Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu: Türkiye’nin, Kürt Meselesini Bilimsel Olarak Araştırması Lazım /turkishforum – Abdullah Türer Yener
Türk Yurdu: Hocam, ‘Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar’ isimli çalışmanız Türkiye’de kimlik tartışmalarının en sıcak olduğu bir dönemde yayınlandı ve büyük ilgi gördü. Siz, eserinizin günümüzde yaşanan kimlik tartışmalarına nasıl bir boyut kazandırdığını ve nasıl bir etki yarattığını düşünüyorsunuz?
·Evet, Türkiye’de özellikle son birkaç yıldır etnik kimlik üzerine önemli tartışmalar var. Bunların bir kısmı Avrupa Birliği’nden gelen isteklere bağlı olarak, bazı kimliklerin Türkiye’de baskıdan kurtulamadığı şeklindeki bir anlayışın tezahürü olarak ortaya çıkıyor. Buna bağlı olarak da devlet idaresinde bulunanların, âdeta bir etnisite yaratır tarzda konuşmalar yaptıklarını görüyoruz. “Lazı, Kürdü, Çerkezi vs.” gibi. Devlet adamlarının böyle şeylerden özellikle kaçınması gerekirken böyle bir sıkıntı yaşanıyor Türkiye’de ve bir üst kimlik-alt kimlik meselesi sürekli tartışılıyor.
Aslında belki bu, daha önce tartışılması gereken bir konuydu. Belki sümenaltı edilmişti, fazla konuşulmuyordu. Fakat eninde sonunda konuşulacağı belliydi. Çünkü tâ Lozan’dan başlayan bir süreçti bu. Dolayısıyla belki günümüze rastladı. PKK’nın Türkiye’de yaşayan Kürtleri ne kadar temsil ettiği tartışılır olsa da, son siyasi gelişmeler Türkiye’de radikal bir Kürt milliyetçiliğini ortaya çıkardı. Tabii buna karşılık da bir tepki meydana geldi. Ülke bir iç çatışmaya doğru sürüklenmeye başladı.
Evet, gerçekten de tam o sırada işte bu çalışma ortaya çıktı ve insanlar birdenbire büyük bir ilgi duymaya başladı. Buna Kürtler de dahildi. Çünkü bu çalışmada hem Kürt hem de Türk aşiretlerini görebilmekteydik. Bundan dolayı kitabın bu dönemde çıkmış olması gerçekten önemli idi. Bir de bu çalışmanın ana kaynağı 500 yıl öncesine ait Osmanlı vergi kayıtları oluşturmuştur. Dolayısıyla bir etnisite derdi olmayan, defterlerden, kaynaklardan elde edilmiş verilerdi bunlar ve haliyle inandırıcılığı çok yüksekti. Bunun da etkisi tabi ki oldu bu kitaba doğru yönelişte.
Nitekim ismiyle açılan siteye, son iki aylık dönemde sadece IP olarak 833.000 giriş yapıldı. Aynı IP’den birden fazla girenleri hesap ederseniz bu sayı birbuçuk milyonu aşıyor. Kitap ise 3000 adet basılmıştı, iki buçuk-üç ay gibi kısa bir sürede tükendi. Pek çok kişi de edinemediklerini, alamadıklarını söyleyerek şikâyette bulundular. Bu şunu gösteriyordu; gerçekten insanlar kendi geçmişlerini, kökenlerini, kimliklerini öğrenmek istiyor. Zira biliyorsunuz Türklerde, Türk tarihinde bir şecere tutma veya nüfus kayıt sistemi yok. Sadece kulaktan dolma şeyler ve en çok büyük dedenizi bilirsiniz, onun anlattıklarını bilirsiniz.
Bir de tabi şunu eklemem lazım: Cumhuriyet döneminde Soyadı Kanunu çıktığında soyadları verilirken memurların işgüzarlıkla eski lakapları kullanmak yerine kafalarından uydurup aynı aileden olanlara bile farklı soyadları verdikleri malum. Bu da tabii sonraki dönemlerde kişilerin soy bağlarını neredeyse tamamen kopardı. Hatta aynı ailenin içerisinde bile kopmalar meydana geldi. İşte bundan dolayı da gerçekten bir kimlik bunalımı ortaya çıktı. Bir sıkıntı yaşanıyordu ve böyle ortamlar toplum içerisindeki düzeni bozmak isteyen birtakım kesimlerin çok işine yaramıştır. İşte bu kitap biraz da buna karşı olan ama somut ve sağlam kaynaklara dayalı bir biçimde bir bilimsel çalışma olarak ortaya çıktı.
