YENİ DÜNYA DÜZENİ: SAVUNMA TEKNOLOJİLERİ, HARP METODLARI, DIŞ POLİTİKA VE DİPLOMASİNİN DÖNÜŞÜMÜ
Onur Dikmeci
Yeni savaş, savunma ve güvenlik konseptinde karşılaşacağımız kavramlardan bir tanesi Vekâlet Savaş kavramıdır. Genellikle güçlü bir devletin ulusal çıkarlarını gerçekleştirebilmek için, terör gruplarından, diğer ülkelerden, müttefiklerinden, özel askerlerden, parçalanmış ya da zedelenmiş siyasi sistemlerden faydalanarak cephede askeri unsurlarını kullanmadan geliştirilen yöntemleri ifade etmektedir.
Asimetrik savaş ise güçleri ve kaynakları farklı olan ülkeler veya gruplar arasındaki savaşların yanı sıra, bazen de stratejileri ve taktikleri farklı olan güçler arasındaki savaşlar için kullanılmaktadır. Günümüzde terör grupları, hack timleri, sivil itaatsizlik grupları gibi araçlardan sıkça yararlanıldığı göz önünde bulundurulduğunda Asimetrik Harbin her daim yaşandığı ve hemen her devletin asimetrik tehdit altında olduğu söylenebilir. Böylece Asimetrik Harp, Vekâlet Savaşları, Gayrı nizami Harp gibi bileşenlerden oluşan Hibrid Savaş konseptini temellendirebiliriz. Çünkü Hibrid Savaşlar, konvansiyonelin yanı sıra konvansiyonel olmayan yöntemleri içermektedirler. Kıtaları ya da bütün dünyayı kapsayabilecek yeni bir savaş ne kadar konvansiyonel olsa bile ‘’hibrid’’ boyutu da bulunacaktır. Örtülü Operasyonlar ve Psikolojik Harekâtlar da, Asimetrik Savaşların önemli modelleri arasında yer alırlar. Ancak bu noktada kavramların dâhi karıştırılması aslında yeni savaş ve Milli Savunma-Milli Güvenlik alanlarının daha baştan yanlış oluşturulmasına sebep olacaktır.
Psikolojik Harekât tabiatı gereği asimetrik, gayrinizami, örtülü bir faaliyet ve karma savaş yöntemidir. Bu noktadan hareketle Asimetrik Psikolojik Harekât şeklindeki bir tanımlama mesnetsiz ve temelsiz kalabilecektir. Ayrıca son dönemde Karşı Psikolojik Harekât kavramı türetildiği ve kullanıldığı dikkat çekmektedir. Burada dikkat çeken husus, kavramların bilinçsizce ve irdelenmeden kullanılmasından kaynaklanan hatalar silsilesinin terminolojiye olumsuz etkisidir. Nedeni ise adı üzerinde harekât karşı tarafa yapılan bir saldırı, taarruz, ileri hamle ile eş değer bir anlam ihtiva etmektedir. Karşı Psikolojik Harekât terimi ile kulağı tersten tutmakla eşdeğer bir anlam yüklenmiş olmaktadır. Bu alandaki uluslararası ve ulusal literatür tarandığında ve incelendiğinde ‘’Karşı Psikolojik Harekât-Counter Psyops’’ şeklinde bir kavram olmadığı ortaya çıkmaktadır. Karşı Psikolojik Harekât olarak bir kavram olmamasına karşın literatürde ‘’Karşı Propaganda’’ mevcuttur. Karşı Psikolojik Harekât şeklinde ne bir tanım be de bir kavram bulunmamasıyla birlikte işin aslı ‘’Counter Propaganda’’ yani Karşı Propagandadır. Bu noktadan hareketle, propaganda ile psikolojik harekât kavramları aynı olmayıp, birbiri yerine kullanılmamalıdır. Buradaki önemli husus Psikolojik Harekât ile Propagandanın karıştırılmamasıdır. İşin doğrusu ya Psikolojik Savunma yapılır ya da taarruz-saldırı kapsamında Psikolojik Harekât icra edilir. Buradaki asıl mesele işin ehline verilmesidir. İşin ehli olanlar bu kavramları yerinde ve doğru kullanabildiği gibi, planlamasını ve icrasını da boşluk bırakmadan kurgulayarak oyunu kuralına göre oynayabileceklerdir.
Geleceğin Harp Senaryoları
İnsanlık tarihi aynı zamanda savaşların tarihidir. Çünkü eski uygarlıklar döneminden itibaren savaşlar her daim yaşanmıştır ve yaşanmaya devam edeceklerdir. Her savaş sonunda yeni gelişmeler görülmüştür ancak Dünya savaşı niteliğinde kabul edilen iki büyük savaş neticesinde medeniyet yeni sistemlerle tanışmıştır. Birinci dünya savaşıyla birlikte ulus devletler kurulmuş ve siyasi-sosyal yapı bu doğrultuda şekillenmiştir. İkinci dünya savaşından sonra ise uluslar üstü yapılar tasarlanmış icat edilen Soğuk Savaş kavramıyla ülkelerin iki blok halinde kontrol edilebilmeleri daha olanaklı hale getirilmiştir. Yaklaşan üçüncü dünya savaşından bahsedebilir miyiz? Yeni savaş hangi coğrafyada başlarken nasıl sonuçları doğurabilecektir?
Geleceğin üç büyük savaş senaryosu şu şeklidedir:
1) İran Senaryosu: İran’ın muhtemel savaş planı balistik ve seyir füzelerinin dağıtılmasını, Hürmüz Boğazı’nın mayınlanmasını ve denizaltılarının burada devriye gezmesini öngörecektir. Gemilere karşı füze bataryaları yaklaşan ABD gemilerini hedef alacaktır. ABD liderliğinde bir koalisyon saldırısına karşı, İran kanlı ve uzun bir savaşa hazırlanmaktadır. İran stratejisi, Amerikalıların kendi ulusal çıkarları tehlikede olmadığında uzun süre savaşa angaje olamayacaklarını hesaplamasına dayanmaktadır. İran’ın amacı ABD zayiatını artırmak ve koalisyonun dağılmasını sağlayacak kadar kan akırmak olacaktır. Bu savaşta, nükleer, kimyasal veya biyolojik savaş başlıklı füzeler kullanılacaktır. Bu nedenle, ABD tarafından 2018 yılına kadar füze savunma sistemi geliştirilmeye çalışılmaktadır. ABD savaşa İran’ın derinliğindeki kilit hedefleri bombalayarak başlayacaktır. Füzeler ve hava saldırılarıyla desteklenen bir konvansiyonel taarruz da söz konusu olabilir.
