlardır. Bu akım, çağdaş toplumda, sınıflararası kavganın zorunlu olmadığı görüşüne dayanır. Bütün meslek gruplarının katkısıyla ve iyi düzenlenmiş sosyal kurumlarla, toplum uyum ve dayanışma içinde ilerleyip yükselebilir.
Yoksullukla, işsizlikle, hastalıkla, cehaletle, her türlü darlıkla ve sosyal ıstırapla mücadele etmek şüphesiz devletin görevidir. Atatürk, sosyal dertlere karşı kayıtsız kalınmasını da, millî bütünlüğün sert sınıf kavgalarıyla parçalanmasını da doğru görmez.
Atatürk’e göre;
“Türk toplumunu oluşturan başlıca çalışma grupları şunlardır: Çiftçiler, küçük sanat sahibi ve esnaf, amale ve isçi, serbest meslek sahipleri, sanayiciler, tüccarlar, memurlar Bunların her birinin çalışması diğerlerinin ve bütün toplumun hayat ve mutluluğu için zorunludur .
Bu duruma göre, amaç, sınıf mücadelesi yerine sosyal düzen ve dayanışmayı sağlamaktır .
Atatürk, o dönemde Avrupa’nın birçok .ülkelerini boyunduruğu altına almış olan faşizme ve komünizme karşı koymuş; “Demokrasiye Aykırı Çağdaş Cereyanlar” başlığı altında kendi el yazısı ile yazdığı sayfalarda, aşırı sağ ve aşırı soldaki kişi, zümre veya sınıf diktatörlüklerini kesinlikle reddetmiştir.
Atatürk’ün devlet anlayışı, milliyetçilik inancı, sosyal görüşleri, komünizmle ve sınıf kavgası kışkırtmacılığı ile bağdaşmaz; ama sosyal adalete ve sosyal güvenliğe .önem verilmesini gerektirir. Türkiye’de Cumhuriyet döneminin başından beri adım adım gerçekleştirilen sosyal adalet ve sosyal güvenlik tedbirleri, sınıf kavgası ve kanlı çatışmalar yoluyla elde edilmiş sonuçlar değildir. Bu tedbirler, devletin, Türk milletini kaynaşmış ve bağdaşmış hale getirme, yolundaki bilinçli çabalarından doğmuştur. Totaliter kölelik rejimlerine sürüklenmeksizin, en uzak yurt köşelerinden en çaresiz yurttaşlara kadar hiçbir kesimi ihmal etmeyen bir sosyal yapı gerçekleştirilebilir. Bunun için millî dayanışmayı yok eden sert, kanlı sınıf kavgalarına ihtiyaç yoktur. Sorunlara medenî ve demokratik yöntemlerle çare aranmalıdır.
Türk milletini oluşturan bireylerin doğum yerleri ayrı da olsa, vatanları birdir; siyasî parti rozetleri, parti bayrakları aynı da olsa ay yıldızlı bayrakları birdir; meslekleri, mezhepleri ayrı da olsa, mensup oldukları millet birdir.
Atatürk’ün ısrarla belirttiği gibi ortak bir tarihin, ortak sevinçlerin, ortak kederlerin ve ortak bir kaderin aralarında sayısız bağlar ördüğü yurttaşlar, ırk, mezhep, sınıf kavgalarıyla bölünüp parçalanmamalıdır Yurtta barış ancak böyle sağlanabilir.
CİHANDA BARIŞ
MİLLET SEVGİSİYLE İNSAN SEVGİSİNİN BAĞDAŞTIRILMASI.
Barış, insanların ve milletlerin bir arada, güven içinde yaşamaları için gereklidir. Atatürk’e göre “barış, milletleri refah vs mutluluğa eriştiren en iyi yoldur”. “Uluslararası siyasî güven ortamının gelişimi için ilk ve önemli şart, milletlerin hiç olmazsa barışı koruma fikrinde samimi olarak birleşmeleridir.”
Atatürk, büyük bir Türk milliyetçisiydi. Milliyetçiliği reddeden teori ve görüşlere hiç itibar etmemişti. Ancak, bütün başka milletleri hor gören, aşağılayan, saldırgan bir tutumu da asla benimsememişti.