Gerçekten de kitabın çıkmasının ardından çok ilginç sonuçlarla karşılaştım. Söz gelimi Türkiye’de Kürtçe konuşan birçok aşiret mensubu, aşiret reisi beni aradı ve gerçekten memnun olduklarını teşekkür ederek bildirdiler. Bunun ülke bütünlüğü açısından da çok büyük bir önemi vardır. Mesela Rışvanlar olsun, Şavak aşireti olsun, Karaulus olsun, Zeydanlar olsun, İzolular olsun. Osmanlı kayıtlarında bunların hepsi Türkmen olarak görülüyor. Bunların hepsiyle birebir konuşmalar yaptım, onlar beni aradılar ve son derece inandırıcı bir biçimde, tatmin olduklarını bildirdiler. Hatta toplantılarına da davet ettiler.
Zannediyorum ki, bu kitabın etkisi şundan kaynaklanıyordu: Kitapta Kürtler reddedilmiyordu ama Kürtleşmiş Türkler ayırt ediliyordu. Hatta aslında Kürt olup da bugün Türk aşireti olarak bilinenler, Türkleşmiş olanlar da vardı içerisinde. Ve tabii bin senedir aynı coğrafyada yaşayan insanların aslında nasıl birbiriyle iç içe girdiklerini gösteren önemli ve tarafsızca yazılmış bir kaynaktı. Çünkü benim tarafımdan herhangi bir şey eklenmedi, sadece vergi kayıtlarındaki bilgiler aktarıldı. Mezraalarına, köylerine, yaylaklarına, kışlaklarına kadar kayıtlı olan ve bunların hangi vergi defterinden, hangi sayfasından ve kaç tarihli defter olduğu da belirtilmek suretiyle bir liste halinde verildi bilgiler. Bu sebeple de inandırıcı oldu gerçekten.
Türk Yurdu: Hocam çalışmanız 1453 – 1650 arasındaki ikiyüz yıllık bir dönemi kapsıyor. O dönemin topluluk adları olan cemaat, oymak, aşiret gibi kavramların günümüzdeki yeri, önemi nedir? Bu kavramlarla bugünün meselelerini anlayabilir miyiz?
·Şimdi aslında aşiret Arapça bir kelime, keza cemaat kelimesi de. Sadece oymak kelimesi Türkçe. Fakat Osmanlı döneminde genelde aşiret ve cemaat kelimeleri çok kullanılmış. Bir de taife kullanılmış ki, biliyorsunuz taife de Arapça. Tabii boy kelimesini de kullandık biz kitapta. Fakat Osmanlı belgelerinde yer alan cemaat veya aşiret kelimesini de kullanmak durumunda kaldık haliyle. Onun için kitabın üzerine aşiret, cemaat ve oymaklar dedim. Aşiret cemaatten biraz daha büyük, daha teşekküllü, daha kalabalık bir grubu ifade ediyor. Cemaat ise aşiretin içinden bölünmüş, gruplara ayrılmış daha küçük çaplı bir grubu temsil ediyor. Yani şöyle söyleyebilirim; bir iki aileden başlar yüzelli-ikiyüz elli çadıra kadar gidebilir cemaatler. Bu cemaatler bir aşiretten kopmuş fakat o aşirete bağlı (tabii aşiret de bir boydan kopmuş nitelikte), çoğu zaman devlet tarafından yönetimine atanan kişinin ismiyle anılan bir nitelik taşıyor. Mesela diyelim ki, İzzettin cemaati diyor, İzzettin Beyin başkanlığındaki grup anlamına geliyor bu. Dolayısıyla onun bağlı bulunduğu aşiret veya boy çok daha büyük. Oymak ise bugünkü anlamında aile anlamına geliyor. Baba çocuklarla beraber birkaç çadır yapabiliyor. Bunlar konup göçüyorlar tabii; bunlara da oymak adı veriliyor.
