Sesimiz daha gür çıkmalı 29.11.2021 – ZAFER ARAPKİRLİ /TURKISHFORUM – ABDULLAH TÜRER YENER
Kritik günler bu günler.
İçinden geçmekte olduğumuz dönemi kast ediyorum.
Birkaç günlük dönem değil kastım.
“Tarihi bir değişim ve dönüşüme gebe” olan ülkemizin dört bir yanından gelen haberlerden, bu toprakların mağdur milyonlarının da artık bu değişimi iyice kavramaya başladığını da söyleyebiliriz.
Hayat pahalılığından ve bırakınız yoksulluğu, açlık sınırının da altında bir yaşama mahkûm edilmiş olmanın etkilerini, her geçen gün daha da fazla hissetmeye başladı insanlar. “Kendi yağında kavrulma” tabirinin bile artık sözlüklerden yırtılıp atıldığı bir dönem bu. Kavrulacak yağ da kalmadı.
Bir simitin 3,5 TL, bir ekmeğin 4 TL’den satılmaya başlandığı, un, yağ, şeker, kahve gibi bazı temel ürünlerin marketten “kota ile” alındığı, yani “yokluk” rüzgarının esmeye başladığı, cadde ve sokaklarında lokantaya, cafe’ye, artık ya “hali vakti yerinde” kesimin ya da turistlerin (özellikle de Arap turistlerin) gidebildiği günlerden geçiyoruz.
Bir ekmeği 25 – 50 kuruş daha ucuza alabilmek için, insanların saatlerce kuyrukta beklediği, doğal gaz faturasını düşük tutabilmek için komşuya, akrabaya yapılan ziyaretlerin uzatıldığı, çıkışta da mümkünse yakındaki bir AVM’de filan bolca (tabii ki vitrinlere sadece bakıp yutkunarak) vakit geçirildiği günler bunlar.
Peki, “öteki” cenahta neler oluyor?
Aslında hepimiz biliyoruz neler olduğunu o azınlığın… TL’nin değerinin (artık kasıtlı olduğuna ilişkin güçlü emareler belirecek şekilde) düşürüldüğü bir ortamda, değerli paralara ve altına yatırım yapabilen ve bu sayede katlanarak zenginleşen, utanmazca, arsızca zenginleşen ve bir kaç saatte 5 – 10 – 30 kuruş hatta 50 kuruşluk artışlarla hem TL hem de dolar zengini olan bir kitle bunlar.
Arabasına koyacak yakıt bulamadığı için otobüs duraklarında sabah ayazında bekleşenlere inat, her biri 1, 2, 3 milyonluk lüks araçlarıyla insanlara adeta nanik yaparak geçen bir güruh. Lüks bir markanın en son modelinin piyasaya çıktığı gün, 200 tanesini birden sipariş verebilen bir hırsız güruhu.
Evet “hırsız” diyorum. Çünkü çalmadan çırpmadan, bu kadar kısa sürede ve bu kadar kolayca elde edilebilecek bir avantaj değil bu.
Bütün bunlar olup biterken, iktidarı ellerinde tutanların da giderek hırçınlaştıklarına tanık oluyoruz. Devletin gücünü yasadışı biçimde kullanarak, her şikayet edeni, her itiraz edeni ve her sesini yükselteni ezmeye, yaralamaya, kafasını kırmaya, içeri tıkmaya çalışan bir iktidar anlayışı hâkim oluyor ülkeye.
Zaten itirazdan “fıtratı gereği” hoşlanmayan ceberut zihniyet, “Açlıktan” yakınan ve “Geçinemiyoruz” diye haykıranların üzerine, “Sokakta kaldık barınamıyoruz” diyenlerin üzerine bile utanmazca, “sopa ile” gidiyor. Anayasal ve yasalardan kaynaklı haklarını kullanarak açlığı ve yoksulluğu protesto etmek isteyenlere adeta “terörist” muamelesi yapacak kadar küçülüyorlar.
Sokaklara irili ufaklı gruplar halinde dökülmeye başlayan vatandaşlara yaptıklarının yanısıra, muhalefet partilerinin ve sivil toplum kuruluşlarının da etkinliklerine şiddet kullanılarak müdahale ediliyor.
CHP’nin mitingine (hem de AKP Genel Başkanı’nın yaptığı yerde) izin verilmezken, Türk Tabipleri Birliği’nin hak arayışı yürüyüşüne de polis engel olmaya çalışıyor. Milletin polisi olması gereken bir memur, doktorarın önüne gövdesini siper ederek “Müsaade etmiyorum” diyerek hem yasaları çiğniyor, hem de “İktidan partisinin polisi” gibi davranabiliyor. Bu tür zamanlara has tipik bir “Parti devleti” refleksi.
Ama, bütün bunların “iktidar cenahındakilere” öğretmesi gereken bir şey var.
Bu günlerin sonu gelmekte.
Yarın, iktidar değiştiğinde (ki er ya da geç bu gerçekleşecek) bu halkın arasında nasıl dolaşacaklar? Hükümet’e değil Devlet’e, bir avuç iktidar mensubuna değil de millete hizmet etmekle yükümlü, maaşını da milletin vergilerinden alan kamu görevlileri, bugün yaptıkları yasa dışı işlerin hesabını yarın nasıl verecekler?