2) Kuzey Kore Senaryosu: Kuzey Kore’nin Güney’i işgali ABD tarafından güçlü bir karşılık verilmedikçe son bulmayacak ve bu durum nükleer silah kullanımını zorunlu kılacaktır. Bu nedenle Kuzey Kore’nin nükleer silah edinme isteğinin temel nedeni Güney’i işgal etmesine karşılık olarak ABD’nin nükleer silah kullanmasına karşı koymaktır. Kuzey Kore, uzun yıllardır ABD’nin nükleer saldırısına hazırlanmakta ve yeraltında köstebek bir toplum yaratacak kadar yeraltı sığınağı geliştirmiştir. Askeri hedefler sıkı şekilde koruma altına alınmıştır. Üstelik Kuzey Kore’deki bir nükleer patlama hava koşullarına bağlı olarak komşu ülkeleri de (özellikle Güney Kore ve Japonya) etkileyebilecektir. 5 kilotonluk küçük bir nükleer bombanın bile Japon Denizi’ne ulaşacağı hesaplanmaktadır. 2030’lardan sonra gerçekleşmesi beklenen bu savaş da füze savaşına sahne olacak ve füze savunma sistemine büyük iş düşecektir. Öte yandan ABD’nin uzun menzilli balistik stratejik silah kullanımı ise her ikisi de nükleer silah kullanımına karşı olan Japonya veya Rusya’nın iznine tabidir.
3) Çin (Üçüncü Dünya) Savaşı Senaryosu: Savaşı tetikleyen, Çin’in Tayvan’ı işgali ve Güney Çin Denizi’nde ancak savaş yoluyla çözülebilecek egemenlik sorunları olacaktır. Çin, konvansiyonel gücünü özellikle Pasifik bölgesinde konuşlanacak şekilde modernize ederken, gelecekteki savaşın sahnesi olacak yeni bir güç projeksiyonu ağı kurmaktadır. Çin’in hayali Tayvan’la birleşerek Hong Kong’a benzer bir ekonomik patlama daha yaşamaktır. Çin’in askeri planları Spratly Adaları’nı savunmak ve Tayvan’ı etkisizleştirmek üzerinedir. Bölgeyle ilgili bir gerginliğin başlamasıyla birlikte Çin, Tayvan ve Spratly Adaları’ndan itibaren 1000 km.lik bir bölgede deniz ve hava kontrol bölgesi deklare edecektir. Bu bölgeye giren herhangi bir gemi veya uçak (Çin denizaltıları, mayınlar, balistik ve cruise füzeleriyle) imha edilecektir. Çin Kara Kuvvetleri, Tayvan sahillerine çıkacaktır. ABD, Güney Kore ve Japonya’daki üsleri kullanamayacağını bunun yerine Tayland, Singapur ve Filipinler’deki üslerden yararlanacağını hesaplamaktadır. Avustralya ve Yeni Zelanda da askeri nitelikte olmayan üs desteği sağlayabilir. Tayvan’daki üsler ise Çin’in güdümlü füze kuvvetlerinin menzili dahilindedir. 2040 sonrasını bekleyen bu savaş için Çin, öncelikle ekonomik olarak ABD’yi yakalamayı hedeflemekte, bu yüzden şimdilik ‘’barışçı yükselme’’ stratejisi izlemektedir.
Ağırlıklı üzerinde durulan bu senaryoların yanı sıra geçmiş yıllarda Karabağ meselesinin alevlenmesi üzerine Kafkasya üzerinden çıkabilecek bir dünya savaşı üzerinde durulmuştur. Ancak bu seçenek günümüz ve ilerisi için artık çok mümkün görülmemektedir. Çünkü Kafkasya’da çıkabilecek bir savaşı doğrudan Avrupa ve Amerika kıtasına yaymak çok zor olacaktır. 1990’larda Balkanlarda görüle istikrarsızlık ve etnik çatışmalar Balkan merkezli dünya savaşı senaryosunun da tartışılmasını gündeme getirmiştir. Bu seçenek, Kafkasya seçeneğine göre daha geçerli olabilir ancak yine de Balkan merkezli bir dünya savaşını öne sürmemiz çok zor olacaktır.
Türk ordusunda Tümgeneral rütbesine kadar görev yapan ve emekli olduktan sonra akademik çalışmalarıyla öne çıkan Osman Pamukoğlu ise Üçüncü Dünya Savaşı’nın çıkacağını belirtmekle beraber tarih belirtmenin mümkün olmadığı görüşündedir. Ona göre konvansiyonel olacak bu savaş kara da başlayacak ve kara da bitecektir. Savaşın nerede başlayacağı huşunda ise, Baltık, Doğu Avrupa, Balkanlar, Ortadoğu, Doğu Asya, Hindiçin bölgesi ve Pasifik üzerinde durmuştur. Merkezinin ise Doğu Asya, Hindiçin bölgesi ile Pasifik olduğu belirtilmiştir. Pamukoğlu’na göre Üçüncü Dünya Savaşı; ABD, Çin ve Rusya arasında olacaktır. Bunların nedenleri arasında ise enerji kaynaklarının kontrolü, su kaynaklarının kontrolü, okyanus üzerindeki deniz ticareti yollarının kontrolü gelmektedir. Savaş süresince İngiltere, Fransa, Almanya, Japonya büyük oyunda başrol olacak durumda değillerdir. Fransa’nın Batı Afrika’daki sömürgeler dışında bir etkinliği yoktur. İngiltere’yi Amerika’nın yanından hiçbir sebep ayıramaz; Almanya ve Japonya mali kapital ve finans sistemlerini bir kenara atıp Amerika’nın karşısına geçemezler. Savaşın birer tarafında Amerika ve Rusya’nın olacağını sanmak büyük bir yanılgıdır. Rusya, her iki büyük savaşta da İngiltere ve Amerika’nın müttefikiydi. Bu anlamda bu senaryo tam olarak Doğu-Batı çatışması şeklindedir ve dünya savaşı konseptine uygundur.