Atatürk, her ülkenin yöneticilerinin asıl sorumluluklarının elbette kendi milletlerine karşı olduğunu belirtmiş; Türk milletinin şerefi, hakları, yararları söz konusu olduğunda, bunların tam bir dikkat ve titizlikle korunmasını görevlerin en kutsalı saymıştır. Ancak, engin milliyetçiliğinin özünden ve amacından hiçbir şekilde uzaklaşmaksızın, şu gerçeği de gözden kaçırmamıştır: Hiçbir millet bu dünyada tek başına yaşamamaktadır. “Dünyada ve dünya milletleri arasında huzur, anlaşma ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendisi için ne yaparsa yapsın, huzurdan yoksun kalır… En uzakta zannettiğimiz bir olayın, bizi bir gün etkilemeyeceğini bilemeyiz. Bunun için insanlığın hepsini bir vücut ve bir milleti bunun bir organı saymak gerekir. Bir vücudun parmağının ucundaki acıdan, diğer bütün organlar etkilenir” Coğrafî durumları ne olursa olsun, milletler birbirlerine birçok bağlarla bağlıdırlar. Eğer bir apartman, sakinlerinden bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin yangının etkisinden kurtulmasına imkan yoktur.
Atatürk’e göre, “insanları mutlu edeceğim diye, onları birbirine boğazlatmak, insani olmayan ve son derece üzücü bir sistemdir”
Hemen belirtelim ki, düşman güçlere boyun eğmeğe hazır, teslimiyetçi, dünya gerçeklerinden habersiz, hayalci “pasifist”lerin tulumu ile Atatürk’ün barışçılığı arasında derin bîr uçurum vardır Ne yazık ki, çağımızda da, hâla, milletlerarası ilişkilerde, kuvvetli olan hakkı ve haklıyı edebilmektedir. Bu gerçeği görmezlikten gelmek mümkün değildir. Hakkın ve haklının ezilmeyeceği bir milletlerarası hukuk düzeninin kurulmasını istemek ve bu yolda içtenlikle çaba göstermek başka şey, kendi arzularını gerçek sanan, var olmayanı varmış farz eden, ütopyacılık başka şeydir.
Atatürk, bir milletin barış içinde yaşayabilmek için, kendini savunacak güce ve iradeye sahip olması gerektiğini çok açık şekilde anlatmıştır.
“Bugün vardığımız barışın ebedi barış olacağına inanmak, safdillik olur Bu o kadar önemli bir gerçektir ki, ondan bir an bile gaflet, milletin hayatını tehlikeye sokar. Şüphesiz, hukukumuza, şeref ve haysiyetimize saygı gösterildikçe mukabil saygıda asla kusur etmeyeceğiz. Fakat, ne çare ki zayıf olanların hukukuna saygının noksan olduğunu veya hiç saygı gösterilmediğini çok acı tecrübelerle öğrendik. Onun için her türlü ihtimallerin gerektireceği hazırlıkları yapmakta asla gecikmeyeceğiz “
Atatürk, “âlemde bir hak vardır ve hak kuvvetin üstündedir” dedikten sonra, hemen şunları ekliyordu:'”Şu kadar ki, milletin haklarını anlayıp, onları savunmak ve korumak uğruna her türlü fedakârlığa hazır olduğuna dair dünyaya bir kanaat vermesi lazımdır”‘. Aynı konuda Atatürk’ün şu sözleri de hatırda tutulmalıdır:
“Hiç bir millet ve memlekete karşı tecavüz fikri beslemeyiz. Fakat varlığımızı ve bağımsızlığımızı korumak için, bir de mîlletimizin iç rahatlığı ve gönül huzuru ile çalışarak, refahlı ve mutlu olmasını sağlamak için her vakit memleket ve milletimizi korumaya gücü yeten bir orduya sahip olmak da ülkümüzdür”.
Daha Millî Mücadele yıllarında Atatürk, “insanlığı meydana getiren milletlerin her biriyle medeniyet gereklerinden olan dostluk ilişkilerini” kurmaya hazır olduğunu tekrarlıyor, fakat “benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de, bu arzusundan vazgeçinceye kadar, amansız düşmanıyım” diyordu.