Şimdi bu durum neyi ifade ediyor? Siz diyelim ki aşiretinizi bilmiyorsunuz. Ama oturduğunuz köyü, mezraayı veya yaylak-kışlakı biliyorsanız, bu isimleri sorguladığınızda eğer ismi değişmemişse o bölgede hangi aşiretin yaşadığını öğrenebiliyorsunuz. Osmanlı döneminde yaylak ve kışlaklar belli aşiretlere, cemaatlere tahsis edilmiştir. Orada başka aşiret yaşayamaz. Dolayısıyla, bu yolla yüzde 99 itibariyle aşiretinizi-cemaatinizi bulmuş oluyorsunuz. Veya aksi de olabilir. Diyelim ki bir lakabınız var, Hacı Veliler diyorlar size. Hacı Veli’yi sorguladığınızda karşınıza geliyor. Tabii bunların bu mezra ve kışlakları belirtilirken bunların hangi il, ilçe veya sancak dahilinde olduğu da belirtildiğinden diyelim ki, Türkiye’nin pek çok yerinde Hacı Veliler olabilir, bunun sizin yaşadığınız bölgeye de bakarak hangisi olduğunu, kendi aşiretinizin olup olmadığını veya ailenizin ta o zamana kadar uzanıp uzanmadığını öğrenebiliyorsunuz.
Türk Yurdu: İki yüz yıllık bir dönemin kaynaklarına dayanıyorsunuz. O dönemle bugünki durum arasında bir kıyas yapabilir misiniz; o günden bu yana Anadolu’nun etnik yapısı nasıl bir değişime uğradı?
·Bugün Türkiye’de yaşayan tüm nüfus bu konar-göçerlerden ibaret değil. Benim yaptığım çalışmada yerleşik halk yok. Dolayısıyla bu gördüğünüz aşiret ve cemaatler bütün Anadolu halkını kapsamıyor. Yerleşik olanlar genellikle şehirlerde yaşadıkları için bunların boyunu vs. tespit etmemiz mümkün olmadığından bunlara girmedik. Ayrıca şunu da unutmamak gerekir. İmparatorluğun toprak kaybıyla beraber içe doğru göçlerin başladığı dönemlerle bağlantılı olarak önemli bir nüfus Balkanlardan ve Kafkaslardan Anadolu’ya gelmiş ve Anadolu’nun değişik yörelerine yerleştirilmiş. Haliyle bu aşiret ve cemaatlerin dışında Anadolu’nun bugünkü nüfusunu meydana getiren önemli bir grup da Balkanlar ve Kafkasya’dan gelen göçmenlerdir. Ama şurası da muhakkak, sözü edilen bu aşiretler de aslında aşağı yukarı bugünkü bölgelerde yer alıyorlar. Fakat I. Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin isyanıyla birlikte, Anadolu’da yaşayan Ermeni ve Rumların bir kısmı Anadolu dışına, Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışına çıkınca, onların boş bıraktığı yerlere de değişik yörelerdeki Yörük grupları nakledilmiştir. Mesela Bitlis’e diyelim ki Hasanîler gönderilmiştir. Ama bunlar Konya’dan gitmiştir. Dolayısıyla sonraki dönemlerdeki nüfus değişikliğini de göz önüne alacak olursak, bütün bu aşiretlerin tümünün bulundukları yerlerde kaldığını da söyleyemeyiz. Fakat çok büyük bir grubu, diyelim ki yüzde 90’ı, bulundukları yaylak ve kışlaklara yerleştirilmiştir, 19. Yüzyılda. Dolayısıyla yani bugün onları orada bulduğunuz zaman bunu yadırgamamanız gerekir. Ha bulamayanlar olursa, (diyelim ki, falanca lakaplı kişi kendini bulamazsa) Anadolu’da yokmuşum dememesi gerekiyor. Çünkü yerleşik olabilirler.
