1648 Vestfalya Barışı ile temellendirilen modern uluslararası devletler sistemi, 17’nci yüzyıl itibariyle, ‘adalet’ ve ‘egemenlik’ ikili kavram seti üzerine bina edilmiştir. Başka bir ifadeyle, aşkın olan ve ‘egemenlik’ kavrayışının da üzerinde konumlanan ‘adalet’ kavramı, sistemin ilk kuruluş yıllarında, ‘egemenlik’ kavrayışına yapılan vurguya eş değer bir vurgu ile anılmaktadır. Söz konusu ‘adalet’ kavramsallaştırması tek tek egemen devletler ile uluslararası sistem arasında aracı bir rol üstlenmiştir. Klasik yazarların bu konudaki yazıları, doğanın yasasına ya da Tanrı’nın buyruğuna aykırı insan yapımı yasaların olamayacağı anlayışı ile maluldür. Francisco de Vitoria’nın ‘Yeni Dünya’ olarak kabul edilen Amerika kıtasında yaşayan yerlilerin hukuksal statüsü ve bu kişilerle yapılacak savaşların meşruluğu üzerine verdiği dersler, modern uluslararası hukuk düşüncesinin hangi saiklerin üzerine inşa edildiğini ortaya koymaktadır.
Ne var ki, özellikle 19’uncu yüzyılın ikinci yarısı itibariyle ‘adalet’ kavrayışı -diğer birçokları gibi- ‘egemenliğin’ bir iz düşümü/gölge görüntüsü olarak yeniden kavramsallaştırıldı. Hukuki Pozitivizm olarak adlandırılan hukuki düşünce şekli, hukuk doktrininin her alanına hâkim olmaya başladı. Bir zamanlar tek tek devletler ile sistem arasında aracılık rolü üstlenen aşkın bir ‘adalet’ kavramsallaştırması ortadan kalkıyordu ancak sistem paradoksal olarak ayakta kalmaya devam ediyordu. Egemenliğin ve dolayısıyla rızanın başat olduğu bu sistemin en önemli sonucu muhtemel bir normlar hiyerarşisinin ortadan kalkması olmuştur. Bu sebeple uluslararası hukukta normatif sorun alanlarına yönelik normatif çözüm önerileri, Koskenniemi’nin betimlemesiyle ya ‘inici’ (insan hakları gibi aşkın ilkelerden neşet eden) bir argüman çevresinde ya da ‘çıkıcı’ (devlet egemenliğini esas çıkış noktası alan) bir argümanla meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. ‘İnici’ ve ‘çıkıcı’ argümanların aynı anda olması ve aynı derecede vurgulanabilmesi mümkün olmadığı için doktrin kendisini ‘inici’ ve ‘çıkıcı’ argümanlar arasında bir salınım halinde bulmuştur. Bunun açık anlamı, kural seçiminin rastgele yapılması ve her normun aynı derecede meşrulaştırıcı özelliğinin olmasıdır. Bu yüzden uluslararası hukuk çözümsüzlüğün hukuku olarak kodlanmaktadır.
Egemenlik ve insancıl müdahale kavramları da yukarıda belirtilen sarkacın iki yanında durmaktadır. Bu iki kavram arasında itme ve çekmeden kaynaklanan bir felç durumu söz konusudur. Bu felç durumu, egemenlik nosyonunun başat olduğu bir sistemde açmazı derinleştirmekte ve bu iki kavram arasında bir taraf seçimini imkânsız kılmaktadır. Söz konusu açmazın çözümü için ortaya atılan Koruma Sorumluluğu (R2P) doktrini, insancıl nedenlerle müdahaleyi ‘egemenliğin’ bir sonucu olarak kodlayarak söz konusu açmazı çözmeye çalışmıştır. Ne var ki, bu haliyle doktrin devlet davranışlarının bir ‘apolojisi’ olmaktan kurtulamamaktadır. Sonuç olarak, yapısından dolayı son derece esnek olan uluslararası hukuk, taraflar arasındaki en küçük bir güç eşitsizliğinde güçlüden yana tavır almaktadır.
Devletlerin, ulusal çıkarlarının gerektirdiği konu ve zamanlarda, gerek egemenlik haklarına gerekse insancıl müdahaleye vurgu yapabildikleri görülmektedir. Hukukun bu esnekliği, özellikle güç eşitsizliğinin olduğu vakalarda, hukukun güçlüden yana tavır almasıyla sonuçlanmaktadır. Söz konusu sav ampirik olarak kimi askeri müdahalelerce de doğrulanmaktadır.
Vestfalya Barışı Nedir?
Otuz Yıl Savaşları ve Seksen Yıl Savaşları’nın sonunda Ekim ve Mayıs 1648 tarihlerinde imzalanan Münster Antlaşması ve Osnabrück Antlaşması, birlikte Westphalia Barışı olarak anılır.
Antlaşma 24 Ekim ve 15 Mayıs 1648’de Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu, diğer Alman prensleri, İspanya, Fransa, İsveç ve Hollanda Cumhuriyeti temsilcileri arasında imzalanmıştır. Fransa ve İspanya arasında 1659 yılında imzalanan Pyrenees Antlaşması da bu antlaşmanın içine dahil edilebilir.
İki antlaşmanın metni de hemen hemen aynıdır ve Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’nun iç meselelerinden bahsetmektedir. İki farklı şehirde yapılmalarının nedeni Protestan ve Katolik liderlerin birbirleriyle görüşmeyi reddetmeleridir. Katolikler Münster’de, Protestanlar ise Osnabrück’te buluştular.
İngiliz tarihçisi Joachim Whaley, Leibniz, Rousseau, Kant ve Schiller gibi daha sonraki yorumcuların, evrensel bir barışa doğru ilk adım olarak Westphalia Barışını övdüklerinden bahseder. Bu barış bazı tarihçiler tarafından modern çağın başlangıcı olarak gösterilir.
Uluslararası ilişkiler akademisyenleri, Westphalia Barışını ve Vestfalya egemenliğini, sınırların dokunulmazlığı ve egemen devletlerin iç işlerine karışmama dahil olmak üzere modern uluslararası ilişkiler açısından çok önemli olan ilkelerin ve bugün var olan uluslararası sistemin kaynağı olarak tanımlarlar.
Buna karşı çıkan Revizyonist akademisyenler veya politikacılar bunun büyük ölçüde olaydan sonra icat edilen bir efsane olduğunu iddia eder, modern Avrupa devletler sisteminin Vestfalya anlaşmalarından kaynaklandığı görüşüne karşı çıkarlar.
Esasen antlaşmalar, din özgürlüğü, egemenlik veya uluslararası hukuk ilkeleri olarak yorumlanabilecek güç dengesi hakkında hiçbir şey içermemektedir. Kutsal Roma İmparatorluğu’nun anayasal düzenlemeleri metinde egemenlik ve dinsel eşitlikten söz edilen tek bağlam olmakla birlikte, bu bağlamda yeni fikirler değildir. Antlaşmalar, ulusların modern yasaların kendi temellerini içermese de, Avrupa’da uzun bir dini çatışma döneminin sonunu simgeler.
Kaynak: Wikipedia, Egemenlik ve İnsancıl Müdahale: Çelişkili Bir Kuram Olarak Uluslararası Hukuk Dr. Arş. Gör. Burak GÜNEŞ Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi