Akdeniz kimileri için Afrodit’in Adası, kimilerine Lanetliler Adası, bazılarına deniz, kum ve güneşle birlikte muazzam imkânlarını cömertçe sunan bir tatil beldesi, bazılarınaysa bitmek tükenmek bilmeyen bir sorunlar yumağı olarak görülür.
Bazılarının Halikarnas Balıkçısı’nda olduğu üzere “Gerçek yurt Akdeniz’dir.” yaklaşımına karşılık Cemal Süreya’nın dizelerinde yerini bulduğu üzere “…Fatih gemilerini karadan yürüttü ya… Deniz kaçkını bir ulusun çocuklarıyız biz o gün, bugün…
Toprakçıl bir çapadır Denizyolları’nın arması bile.” dediği insanımız yine aynı ozanın “Uzun saçlı iri memeli kadınlarıyla bir Akdeniz şehri çıkabilir içinden, alıp yaracak olsak yüreğini şimdi bir güvercinin.” dizelerinin tersine denizle çok da içli dışlı değildir.
Oysa tarihle mekân arasındaki bağları bu kadar sık örülmüş Akdeniz’den ve onun yarattığı uygarlıktan bahsetmek mekânlardan, topraktan, bitki örtüsünden ve şüphesiz hayvanlardan bahsetmek demektir ve her uygarlık sabit bir mekâna, dolayısıyla da kendine özgü bir coğrafyaya bağlıdır.
Akdenizlilik Nazım Hikmet’in dizelerindeki şekliyle “Orta Asya’dan gelip Akdeniz’e bir kısrak başı gibi” uzanan bu memleketin bizim olması mıdır? Bu durum en net şekilde kendisini Akdeniz’de göstermektedir.
Öte yandan kendi başına bir dünya olan Akdeniz’i klasik anlamda bir deniz olarak algılamak ve dünyanın dört bir yanında edebiyatçılara ilham kaynağı olan bu kavramı sadece coğrafi bir bölge olarak kabul etmek doğru mudur?
Akdeniz medeniyettir, uygarlıktır, çağdaşlıktır, estetiktir, güzelliktir, Doğu ile Batı’nın, karanlıkla aydınlığın mücadelesinde kırılma noktasıdır, nirengidir, olmazsa olmazdır.
İnsanlık tarihi açısından bakıldığında ise Akdeniz Mısırlılar, Likyalılar, Frikyalılar,Karyalılar, Hititler, Pamfilyalılar, Kapadokyalılar, Sümerler, Urartular, Akalar, İyonyalılar, Troalılar, Babilliler, Spartalılar ve Atinalılar ile Batı uygarlığının temelidir.