İkincisi Yörük olarak Balkanlardan gelenler de kendilerini bulamayacaklardır burada. Ama vaktiyle Anadolu’da kalmış akrabalarını bulabilirler. Çünkü Rumeli’ye ilk nakledilişlerinde bütün aşiret nakledilmiyor. Diyelim ki, Kocacık Yörükleri Ankara ve Konya bölgesinde yaşıyorlar. Bunlardan önemli bir kısmı Rumeli’ye nakledilmişler. Kocacık Yörükleri defterleri var. Ama bir kısmı da Ankara ve Konya bölgesinde kalmışlar. Hani Atatürk’ün de aşireti, Yörük grubunun yer aldığı Kocacık Yörükleri. Ama mesela buraya baktığınızda Kocacık Yörüklerini görebiliyorsunuz, Ankara ve Konya’da. Bir de bu tarafı var.
Türk Yurdu: Hocam, Türkiye’nin etnik açıdan bir mozaik olduğunu ileri sürenler, genellikle şunu iddia ediyorlar; “Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulurken Anadolu’nun o dönemdeki kozmopolit yapısı dikkate alınmadığı, Cumhuriyet Türklük üzerine bina edildiği için Anadolu huzur bulmuyor.” Siz bir tarihçi olarak ne düşünüyorsunuz; Osmanlı’nın dağılışının ardından Anadolu’da Türk kimliğini esas alan bir milli devletin kuruluşunun dışında bir alternatif var mıydı?
·Hayır, öyle bir şey söz konusu olamazdı. Çünkü Lozan Anlaşması için masaya oturulduğu zaman, özellikle Batı Dünyası bir defa Anadolu’da yaşayan Rumların Birleşmiş Milletler kararı çerçevesinde mübadeleye tâbi tutulmasını istediler. Yani Yunanistan’daki Türklerle Anadolu’da yaşayan Rumlar’ın değişimini öngördüler. Bunu önce Yunanlılar kabul etmişlerdir, en son kabul eden Türkiye’dir. Tabii ki bu mübadele sırasında da bütün bu bölgelerdeki Rumlar Yunanistan’a gitmişlerdir, hatta Hıristiyan Türkler bile gönderilmiştir. Haliyle Yunanistan’daki Türkler de Anadolu’ya gelmişlerdir. Keza Girit elden çıktığı zaman Girit göçmenleri de gelmiştir, Balkanlardan da gelmiştir, Kafkasya’dan da Türkler gelmiştir. Yani şöyle düşünün; İmparatorluk genişlerken dışarıya doğru nüfus nakletmiş, çekilirken de içeriye doğru nüfus almış.
Ha şimdi burada bir husus var. İçeriye gelen nüfusun tamamı Türk unsurlardan oluşmuyordu. Boşnaklar da vardı, Arnavutlar da vardı, Gürcüler de vardı. Ama bunlar Müslümandılar ve benimsedikleri için bu ülkeye geldiler, orada kalmadılar. Yani şöyle düşünün; Gürcü asıllı Müslümanlar Anadolu’da yaşamak istediler; Gürcistan bölgesinde, Rusya tarafında kalmak istemediler. Şimdi bunları etnik grup olarak görecek miyiz, görmeyecek miyiz? Şimdi mesele bu değil demek ki. Aslında buraya gelen ne Arnavutlar, ne Boşnaklar, ne Gürcüler bir problem yaratmadılar.
Lozan’da Batı Dünyası’nın Türklerden istedikleri bir şey daha vardı. Kürtlerin etnik bir grup olarak adlandırılması konusunda ısrarcı davrandılar. Türk heyetinin, Kürtlerin kesinlikle bir etnik grup olarak adlandırılmasını kabul etmediklerini görüyoruz. Rıza Nur Lozan’la ilgili kitabında “Onlar bizim gibi Müslüman insanlardır ve etnik bir grup olarak görülemez. Biz kız aldık kız verdik” diyor. Dolayısıyla onları etnik grup olarak kabul etmiyorlar, hatta masadan kalkabileceklerini söylüyorlar. Nitekim hatta görüşmelere ara da veriliyor bu yüzden ve sonuç olarak Batı bunu kabul etmek durumunda kalıyor.