Son dönemde Doğu Akdeniz çevresinde başlayan silahlanma ve ülkelerin bu coğrafyaya ilgileri Doğu Akdeniz temelli bir savaş teorisinin de ortaya çıkmasına sebep olmuştur ve bu teori kuvvetli ihtimâl haline gelmiştir. Doğu Akdeniz çevresinde başlayacak bir savaşı Afrika, Asya ve Balkanlar üzerinden Avrupa’ya yaymak daha kolay olacaktır. Ayrıca ABD ve Çin gibi bölgeye komşu durumda bulunmayan ülkelerin de bölgede faaliyet göstermeleri savaşın bu devletlere de yayılmasına sebep olabilecektir. Bu durumda ise Çin’in, Rusya ile olan kaynak sorunları ve Asya bölgesinde bulunan hemen her devletin sınır anlaşmazlıkları tetiklenmiş olacaktır. Yeni savaş özel askeri şirketler, yabancı savaşçılar, teknolojik cihazların da görüleceği bir muharebe sahnesini doğuracaktır. Savaş tahmin simülasyonları farklı bölgeleri işaret etse bile harbin değişen doğası bir gerçekliktir. Fakat bu yeni doğa özellikle Türkiye’de ve genellikle karacı ekole sahip askerler tarafından kabul edilmemektedir. Şu an için teknolojik unsurlar sahada tek başlarına harbin kazanılmasında rol oynayamazlar. Ancak stratejilerin oluşturulma sebeplerinden bir tanesi de onlarca yıl sonraları için tahminler ve kavramlar üretmektir. Böylesine bir süreçte insan unsuru ve zekasının, harp sahnesinde minimuma inmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Harplerin Değişen Yüzleri
Değişen savaş koşullarında karşımıza çıkan kavramlardan birisi de yabancı savaşçılar kavramıdır. Sovyetler Birliği’ne karşı silahlandırılan Afganistan’lı militanlara katılmak için dünyanın pek çok bölgesinden savaşmak için gelerek katılanlar olmuştur. Ancak özellikle DEAŞ gibi örnekler yabancı savaşçı kavramının üzerinde daha çok durulmasına yol açmaktadır. Yabancı savaşçılar, özel askeri şirketler ile karıştırılmamalıdır çünkü askeri şirketlerin temel motivasyonları kâr elde etmektir. Yabancı savaşçılar ise genellikle bir kimlik sahibi olmak için bu yola başvuranlar ya da etnik veya dinsel-mezhepsel olarak dışlanmış hissedilenler tarafından oluşturulur. Buradan anlaşılabileceği gibi aidiyet duygusu, yabancı savaşçılar kavramının dinamosudur. Fakat yabancı savaşçıların temin süreçlerinden sahadaki etkilerine varana kadar devam eden mücadele süreçleri bu noktada son bulmaz. Bir ülkedeki iç savaş bittiğinde bile yabancı savaşçılar ile mücadele devam ettirilmesi gereken bir durumdur bu sebeple de devletler için uzun ve yorucu bir süreçtir. İç savaşların tarafı olan yabancı savaşçılar, bu savaşlar bittiğinde genellikle ülkelerine dönme eğilimi gösterirler. Ülkelerinde ise eski yaşantılarına devam edebilecekleri gibi radikal yeni kimliklerini devam ettirme yolunu da seçebilirler. İnsan psikolojisini dikkate aldığımızda ikinci seçenek daha geçerli olmaktadır. Ayrıca yabancı savaşçılar artık uzmanlaşmışlardır ve saha tecrübeleri mevcuttur. Bu özelliğe dayanarak ülkelerinde yeni militan temini ve eğitiminde yer alabilecekleri gibi finans kaynaklarının tespit edilmeleri ve uluslararası insan ve malzeme temini gibi operasyonlarda da bulunabilirler. Yeni savaş ve savunma biçimlerine göre bu yabancı savaşçıların entegre ya da pasifize edilme süreçlerinde devletler çok boyutlu mesai harcamak zorundadırlar. Irak ve özellikle Suriye gibi yabancı savaşçı bolluğu yaşanan ülkelerde bu durumun Türk güvenlik sistemine olumsuz yansımaları da mevcuttur. Yabancı savaşçılara Türkiye üzerinden yoğun bir katılım olmamıştır ancak Türkiye konumu itibariyle bir geçiş güzergâhıdır ve yabancı savaşçıların en büyük zararlarından birisini Transit Ülkeler yaşamaktadır. Sınır güvenliği, istihbarat ve teknoloji gibi uzmanlık dalları aynı alana yoğunlaşmak zorundadır. Yabancı savaşçıların diğer ülkelerde özellikle de Batılı ülkelerde yapabileceği tahribat ve eylemlerde, Türkiye’nin Transit konumu sebebiyle hedef gösterilecek olması da dikkate alınarak diplomasi trafiği aktif kullanılmalıdır.
Yeni savunma, harp ve güvenlik konseptinin en önemli vasıtaları arasında 2000’li yıllardan itibaren kullanım seyirleri artan İnsansız Hava Araçları İHA’lar ve Silahlı İnsansız Hava Araçları SİHA’lar gelmektedir. Özellikle SİHA’ların devletlere sağladıkları kâr, maliyet unsuru ile ilgilidir. Bu unsurun bir tarafı maddi tasarrufa dayanmaktadır. Bir tarafı ise asker kaybının azalmasından dolayı manevi tasarruftur ve hükümetlerin siyasi telkinlerinde propaganda maksatlı istifade edilir. Gelişmiş ve gelişmekte olan çoğu ülke SİHA’lara sahip olma stratejisini izlemektedirler.