Atatürk, pek çok savaş felâketi geçirmiş olan Türkiye’nin barış ihtiyacının büyük olduğunu belirtirken, barışın ancak güçlü olmakla korunabileceğine, tarafsızlıkları bütün dünyaca kabul edilmiş ülkelerin bile, ordularına ve savunmalarına büyük önem verdiklerine dikkati çekmekten geri kalmamıştı. Ancak Atatürk, savaşın facialarını herkesten iyi biliyordu:
“Ben harpçı olamam. Çünkü harbin acıklı hatlarını herkesten iyi bilirim “
“Harp zaruri ve hayati olmalı. Öldüreceğiz diyenlere karşı, ölmeyeceğiz diye harbe girebiliriz Lâkin millet, hayatı tehlikeye uğramadıkça, harp bir cinayettir”
Atatürk millet sevgisiyle insanlığa karşı görev duygusunu bağdaştırmayı bilmişti. “Millete efendilik yoktur. Millete hizmet etmek vardır” diyen Atatürk, kendi milletine ve insanlığa dürüst, akıIlı bir şekilde hizmet eden kişilere, derin ve içten bir saygı duyardı. Onun gözünde, hayatta kişiyi mutlu edecek şey, “kendisi için değil, kendisinden sonra gelecek olanlar için çalışmaktı”. “Hayatta tam zevk ve mutluluk, ancak gelecek nesillerin şerefi, varlığı, mutluluğu için çalışmakta bulunabilir” diyordu. Ona göre, “ancak kendilerinden sonrakileri düşünebilenler, milletlerini yaşama ve ilerleme imkânlarına kavuşturabilirler”di
İnsanlığın sorunlarına büyük bir ileri görüşlülükle ve seziş gücü ile bakan Atatürk, henüz Birleşmiş Milletler’in, UNESCO’nun ve benzeri kuruluşların ortada olmadığı, gelişme halindeki ülkelerin kalkınmasının dünya ülkelerinin tümü için taşıdığı önemin bilinmediği, Kuzey – Güney diyalogundan bahsedilmediği, evren içinde küçük bir zerreden ibaret olan dünyamızdaki bütün insanların, bazı konularda ortak tehlikelerle karşı karşıya olduklarının ve ortak menfaatlere sahip bulunduklarının yeterince anlaşılamadığı, sömürgeciliğin dünyanın yarısına egemen olduğu bir dönemde, şunları söylüyordu:
“İnsanları mutlu etmenin tek yolu, onları birbirine yaklaştırarak, onları birbirine sevdirmektir” “Şuna da inanıyorum ki, eğer devamlı barış isteniyorsa, kütlelerin vaziyetlerini iyileştirecek milletlerarası tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın bütününün refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir Dünya vatandaşları, kıskançlık, aç gözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir”.
Sömürgeciliğin yeryüzünden er geç silineceğini belirten; “Yurtta Barış, Cihanda Barış” ilkesiyle geleceğe ışık tutan Atatürk, çağının ilerisinde bir liderdi. Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilâtı (UNESCO), doğumunun 100. yıldönümünde, Atatürk’ü anma kararı alırken şöyle diyordu;
“Kemal Atatürk, dünya milletleri arasında devamlı barış ülküsünün ve karşılıklı anlayış ruhunun olağanüstü bir öncüsüdür. Bütün hayatı boyunca insanlar arasında hiçbir renk, dîn ve ırk ayrımı tanımayan bir ahenk ve işbirliği çağının açılması uğrunda çalışmıştır.”
Daha 1938 yılında, bugünkü Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’nın öncüsü olan “Milletler Cemiyeti” (Cemiyet-ı Akvam), Atatürk hakkında “barışın dâhi hadimi” deyimini kullanmıştı.
Atatürk, bir yandan kendi milletinde milli duyguyu, milli dayanışmayı, kendine güveni, Türk olmanın öğüncünü güçlendirip kökleştirirken, bir yandan da bütün insanlığın hayranlığını kazanmayı bilmişti.