Ama günümüzde AB süreci içerisinde aynı düşünce, aynı fikir Türkiye’ye yine kabul ettirilmeye çalışılıyor. Tabii Irak’ta meydana gelen, Ortadoğu’da meydana gelen olayların bir parçası aslında bu. Yani PKK’nın ortaya çıkarılışı, ABD’nin Irak harekatı ve orada bir Kürt devleti kurulmaya çalışılması. Bugün Türkiye’deki çatışmaların temelinde de bu var. Bugün kendilerini Kürt olarak tanımlayan vatandaşlarımızın yüzde kaçı ayrılıkçı veya kendisini ayrı bir etnik grup olarak görmek istiyor? Türkiye’nin bunu net olarak kesinlikle araştırması lazım. Yani bu sorunun ne olduğunu anlayabilmesi için de çözüm getirebilmesi için de bunu bilmesi lazım. Nitekim 1967’lerden itibaren Türkiye’de nüfus sayımlarında ana dil de sorulmuştur. Mesela 1975 yılında ana dilim Kürtçedir diyenlerin sayısı 1.300.000 kişi. 1980 yılında ana dilim Kürtçedir diyenlerin sayısı 1.900.000 kişi. Toplam nüfus 44.000.000. 1975’de 300.000 kişi Kürtçeden başka dil bilmiyorum diyor. 1980’de 600.000 kişi Kürtçeden başka dil bilmiyorum diyor. Ha bir de şu var: 1980 yılındaki istatistiklerde nüfus sayımında 500.000’e yakın insan da diyor ki; ana dilim Türkçe ama Kürtçe de bilirim diyor. Şimdi bugün hakikaten Kürt olduğunu ifade eden vatandaşlarımızın hangi ölçüde neyi arzu ettiklerini muhakkak ki bilmemiz gerekiyor. Bu araştırmayı doğrudan doğruya halkla birebir yapacaksınız, derneklerle değil.
Türk Yurdu: Osmanlı zamanında, Kürdistan olarak tabir edilen bir bölgenin varolması, bugün bazı etnik taleplere dayanak yapılıyor. O zamanki “Kürdistan” siyasi bir sınırı mı, coğrafi bir bölgeyi mi ifade ediyordu?
·Kürdistan diye adlandırılan bir bölge vardı. Kürdistan denilen bölge Osmanlı döneminde bugünki Irak’ın kuzeyindeki Süleymaniye’den Elcezire’ye kadar, yani bizim Hakkâri bölgesine kadar gelen ve İran tarafındaki Luristan bölgesidir. Haritalarda da böyledir. Diyarbakır bölgesiyle ilgili hiçbir zaman Kürdistan tabiri söz konusu bile değildir. Diyarbakır vilayeti diye geçer veya Amid olarak adlandırılır. Amid de Türkçe bir kelime değil. Yani Araplar tarafından konulmuş bir kelimedir. Yani dolayısıyla bunların hiçbir geçerlilikleri yok. Aslında bunun için, Türkiye’de belki Fransa’da, İngiltere’de ve Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğu gibi bir Kürdoloji Enstitüsü’nün olması lazım. Kürt Dili Edebiyatı bölümünün değil, Kürdoloji Enstitüsü’nün olması lazım.
Türk Yurdu: Her ne kadar ülkeye huzur getirmeyi vaad etse de, Türkiye’de ayrışmayı hızlandıran bir açılım sürecini yaşıyoruz. Siz Osmanlı’dan bugüne Anadolu’nun yapısını iyi bilen biri olarak, Türkiye’de milli birliğin nasıl sağlanabileceğini düşünüyorsunuz? Açılım projesiyle ilgili hükümete tavsiyeleriniz neler olurdu?