Arjantin | M3, Yarara W, Cabure III, Chi-7 Helicoptero UAV, UAV Strix |
ABD | Solo, Maveric, Triton, Global Hawk, Hunter, Fire Scout, Bat, Super Bat DA-50, V Bat, Stalker XE, Indago, Apex, Cutlass, Viking 400, K-Max, ScanEagle, BlackJack, Gray Eagle, Predator XP, Reaper, Phantom Eye, Orion, Flexrotor, Shrike, Wasp, Raven, Puma AE, Shadow V2, Coyote |
Almanya | Q1, Rheinmetall KZO, Luna, Aibot |
Avustralya | AAI Aerosonde Mark 4.7 |
Avusturya | Camcopter S-100 |
Belarus | Berkut 2E, I.N. Sky |
Belçika | Guardian Eye, UX5 HP |
Brezilya | 500 X4, Linea Watupa LEX-300 |
Çekya | HAES 90 |
Çin | Typhoon H, Typhoon Q500, Clairvoyance, Inspire 1 Pro, Phantom 3, EWG-2, ASN-209, ASN-206, CH-4, BZK-005, Wing Loong II |
Endonezya | Wulung |
Estonya | Theia |
Finlandiya | MASS Mini-UAV |
Fransa | Harfang, Tanan 300, Sperwer Mk II, Patroller, Watchkeeper, AR.Drone, Delta Y, DVF 2000, Copter 4, LP500 |
Güney Afrika | Seeker 400 |
Hırvatistan | B-3 |
Hindistan | Bird-Eye 650, Vigilant, Fire Bee, Nishant, Altius Mkll |
Hollanda | HEF30 |
Hong Kong | AL-150 |
İngiltere | RedKite, Gull68, Herti, Zephyr |
İran | Shahed 129, Mohajer 4, Ababil 3 |
İspanya | Atlante, Fulmar, Sniper |
İsrail | Orbiter 3, Aerostar, SpyLife, Thunder B, Hover Mast 100, Falcon Eye, Micro Falcon LE, Harpy, Searcher MK III, Panther, Super Heron, Ghost, Skylark I-LE, Hermes 900 |
İsveç | Apid 60 |
İsviçre | Exom, V-200, eBee, F-720 |
İtalya | IA-17 Manta, Asio-B, Falco EVO |
Japonya | RMAX, E-7 |
Kanada | Navig8 Electric, Guardian, SkyRanger, Snowgoose B |
Kore Cumhuriyeti | KUS-FT, Tactical UAV |
Latviya | Penguin C |
Macaristan | BXAP15 |
Malezya | Intisar 300, Intisar 100, Aludra SR-08, Aludra MKI |
Meksika | Ehecatl, Beta 1-A |
Norveç | Blackhornet |
Pakistan | Shahpar, Mukhbar, Flamingo |
Polonya | FlyEye |
Portekiz | AR4 |
Romanya | Sisuar |
Rusya | Irkut 3, Zala 421-20, Zala 421-08M, Orlan 50 |
Singapur | Skyblade IV, Nomad B |
Slovenya | Bramor C4EYE |
Şili | Trauco III, Petrel II |
Tayland | Mercury-I |
Tayvan | Cardinal II |
Türkiye | Bayraktar TB2, Gözcü, Anka |
Yeni Zelanda | Swamp Fox, RQ-84Z Aerohawk |
Yunanistan | Phaethon J |
SİHA’lar konusunda yapılan çalışmalarda ABD’nin kullanımda önde geldiği açıkça görülmektedir. Muharebe sahalarında boy gösteren ve hibridleşmiş savaşların aktörü olan ülkeler de, SİHA envanterlerini geliştirme yolunu seçmişlerdir. Türkiye’de de son dönemde SİHA’lar konusunda başarılı çalışmalar ortaya koyulmuştur.
Devletlerin SİHA’ları kullanma yönündeki avantajlarının yanı sıra bu yeni dönem modern silahlar yine bu devletlere yönelik tehdit olarak geri dönebilmektedir. Çünkü terör örgütleri de bu araçları edinme stratejisini benimsemişlerdir. Örneğin kısa bir süre önce Suudi Arabistan petrol rafinerilerine SİHA’larla saldırı düzenlenmişti. Bu saldırıların sayıları bütün kıtaları kapsayacak biçimde artması gibi niteliklerinin de yükselmeleri beklenebilir. SİHA’lar biyolojik ve nükleer unsurlarla donatılabileceği gibi saldırı alanları da savaş sahaları olmanın ötesine taşacaktır. Teknoloji ve teknolojinin dönüştürdükleri silahlar böylece savaşın genel coğrafyaya yayılmasına ve sivilleri de daha çok hedef almalarına sebep olacaktır. Ancak SİHA teknolojilerinin yine de tam anlamıyla otonom teknoloji olduklarını belirtmek mümkün değildir. Çünkü bu araçlar ne kadar gelişmiş olsalar bile bir insanın komuta-kontrolüne ihtiyaç duyulmaktadır. Günümüzde otonom kabul edilebilecek bir silah, muharebe sahasında kullanılmasa bile devletlerin bu yöndeki çalışmaları yakın gelecekte otonom unsurların savaş, savunma ve güvenlik bileşenleri arasında yer alacaklarını ispatlamaktadır. Otonom silah ve teçhizat, kesinlikle insan unsuruna ihtiyaç duyulmadan hedef, takip, imha, koordine gibi faaliyetleri üstlenen yapay zekalı mühimmatlardır. Bir anlamda nanoteknolojik gelişmelerin de entegreleriyle beraber kendilerini de onaran akıllı silahlar olarak kullanılacaklardır. Bu durumda İHA ve SİHA gibi çok gelişmiş araçların bile hacklenme, saldırıya uğrama olasılıkları ortadan kaldırılacaktır. Muharebe sahalarındaki askeri personel sayıları kesin olarak azalmakla birlikte bu personel, muharebenin başka evrelerinde değerlendirileceklerdir. Sayıları azalan ancak önemleri artan askerler orduların dönüşmelerinde öncelikli rol oynayacaklardır. Otonom silahlar konusunda devletlerin genel tutumları ise geliştirmek ancak kullanmamak olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak bu durum kendi içerisinde çelişkili bir kavramı ortaya koymaktadır. Aslında otonom silah ve taşıtların kullanılmamalarına rağmen askeri ve siyasal terminolojideki paradigmaları etkiledikleri ve değiştirdikleri açıkça görülmektedir. Askeri değişimin personel nicelik ve niteliğinde değişime sebep olacağını belirtmiştik. Siyasal paradigmalardaki değişimin bir boyutu hukukidir. Uluslararası hukukun bu silahlara ne şekilde yaklaşacağı tartışılmaktadır. Siyasi paradigma değişiminin diğer bir boyutu ise felsefi-fütürist tartışmalardır. Yapay zekalı sistemler ilerleyen süreçte kendi aralarında iletişim ve koordine geliştirdikleri takdirde bu durum bütün insanlık ve uluslar için bir tehdidi ifade edecektir. Bunun nasıl üstesinden gelinebileceği ortaya koyulmadığı gibi Hollywood merkezli pek çok bilimkurgu filminde insan-makine savaşını işleyen senaryoların çoğalmaları azımsanamayacak bir tehdidin yaklaştığını işaret etmektedir. Ancak ne olursa olsun teknolojik döngü hızlı bir şekilde ilerlemektedir ve bu noktadan sonra bu dönüşümün durdurulması mümkün değildir.