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu hafta sonunda (mealen şöyle) açıkladı:
“Kamudan pek çok yerden, bugünkü iktidarın yolsuzluklarına ve yanlışlarına ilişkin pek çok bilgi – dosya gelmeye başladı bile”
Bunun daha da teşvik edilmesi ve büyüyerek devam etmesi gerekiyor. Kamu görevlisi, bu milletin “hizmetkârı” olduğunu, yani “Milletin Efendisi – sahibi” gibi davranan birilerine körü körüne hizmet etmesinin, itaat etmesinin yanlış olduğunu kavramalı artık. Zaten yasalarla güvence altına alınmış bulunan “Tarafsız hizmetkarlık” anlayışına sıkı sıkıya sarılmalı.
Olup bitene, yapılan yolsuzluk ve hırsızlıklara dair ne biliyorsa, bunu gerek “vicdanlı ve onurlu, kalemini mikrofonunu – ekranını satmamış” medya ile, gerekse muhalefet partilerinin ilgili birimleri ile paylaşmalı.
Bunun bir “ispiyonculuk faaliyeti” olmadığını, bunun bir “devlete ihanet” faaliyeti olmadığını, bunun bir “ihbarcılık” olmadığını tam tersine Devlet’i “korumaya” dönük bir refleks bir görev olduğunu anlamalı.
Çalınanın, har vurulup harman savrulanın birilerine peşkeş çekilenin, aslında senin, benim, onunu, ve tabii kendisinin cebinden “götürüldüğünü” hatırlamalı.
Eline emperyalist batılı güçler (en başta da ABD ve İngiltere olmak üzere uluslararası kirli kapitalist sermaye) tarafından eline tutuşturulan milyarlarca dolarlık bavulla kapımızı çalan ve adeta “dampingli Kara Cuma satışlarına gelir gibi, Ankara’ya koşuşturan” Arap şeyhlerine, sultanlarına, emirlerine, bu ülkenen en değerli varlıklarının peşkeş çekiliyor olma ihtimaline karşı herkes uyanık olmalı.
Geçmişte Türk Telekom gibi stratejik bir varlığın bir Arap ailesine peşkeş çekildiği gibi, yine geçmişte Tank Palet Fabrikasının yine bir başka Arap ailesince “ham yapılmasına” göz yumulduğu gibi, bugün de belki ASELSAN gibi son derece stratejik bir varlığın, aynı bölgeden (arkasında kimlerin olduğu malum) sermayeye “altın tabakta sunulması”na izin verilmemeli.
ASELSAN konusunda bu tür tüyler ürpertici söylentilerin doğru olmadığı, ülkeyi yönetenlerce bir an önce açıklanmalı, aksi takdirde yani açıklanmadıkça, şu “şayia”nın gerçekleşme ihtimalinin teyidi olarak algılanacağını da belirtmek lazım.
Gün, uyanık olmak ve birilerinin “giderayak” evin altınlarını gümüşlerini de yabancılara pazarlamasına izin vermemek zamanıdır. Gün, gizli mahfillerde, kapalı kapılar ardında, merdiven altlarında dönen her türlü pis oyunu bozma ve faş etme günüdür.
İzin vermemeliyiz.
Korkmadan, aslında yaptığımızın bu ülkeye ve değerlerine, en başta da ülkenin gerçek sahibi olan geniş yoksul kitleler olarak kendimize sahip çıkmaması gerektiğini hiç unutmamalıyız.
O yüzden “sokağa dökülmeye karşıyım” gibi ilkel ve pasifist görüşlerin yayılmasına da isteyerek ya da istemeyerek hizmet etmemeliyiz.
Sokak dediğin şey, yani barışçıl protesto eylemi, yıkmadan dökmeden, yakmadan kırmadan yapılacak gösteriler, “yasal bir hak” ve “anayasa ile güvence altına alınmış bir özgürlük”tür. Bu hak ve özgürlüğü “silahlı terör eylemi” veya “yıkıcı eylem” gibi sunmalarına karşı direnmeliyiz.
Tabii ki örgütlü ve mümkün olduğunca güçlü ve büyük yapıların öncülüğünde, yani siyasi partiler demokratik kitle örgütleri, sendikalar gibi yapıların örgütlemesi ile yapılmalıdır kitlesel gösteriler ve mitingler.
Ama her mahalle, her sokak her cadde, her fabrika, her atölye, her ofis, sesimizi çekinmeden yükseltmemiz gereken doğal yerlerdir. Bunu unutmamalıyız.
Gün, “itiraz sesini daha yüksek bir volümde yükseltme” günüdür.
Ezenin, sömürenin çalanın çırpanın ve üstüne üstlük milleti aşağılayanın sesinden daha da gür çıkmalı sesimiz.
Bu, hem bir hak hem de tarihi bir görevdir.
Yarın bir gün torunlarımız, bize “O günlerde sen ne yaptın dede/nine?..” diye sorduğunda, başımız dik yanıt verebilmek istersiniz değil mi?