· Etnik kökenine bakmaksızın insan hakları ve demokratik kurallar çerçevesinde, ülkede yaşayan insanların tümünün hukukuna saygı göstermek gerekir. Bir defa bunu böyle belirteyim. Açılımın ifade şekli, adlandırılması yanlış olmuştur her şeyden önce. Yani bu bir Kürt açılımı şeklinde adlandırılmış olduğu için etnik bir çatışmaya yol açacak bir sonuca doğru gitmiştir. Tabii bunun içerisinden sadece Türkiye’de yaşayan Kürtler yoktur, PKK vardır bir de. Ne kadar temsil edebiliyor PKK Kürtleri veya Kürtlerin temsilcisi olarak tanımlanırsa PKK, o zaman ne kadar haklı davranmış olabiliriz. Yani ben kürdüm diyen ne kadar vatandaş PKK’yı destekliyor Türkiye’de veya onun taraftarı veya ne kadarı değil. Şimdi eğer gerçekte hedef PKK değilde Kürtlerse, onlarla ilgili sorunların ne olduğunu da devletin çok iyi araştırması gerekirdi. Böyle bir sloganla ortaya çıkmadan önce. Yani sorun Kürtlerin Kürtçe konuşamamaları mı, müzik yapamamaları mı, dillerini öğrenememeleri mi, öğretilememeleri mi? Bütün bunları göz önüne alırsanız, o zaman Kürt açılımı veya Kürtlere haklarını tanımak adı altında bir şey vermezsiniz. Yanlış olur. O zaman demokrasi olmaz, tıpkı Osmanlı devletinde ıslahat fermanında olduğu gibi “gayrimüslimlere haklarını vereceğiz, hukuki eşitlik sağlayacağız” derken yaptığınız gibi ayrışmaya sebep olabilecek sonuçlara gidersiniz.
Burada Kürt olması Türk olması hiç bir şey ifade etmez. Siz insan olarak görürseniz toplum içerisinde yaşayan herkesi ve herkes için ortak yasalar çıkarırsanız o zaman başarıya ulaşırsınız.
Türk Yurdu: Son dönemde Türklük kavramının neyi ifade ettiği çokça tartışılıyor. Türk kelimesinin algılanışı konusunda birlik yok. Size göre Türklük, Türkiye’de herkesi kucaklayabilecek bir üst kimlik olma vasfını hâlâ taşıyor mu?
·Irki bir dayatma olmamak kaydıyla Türklük, tabii ki bir üst kimliktir. Bugün Fransa’da veya İngiltere’de yaşayan insanlar içerisinde hiç Fransızlıkla İngilizlikle alakası olmayan, hatta derilerinin rengi bile siyah olan insanlar ben İngiliz’im, Fransız’ım diyor. Şimdi aslında bu onların Afrikalı olmasının önüne geçen bir hadise değil. Yani “Ben Fransa devletinde yaşayan bir vatandaşım” anlamında kullanıyor bunu ve bundan da gururla bahsediyor. Şimdi siz Türkiye’de Türk adı altındaki kimliği doğrudan kan bağı anlamında kullanırsanız tabii ki problemler çıkar. Ama öyle bir problem yok Türkiye’de. Çünkü burada kendisini Kürt olarak nitelendiren vatandaşlarımız da aynı okullarda okuyor, devletin her kademesinde görev alabiliyor.
Şimdi burada önemli olan şey şu; gerçekten Türkiye’nin Kürt dediğiniz insanlarla ilgili büyük bir bilgisizliği var. Herşeyden önce bunu böyle görmek mecburiyetindeyiz. Bu konuda Batı dünyasının yaptığı araştırmaların yarısı kadar bile bizim araştırmalarımız yok Türkiye’de. Avrupa Kürtçe denilen lehçelerin etimolojisine kadar araştırmıştır. Ama Türkiye’de Kürt nedir hiç kimse bilmez, Kürt olduğunu söyleyenler de bilmez. İşte sonuç olarak Rışvanlar Türkçe konuşur, ama ben kürdüm der. Kim olduklarını bile bilmezler, yanlış bilirler. Ha diyelim ki bilse ne olur? Şu olur; bugün birileri dışarıdan terör gruplarını destekleyerek Türkiye’de bir ayrımcılığa yol açabilecekleri bir durum ortaya çıkarıyorlarsa, o zaman bilmeniz ve ona göre tedbir almanızda fayda vardır.
Burada bence problem Kürt kimliğiyle ilgili değildir. 1980’de Kürtçe’nin yasaklanması vs. son derece büyük bir hataydı. O zaman ben itiraz etmiştim. Doktora tezimde Kürt aşiretleri kelimesi geçiyor diye kitabımı Tarih Kurumu’nda basmak istememişlerdi, daha sonraki tarihlerde basıldı. Dolayısıyla bunu ne kadar baskı altına alırsanız, o ölçüde dirençle karşılaşırsınız. Veya siz bugün “Kürtlerin haklarını vereceğiz” diye yola çıkarsanız, demek ki hakları vardı da vermediniz anlamına gelir. O zaman PKK’yı da Kürtlerin haklarını savunan meşru bir örgüt haline getirirsiniz.