Türkiye’nin Savunma Stratejilerinin Dönüşümü
Türkiye’nin Milli Savunma Politikası 1990’ların sonundan itibaren yeniden tanımlanmıştır.
Soğuk Savaş dönemi sonrasında Türkiye’nin güvenliğine yönelik tehdit ve riskler geçmiştekilerden oldukça farklılık göstermektedir.
Soğuk Savaşın ve bloklar arası mücadelenin sona ermesi sonucunda, küreselleşmeye yönelik yeni bir dünya düzeni arayışına gidilmesi, tehdit kavramlarını da değiştirmiştir. Tehdit kavramı daha önce belirgin ve kitlesel iken, 21’nci yüzyıl başlarında, çok yönlü, çok boyutlu ve değişken bir hale gelmiş, ortama belirsizlikler hâkim olmuştur. Geleneksel tehdit kavramı artık;
- Bölgesel ve etnik çatışmalar,
- Ülkelerdeki siyasî ve ekonomik istikrarsızlıklar ve belirsizlikler,
- Kitle imha silâhları ve uzun menzilli füzelerin yayılması,
- Köktendincilik,
- Uyuşturucu ve her türlü silâh kaçakçılığı,
-Uluslararası terörizm şeklinde ortaya çıkan yeni tehdit ve riskleri de ihtiva etmeye başlamıştır.
Mevcut konumuyla, yeni tehdit ve risklerin yoğunlaştığı Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu üçgeninin merkezinde, global güç ve oluşumların menfaatlerinin kesişim bölgesinde yer alan Türkiye’nin jeostratejik mevkiinden kaynaklanan bu durumun, bugüne kadar olduğu gibi 21’nci yüzyılda da değişmeyeceği ve Türkiye’nin öneminin ve yeni dünya düzenindeki yerinin daha da pekişeceği kıymetlendirilmektedir.
Türkiye’nin Savunma Politikası; doğası itibarıyla savunmaya yöneliktir ve ülkenin ulusal bağımsızlığını, egemenliğini, toprak bütünlüğünü ve hayati çıkarlarını korumak ve muhafaza etmek için düzenlenmiştir. Bu itibarla, Türkiye; 21’nci yüzyıla girerken, Millî Savunma Politikasında; - Bölgede barış ve güvenliğe katkıda bulunmayı ve bunu geniş bölgelere yaymayı,
- Bulunduğu bölgeye ve ötesine yönelik tüm stratejileri etkileyebilecek strateji ve güvenlik üreten bir ülke olmayı,
- Bölgesinde bir güç ve denge unsuru olmayı,
- İş birliği, yakınlaşma ve olumlu ilişkiler geliştirmek için her türlü fırsattan istifade etmeyi ve girişimlerde bulunmayı çağın gerektirdiği hedefler olarak görmektedir.
- Atatürk’ün koymuş olduğu “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” prensibi çerçevesinde tespit edilen Savunma politikasının temel esasları;
- Her türlü uluslararası gerginliğin azaltılmasına, adil ve kalıcı bir barışın sağlanmasına azamî katkıda bulunmak,
- Bağımsızlığı, bütünlüğü ve cumhuriyeti korumak ve kollamak,
- Krizleri ve çatışmayı önleyici tüm tedbirleri almak,
- Kollektif savunma sistemlerinde aktif olarak yer almak ve kendisine tevdi edilecek sorumlulukları yerine getirmektir.
Türkiye’nin Askerî Stratejisi:
Belirtilen bu politikanın desteklenebilmesi için Türkiye’nin Askerî Stratejisi dört önemli hususu içermektedir. Bunlar; - Caydırıcılık,
- Kriz Yönetimine Askerî Katkı ve Krizlere Müdahale,
- İlerden Savunma,
- Kollektif Güvenliktir. Bu kavramlardan özellikle kriz yönetimi ve asker unsuru Türkiye’nin askeri yapısı ve kültürüne göre kamu diplomasisinde askeri niteliğin ağırlığının artmasına sebep olmuştur. Soğuk Savaş sonrasında Türkiye Milli Savunma stratejisinin önemli ve ayrılmaz bir parçası olan Türk Dış Politikası da dönüşüm içerisine girmiştir. Ancak bu dönüşümün daha iyi anlaşılabilmesi için genel mahiyetli Türk Dış Politikası özelliklerini irdelememiz gerekmektedir.
Milli Savunma Konsepti Kapsamında Türk Dış Politikasının İncelenmesi ve Dönüşümü
Genel olarak herhangi bir ülke ve özellikle de bir Orta Büyüklükteki Devlet için ”dış politika” ne ifade eder? Başka bir söyleyişle, dış politikanın amacı nedir? Kolaymış gibi gözükmesine rağmen, bu soruyu net olarak yanıtlayabilmek güçtür. Doğal olarak, şu söylenebilir: ”Dış politikanın amacı, ulusal çıkarı dışa karşı gerçekleştirmektir.” Oysa, bunu söyler söylemez ”ulusal çıkar” kavramının ne olduğu gibi pek karmaşık bir soru karşımıza çıkar. Bununla birlikte, yukarıda söylenenlere rağmen dış politikanın temel amacı, her şeyden önce ”ülkenin bekasını sağlayacak ulusal güvenliği dışa karşı en geniş biçimde gerçekleştirmek” biçiminde tanımlanabilir. Bu ulusal güvenlik 3 ayaklıdır ve iç içe geçmiş 3 halka biçiminde düşünülmelidir. Bunlardan biri ”askeri”, diğeri ”ekonomik”, sonuncusu ise ”siyasal-toplumsal” halkadır. Bu halkalar bir arada düşünülünce, dış politikanın arkasındaki ulusal gücün temelini temsil ederler. Bunlardan bir tanesinin aksaması halinde ulusal güvenlik sisteminin sakatlanacağını söylemek gerekir.