Türk milleti Atatürk’ten bu yana, tarihindeki en uzun barış dönemini yaşadı. Onbeşinci yüzyıldan 20. yüzyılın başına kadar Osmanlı Devleti ortalama her yüzyılın 60 yılını savaşarak geçirmeğe mecbur olmuştu. 1450-1900 yılları arasında ortalama olarak, iki yıl barışa karşı üç yıl savaş düşmektedir. Osmanlı İmparatorluğu tarihinde en uzun barış dönemi, 1739’dan 1768’e kadar, sadece 29 yıl sürmüştü. TBMM Hükümetinin kuruluşundan önceki yarım yüzyıla bakacak olursak, devletimizin bu kısa sürede 7 ayrı savaş vermeye mecbur bırakıldığını görürüz. 1876’da Sırbistan-Karadağ’a, 1877-1878’de Rusya ve Romanya’ya, 1897’de Yunanistan’a, 1911-1912’de İtalya’ya, 1912-1913’de Balkan devletlerine, 1913’de yeniden Bulgaristan’a, 1914-1918’de Rusya, İngiltere ye Fransa’ya karşı savaşmak zorunda kalan Osmanlı Devleti, bu yedi savaş dışında, Bosna-Hersek’te Avusturya-Macaristan’ın (1878), Tunus’ta Fransa’nın (1881), Mısır’da İngiltere’nin (1882) giriştikleri işgallere -güçsüz kalmış olması sebebiyle- askerî bir karşılık veremeden katlanmaya mecbur olmuştu.
Bağımsızlık savaşının kazanılmasıyla varlığını, şerefini, yaşama hakkını kazanan yüce Türk milleti, Cumhuriyetten bu yana millî tarihinin en uzun barış dönemini yaşamıştır. Kalkınmasını barış içinde sürdürmeğe çalışmaktadır.
Atatürk’ün evrensel etkisi de büyük olmuştur. Atatürk, bağımsızlık önderi, çağdaşlaşma önderi ve dünya barışına hizmet etmiş büyük bir devlet adamı olarak, çağımıza damgasını vurmuştur.
Pakistanlı Profesör Nayyar Wasty’nin şu sözleri gerçeğin ifadesidir:
”Atatürk sadece Türkler için değil, bağımsızlık mücadelesi yapan bütün milletlerin ilham kaynağı olmuştur. Atatürk’ün güttüğü politikanın etkileri Doğu’da, özellikle benim ülkemde duyulmuştur. Atatürk’ün yolundan giderek Hindistan dahil olmak üzere, bütün Asya esaret zincirlerini kırmış ve Pakistan bu sayede var olmuştur”
Pakistan’ın kurucusu Muhammed Ali Cinnah, Atatürk’ün ölümü üzerine verdiği demeçte “Yalnız İslâm alemi değil, bütün dünya, tarih boyunca yaşamış en büyük insanlardan birini kaybetti” demiştir.
Pakistan’ın daha sonraki Cumhurbaşkanlarından biri de Atatürk’ü şöyle değerlendirmiştir
“O, gelmiş geçmiş bütün çağların en büyük adamlarından biridir. O, yalnız Türk milletinin sevgili lideri değildi. Dünyadaki bütün Müslümanlar gözlerini sevgi ve hayranlık hisleriyle O’na çevirmişlerdi O, Müslüman dünyasında yeniden uyanış istikametinde ileriye doğru cesur bir adım atan bir avuç insandan biri idi”
Endonezya’nın bağımsızlık lideri Sukarno’dan Tunus’un bağımsızlık önderi, Burgiba’ya kadar pek çok siyasî lider, Doğulu ve Batılı sayısız bilim adamı, Atatürk’ün, ölümünden sonra da devam eden evrensel etkisini belirtmişledir. Şair Behçet Kemal Çağlar, Atatürk’e, ölümünden yıllarca sonra şu sözlerle seslenirken bir gerçeği dile getiriyordu:
“Doğrulup gidiyorsun yeryüzünde yeniden
Her silkinen, kalkınan, kurtulan ulusla sen
Tıpkı ilk sesin gibi Samsun’dan Amasya’dan
Son sesin yükseliyor Afrika’dan, Asya’dan”