Kürtler’in gerçekten verilmeyen hakları mı var; yoksa ülkede yaşayan bütün insanların sıkıntı duydukları konularda onların da sıkıntıları mı var? İfade özgürlüğüyle, demokratik hakların kullanılmasıyla ilgili ülkede yaşayan herkesin sıkıntısı var bugün. Ekonomik sıkıntı da aynı şekilde. Dolayısıyla bütün bunları ortadan kaldıracak ve bütün ülke insanlarını hep birden kucaklayacak bir anlayışın, bir zihniyetin hâkim olması gerekiyor ülkede.
Türk Yurdu: Hocam, Türkiye’nin 24 Nisan kâbusu yaklaşıyor. 1915 olaylarını inceleyecek ortak bir tarih komitesi kurulmasını da öngören protokollerin onaylanıp onaylanmayacağı belirsizliğini korurken, ABD Temsilciler Meclisi Dışişleri Komitesi’nde ermeni iddialarını destekleyen tasarı 22 hayır oyuna karşı 23 evet oyuyla kabul edildi. Protokoller ve ABD’deki gelişmeleri göz önüne alarak, Ermeni meselesinin nereye gittiği konusunda bir değerlendirme yapabilir misiniz?
· Şimdi aslında ABD başta olmak üzere Avrupa devletleri bu konunun gerçek yönlerini ne kadar bilmek ve sonuçlandırmak istiyor? Önce bunu düşünmemiz gerekir. Biliyoruz ki, 1914-17 döneminde Osmanlı İmparatorluğu Fransızlarla, İngilizlerle ve Ruslarla savaştı. Amerika Birleşik Devletleri’yle savaşmadı. O sebeple de Anadolu’da Amerikan konsolosları da mevcuttu, Amerikan misyonerleri de okullarıyla öğretmenleriyle Anadolu’daydılar ve hatta bazı öğretmenler Ermenilerle beraber hareket ettiler. Şimdi Amerikan konsoloslarının raporlarına bakıyorsunuz, daha sonra Milletler Cemiyeti raporlarına bakıyorsunuz. Aslında söylendiği gibi olmadığı açık ve net şekilde görülüyor. İddia edilen kadar insan ölmediği açıkça ortada. İkincisi kasıtlı olarak öldürülmüş insan da yok. Ölümler daha çok Rusya tarafında oluyor, savaş dolayısıyla Anadolu’dan Rusya’ya gitmiş olan Ermeniler arasında kayıplar var ki, 190 bin ile 200 bin arasında bir rakam bu. Hastalıktan ve açlıktan ölenler var. Tabii Fransız, İngiliz ve Rus ordusu saflarında savaşırken ölenler de var. Tehcir sırasında Arap, Kürt ve diğer bazı grupların saldırıları sonucunda öldürülenlerin dışında yaklaşık, 40 bine yakın da hastalıktan ölen insanlar bulunuyor. Toplam 50 bin civarında bir kayıp var. Ötekileri de birleştirdiğinizde 250-300 bin civarında bir kayıp olduğu görülüyor.
Şimdi bu bir soykırım mı? Değil. Çünkü devlet gerekli tedbirleri almış, gidenlerin her birine yevmiye bile vermiş, günlük büyüklere 3 kuruş, küçüklere 60 para vermiş. Yollara hastaneler kurulmasına müsaade etmiş, yabancı devletler, misyoner kuruluşlar ve yardım kuruluşları hastaneler kurmuşlar, fırınlar açmışlar. Ayrıca Amerikan Ortadoğu Yardım Kuruluşu’nun bütün o bölgedeki Ermenilere, topladıkları paraları aktarmaları devlet tarafından uygun görülmüş.