Askeri Halka
Türk Devleti askeri temelli organize olmuştur. Bunun avantajı olan caydırıcılık ve türevi gibi kavramlar söz konusu olduğu gibi bazı anti demokratik durumların dezavantaj olarak yansıması da görülmüştür. Postmodern çağın gerekliliğine uygun bir güvenlik ve savunma modelini belirleyen Türkiye on sene evvel 700 bin olan asker mevcudunu neredeyse yarıya düşürmüştür. Kısmi profesyonelliğin kabul edilmesiyle beraber, Türk Silahlı Kuvvetleri, emir-komuta dahilinde demokratik siyaset ile iş birliği içerisinde dış tehditlere yönelik konumlanmaya başlamıştır. TSK, barış koruma misyonları gibi sorumlulukları üstlenmiş ve Katar, Sevakin, Başika gibi bölgelerde üslerini faaliyete geçirmiştir. Savunmada yerlilik payının artırılması oranında dönüşüm ile beraber güvenlik gereksinimi olan S-400 savunma sistemlerinin temini ile NATO ve Doğu Bloğu arasında bir denge kurularak temel ihtiyaçların karşılanması düşünülmüştür.
Ekonomik Halka
Türkiye’nin milli gelirinde iyileşme oranlarına rağmen kapsamlı bir ekonomik organizasyon gerçekleştirememesi durumu devam etmektedir. Afrika ve Orta Asya gibi ülkelerle ticari ilişkiler gelişmesine rağmen enerji ithalatçısı olunan Rusya ve Çin’in yanında, Doğu Bloğu ülkesi Çin ile dış ticaret hacmindeki makas giderek açılmaktadır. Bu durum Türkiye’yi enerji politikaları bakımından Rusya ve minvaline bağlı kılarken, buna göre de politik hamleler geliştirmesini engellemektedir.
Siyasal-Toplumsal Halka
Tanzimat döneminden itibaren geliştiği ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarıyla beraber yeni sisteme devredildiği siyaset bilimi tezlerinde yer alan Merkez-Çevre ilişkisi süreç içerisinde giderek kutuplaşan bir mahiyete bürünmüştür. İkinci Dünya Savaşı ve 1965’lerde başlayan kısa süreli ”Göreli özerklik” politikalarının dışında Batı İttifakından müstakil stratejiler geliştirilememiştir. Zaten Türkiye’nin siyasi ve toplumsal yapısındaki bunalımda buna engel olmuştur. Çünkü dış politika, iç siyaseti şekillendirdiği gibi; iç siyasetin yansımaları da, dış politikaya etki edebilmektedir. 1970’lerden itibaren yükselen toplumsal kutuplaşma, 1990’ların ortalarından itibaren ise başka adlar ile devam etmiştir. Türkiye’ye yönelik terör faaliyetlerinin artmasıyla ise, düşük yoğunluklu harp stratejisi belirlendiği gibi, toplumun milliyetçi hassasiyetinin yükselmesi ve yeniden militarist toplum bilincinin oluşmasını gerçekleştirmiştir.
Türkiye’nin dış politika arayışlarında Batı İttifakı’na kademeli olarak angaje olması, Türk idarecilerin keyfi kararları olmamakla birlikte, Komünizm’in bazı ülkelere yayılmasıyla birlikte bu ülkeleri emperyal arzular için harekete geçirmesi ve bu teşebbüslerin, Türkiye’nin yakın saha güvenlik çemberini tehdit etmesinden ötürü, zaten iki blok halinde yükselen global politikanın yapısından mütevellit olarak, Türkiye’nin alternatif seçeneği kalmamasından ileri gelmiştir.
Daha 7 Nisan 1939 yılında İtalya’nın Arnavutluk’u işgâli ve bu ülkeye 30 tümen asker çıkarması üzerine Türkiye ciddi olarak kaygılanmış ve arayışlar içerisine girmiştir.
Ancak Türkiye bu dönemde yine de tek bir kutubun dümen suyuna girmemiş ve Sovyetler Birliği ile de görüşmeler yürütmüştür.
1939 yılında dönemin Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu Moskova’ya hareket etmiş fakat gerçekleştirilen görüşmelerden sonuç alınamamıştır. Dönemin Başbakanı Refik Saydam’ın açıklamasına göre Sovyetler;
-Çanakkale Boğaz’ında müşterek müdafaa hususunda pakt
-Karadeniz’e sahildar olmayan ülkelerin gemilerinin boğazlardan geçmemesi konusunda önerilerini sunmuştur.
İkinci Dünya Savaşı döneminde ise Müttefik Kuvvetler ve diğer cephe Türkiye’den çeşitli istekleri talep etmişlerdir.
SSCB, savaştan sonra Boğazlar ile ilgili ortak savunmayı içeren notasını ilk kez 8 Ağustos 1946 yılında vermiştir.
24 Eylül 1946’da ise Türkiye’ye bir nota daha vererek Boğazlar rejiminin Karadeniz’e kıyıdaş devletlerce kararlaştırılması ve Boğazların savunmasının Türkiye ve SSCB tarafından ortaklaşa sağlanması şeklinde isteklerini yinelemiştir.
ABD, Türkiye’yi kollamaktan çok bu konunun kendisinin de dahil edilerek görüşülebileceğini belirtmesinden ötürü konuyu, ulusal güvenlik çıkarına endeksli bir stratejiyle değerlendirdiği ortaya koyulabilir. Bu gerginlikler neticesinde dönemin ABD Başkanı Harry Truman, ABD senatosunda bir konuşma yapmış ve bu konuşma ”Truman Doktrini” olarak siyaset bilimi literatüründeki yerini almıştır. Konuşmasının girişinde dünya savaşında Yunanistan’ın aldığı yaradan bahsetmiş ve yardım yapılmasının önemi dile getirilmiştir.
Bu konudan sonra ise Türkiye’ye değinerek, ”Yunanistan’dan daha az önem taşımadığı, Yunanistan’ın durumuna benzemese de, Türkiye’ye yardım yapılması” gerektiğini belirtmiştir. Böylelikle 400 milyon dolarlık yardım tutarının, 100 milyon doları Türkiye’ye aktarılacaktır.