Böylece, bir yok etme kastının olmadığı zaten açık ve net şekilde görülüyor. Yollarda Ermenileri öldürenler mahkemeye verilmiş 1915’de, 1916’da sonuçlandırılmış. 1673 kişi mahkemeye verilmiş, 67 kişi idam edilmiş. Şimdi bütün bunlar bilinmiyor mu? Anadolu’da Ermeniler isyan ettiklerinde, bunlara kimin silah temin ettiği onların arşivlerinde var. Dolayısıyla bunun soykırım olarak nitelendirilmesi mümkün değil.
Nitekim Türkiye Cumhuriyeti önemli bir adım attı. Kendi tarihiyle yüzleşmekten korkmadığını gösteren bir adım attı ve dedi ki tarih komisyonu bu konuyu incelesin. Ama hiç bir zaman olumlu cevap alamadı.
ABD Türkiye’nin bu girişimini olumlu karşılasa ve Ermenilere baskı yapmış olsaydı sonuç ne çıkacaktı zannediyorsunuz? Ama peki niye Amerika bunu desteklemiyor, baskı yapmıyor bu konuda Ermenilere, diasporaya? Çünkü Türkiye’nin bu şekilde zor durumda bulunması Amerika’nın işine geliyor. Bir yaptırım gücü, bir koz olarak kullanıyor.
İkincisi; parlamentolarda bu tür konuların kabul edilmesi ne kadar hukuka ve insan haklarına uygundur? Bir defa İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin en önemli şartlarından birisi, yargılanan herkesin kendisini savunma hakkına sahip olmasıdır. Peki, şimdi ABD başta olmak üzere diğer bu konuyu kabul eden ülke parlamentoları, suçladıkları Türklere ne kadar savunma hakkı tanımıştır? Öyle bir şey söz konusu bile olmamıştır. Bu durumda, insan haklarına ne kadar uyuyorlar, ne kadar hukuka uyuyorlar? Parlamentolar ne zamandır yargı organı haline gelmiştir? Sadece bunları düşündüğünüzde bile aslında ne yapılmak istendiğini çok rahat anlamak mümkündür.
Türk Yurdu: Söz konusu protokollerin içeriğinde Türkiye’nin elini zayıflatacak hükümler olduğu yolunda iddialar var. Siz ortak tarih komisyonu kurulması dışındaki maddeleri inceleme fırsatı buldunuz mu?
· Yanlış olan şudur. Sınır kapılarının açılacağı belirtilirken, bu sınır kapılarının hangi sebeple kapatılmış olduğunun göz önüne alınmamış olduğunu görüyoruz. Sonradan Başbakan bu konuda Azerbaycan’da bir deklerasyon yayınladı, Dağlık Karabağ bölgesi boşaltılmadan, kaçkınlar yerine dönmeden asla kapıları açmayacağız dedi, ama protokolde bu yok.
İkinci olarak, tarihçiler komisyonu meselesinden bahsedilirken, tarihçiler komisyonunun neyi araştıracağına dair bir kayıt bulunmuyor protokolde. Biz kendi kafamızdan geçirdiğimiz şeyleri, başkalarının da kabul edeceğini zannediyoruz. Tarihçiler komisyonundan bizim Türkiye olarak kasdımız, soykırım araştırması. Ama Ermeniler öyle demiyor; “Soykırım zaten bir gerçekliktir. Tarihçiler komisyonu emlak meselelerini araştıracaktır” diyor.
E şimdi tabii o zaman protokolün iyi hazırlanmadığı ve Türkiye’yi bağlayacak ve sıkıntıya sokacak, elini zayıflatacak bir durum ortaya çıkıyor. Karşımızdaki de iyi niyetli ise “Kars anlaşmasını kabul ediyoruz, soykırımı araştıracağız, işgal edilen toprakları terk edeceğiz” diye açıkça beyan etsin. Ama karşı taraf iyi niyetli olmadığını gösteriyor, buna rağmen protokol imzalıyoruz.
Devlet yöneten insanların yaptıkları her hareketi ve ağızlarından her çıkanı çok iyi tartmaları gerekiyor. Çünkü bu, bir okun yaydan çıkmasına benzer. Türkiye gibi çok önemli, stratejik ve kritik bir coğrafyada bulunan devletler, bu gibi konularda çok daha titiz davranmak zorundadır. Çünkü nüfusumuz içerisinde herkesin bu ülkeye çok sadık olduğunu söylememiz son derece zordur.