Truman Doktrini yardımı Türkiye açısından önemliydi;
-İkinci Dünya Savaşı sırasında her ne kadar savaş dışında bulunsa bile ekonomisi büyük zarar görmüştür
-ABD ile yakınlaşılmış olunacaktır. Böylelikle Sovyetler Birliği’nin tehditleri karşısında artık yalnız olmayacaktır
-Özellikle genç subayların oldukça merkezi ordu düzeni ile beraber, üst rütbe kadrolarının şişmesinden şikayetçi olmaları, Amerikan yardımları dolayısıyla Amerikan etkisinin orduda hissedilmesine sebebiyet verebilirdi. Dolayısıyla bu yardımlar Türk Ordusu tarafından olumsuz karşılanmamıştır.
Doktrin, kısa bir süre sonra kurulacak NATO, Bağdat Paktı, SEATO gibi savunma örgütlerine ve Marshall Planına önayak olmuştur. Türkiye ise artık bütünüyle Batı ve özellikle Amerikan yanlısı bir dış politika yürütecektir.
NATO Ve Türkiye
Türkiye’nin, NATO’ya katılması hususunda en büyük muhalefet İngiltere’den gelmiştir. İngiltere’nin o dönemdeki stratejisi Türkiye’nin de içinde bulunduğu Akdeniz Paktı’nı hayata geçirebilmekti.
Ancak, özellikle İngiltere tarafından kurulmak istenen ve bölgedeki İngiliz üslerinin geleceğini güvence altına koyabilmek için, içine hiç olmazsa Mısır ve Irak gibi bazı Ortadoğu Devletlerini de alması beklenen bir Akdeniz İttifakının, İsrail ile Arap Devletleri arasındaki gerginlik yüzünden gerçekleşmeyeceği ortadaydı. Böylece Türkiye’nin, NATO üyelik isteği konusunda ABD tavır değiştirmeye başlamıştır.
Türkiye’nin NATO’ya alınması konusunda Birleşik Amerika’nın 1951 yılından başlayarak politika değiştirmesinin başlıca nedeni şudur: Doğu bloğuna dahil Balkan Devletleri bu sıralarda hızla silahlanıyorlar ve Kominform’un 1948 yılında Doğu Bloğu’ndan kopan Yugoslavya’ya karşı yaptığı baskılar yüzünden, NATO Başkumandanı General Eisenhower, emrindeki kuvvetlerin güney-doğu kanadının kuvvetlendirilmesini gerekli görmeye başlıyordu. Üstelik, Amerikalı hava uzmanları da Türkiye’nin ittifaka alınmasını önemle istiyorlardı. Çünkü Türkiye, ittifaka alınmadığı takdirde, ülkesindeki hava üslerinin Batılı Devletlere kiralanmasına muhalefet ediyordu. Amerikalı hava uzmanları, Sovyetler’in, Batı Avrupa’ya saldırmaları halinde, Türkiye NATO’nun üyesi olduğu takdirde bu ülkedeki üslerden kalkacak Amerikan uçaklarının Kafkaslar da ki petrol ve Urallar’da ki endüstri bölgelerini bombalayabileceklerini, ileri sürmüşlerdir. Yalnızca Akdeniz bölgesine inhisar edecek bir anlaşma Türkiye’deki üslerin bu maksatla kullanılmalarını sağlamayacaktı.
Türkiye’nin NATO’ya katılmasının, Türk Dış Politikasını etkileyebilecek iki sonucu vardır. Bunlardan birincisi Türkiye’de çok partili hayata geçmek için artık zemin tamamen oluşturulmuştur. Böylece Türkiye yerini kesin olarak Batı İttifakı içerisinde konumlamış ve tarihsel Rus antipatiesine siyasal boyutta eklenmiştir. İkincisi ise askeri dönüşüm batı standartlarda yaşanmaya başlamıştır. Bu önemlidir çünkü o dönemlerde ordu, devlet içinde devlet konumunu sürdürmektedir. Orduyu etkileyebilen, Türkiye’nin dış politikada atacağı adımları da belirleyebilecektir.
Bir ordunun teşkilatlanması fiziki koşullar ve maddi olanaklar kadar, harbi kavramsallaştırma biçimi ile de yakından ilintilidir. Talimnameler, kabaca bir ordunun harp anlayışını ya da tarzını uygularken gözettiği esas ve usulleri, yani askeri doktrinini ortaya koyan metinlerdir. Yürürlükteki askeri doktrinin ışığında, ordunun hangi sınıflardan oluşacağı, bu sınıfların işlevleri, askeri birliklerin kuruluşları, eğitimi, donatımı ve nihayet nasıl muharebe edeceği gibi hususlar yine talimnamelerle düzenlenir. Türk ordusunda talimnameler, NATO’ya giriş ile birlikte, Amerikan uygulamasına koşut biçimde Sahra Talimnameleri (Field Manuals) olarak yeniden adlandırılmıştır. Daha önceleri, talimnameler esasen Prusya/Alman düşüncesinden büyük ölçüde esinlenmiş, ancak Türkiye’nin özgün askeri gereksinimleri ve kısıtlı maddi imkânlarına göre uyarlanmış metinlerdi. Prusya ve Amerikan harp tarzları ile düşüncesinin Türk ordusuna etkisini bu talimnamelerde dile getirilen doktrinler üzerinden izlemek mümkündür. Amerikan askeri doktrininin etkisi yardımın daha ilk yıllarından itibaren hissedilmiştir. Amerikan yardımı öncesi Türk ordusu için öncelikli talimname doktrini, bir diğer ifadeyle harbin nasıl kavramsallaştırıldığının ortaya konduğu ”Muhtelif Sınıfların Birlikte Sevk ve Muharebesi” adını taşıyordu ve ”Truppen Führung” adlı Alman talimnamesinden uyarlanmıştı. Amerikan sisteminin öncelikli talimnamesi ise ”Karargâhlarda Teşkilat ve Çalışma Usulleri”idi. Eski Alman sisteminde bu talimnamenin karşılığı bulunmuyordu. Yani Amerikan sistemi karargâh görevlerini oldukça ayrıntılı tanımlamaktadır.
Osmanlı Devleti dönemimde ordunun bütünüyle başka bir devlet ekolünün denetimine girmesine izin verilmemiştir. O dönemde, Jandarma’da Fransız, Deniz Kuvvetleri’nde; Fransız ve İngiliz, Kara Kuvvetleri’nde ise Prusya etkisi vardır. Amerikan askeri anlaşmaları ve NATO’ya girişle böylelikle ordunun bütününde; Kara, Deniz, Hava olmak üzere, Amerikan ekolü ve etkisi hâkim olacaktır. Ancak yine de Türk ordusunu bütünüyle Amerikan ordusunun uzantısı olarak tanımlamak haksızlık olacaktır. Cumhuriyet tarihindeki askeri darbelerin sebebi NATO değil, ordunun siyasi ve toplumsal konumuyla beraber, siyasi ve ekonomik çözümsüzlük gibi onlarca faktörden ibarettir. Sonuçlardan çıkarım yapmak yerine sebepleri belirlemek ve tüme gitmek bilimsel olandır. NATO’nun olmadığı Osmanlı döneminde de pek çok askeri darbe yaşanmış Padişahların üçte biri darbe sonucu tahtlarından indirilmiştir. Neticede Türkiye’nin NATO üyeliği, yalnızca Türkiye’nin ya da ABD’nin müstakil kararlarıyla değil dönemin çizdiği zorunlu istikâmet neticesinde ”zamanın ruhuna” uygunluk dahilinde gerçekleşmiştir.
Soğuk Savaş Sonrası
SSCB eski Başkanı Michael Gorbaçov’un 1985 yılında başlattığı Glasnost (açıklık, şeffaflık) ve Prestroyka (yeniden yapılanma, yeniden inşa) politikaları doğrultusunda SSCB’nin henüz dağılmaya başlamadan gerek liberal-demokratik siyasi yapıya geçiş, gerekse de serbest piyasa ekonomisi sistemine entegre olma yolunda hızlı bir sosyo-ekonomik reform sürecine girildiğini söylemek mümkündür. Özellikle de Boris Yeltsin’in ilk döneminde (1991-1995) uyguladığı Batı yanlısı politikalar ile bütün dikkat ve motivasyonunu iç politika üzerinde yoğunlaştıran, adeta kapalı ekonomiden liberal ekonomiye adapte olmaya çalışan Rusya, böylece ABD’nin uluslararası liderlik konumuna herhangi bir karşılık verememiştir. Bu süreçle birlikte yaşanan politik karmaşa da Rusya içinde çok büyük bir sistem krizine yol açmıştır. Rusya’nın yaşadığı bu kriz nedeniyle Avrasya’daki jeopolitik boşluğun büyüdüğünü söylemek mümkündür. Elbette bu boşluk en başta ABD’nin doldurmaya çalışacağı ‘’jeopolitik ödül’’ olacaktır. Irak-İran savaşından sonra ve Irak’ın Kuveyt’i işgal girişimi akabinde Kuveyt’ten çıkartılması durumunda ABD, Ortadoğu’da ki askeri varlığını artırmıştır. Bosna krizinde de öncülüğünde gerçekleştirilen operasyonda kriz ve istikrarsızlık vakalarında çözüm unsuru olarak yalnızca kendisinin görülmesini sağlayacak propagandalara imza atmıştır. Ancak ABD bakımından Avrasya coğrafyasında her gelişme kendi isteği doğrultusunda şekillendirebileceği mahiyette olamamıştır. Bunun temel sebepleri ise şunlar olabilir:
1) ABD’nin Avrasya’daki jeostratejik hedefleri ile gücü arasındaki dengesizliklerin görülmesi,
2) Çin’in, Hindistan’ın ve Rusya’nın Avrasya’da yükselişe geçmesi,
3) ABD’nin tek başına ve kendi yetenekleri ile uluslararası sistemi tanzim edemeyeceğinin, özellikle de ABD Ordusu’nun aynı zamanda iki savaşı sürdürme imkânlarına sahip olmadığının anlaşılması,
4) Çok kutuplu dünya düzeni, küresel ekonominin ve jeopolitiğin ağırlık merkezinin Atlantik’ten Pasifik’e kayması,
5) Küresel kaynaklarının zenginliği nedeni ile Afrika kıtasının öneminin giderek artması,
6) Küresel jeopolitik güç mücadelesinin esas alanı olan Avrasya coğrafyasına Afrika’nın da eklenmesi ile mücadele alanının Afro-Avrasya coğrafyasına dönüşmesi,
7) ABD’nin küresel etkinliği giderek azalırken Çin’in ABD’ye rakip küresel bir güç olarak yükselmesi, Çin’i Hindistan ve Rusya’nın takip etmesi,
8) Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkasya’dan oluşan coğrafyanın Avrasya’daki güç mücadelelerinin jeopolitik ağırlık merkezini oluşturmaya devam etmesi,
9) Devlet dışı aktörlerin etkilerinin giderek artması,
10) Asimetrik tehditlerin çoğalması,
11) Jeopolitik belirsizliklerin de uluslararası sisteme egemen olması.
Avrasya özellikle Kafkasya-Orta Asya dilimleri; enerji kaynakları, geçiş güzergâhları, insan kaynağı gibi faktörler sebepleriyle oldukça önemlidir. Orta Asya-Kafkasya coğrafyasına egemen Sovyetler Birliği’nin dağılması neticesinde yeni Rusya, Çin, Hindistan, İran ve Türkiye gibi bölge ülkeleri yeni stratejiler geliştirmeyi ummuşlardır. Özellikle Çin ve Rusya, kökten dinci hareketlerle mücadele kılıfıyla bölgeye askeri yayılma teşebbüslerinde bulunmuşlardır. Hindistan ve İran’ın şu an için sınırlı kapasiteleri etki alanlarının genişlemesine olanak vermemektedir. Çin’in Tek Kuşak Tek Yol projesine ağırlık vermesi bölgenin güvenlik ve ulaşım-bilişim ağlarıyla örülmesini gündeme getirmiştir. Fakat bölgede iddiasını sürdüren en önemli devlet yine Rusya olarak gözükmektedir. Rusya, NATO’nun yayılmacı güç misyonunu kabul etmemektedir. Buna göre ŞANHGAY ve Kolektif Güvenlik Örgütü’nü yönlendirme teşebbüslerinin yanı sıra ikili ilişkilerini geliştirme stratejisindedir. Askeri olarak da kendisini güncellemiştir. Kendisi de ordu kökenli olan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin bu konuyla özel olarak ilgilenmektedir.
Yeni Rus Ordusu’nun bir milyon kişilik olması ve birliklerin savaş halinde ihtiyat kuvvetlerin seferberliği haricinde muharebeye hazır bulunması kabul edilmiştir. Bu sayı Rusya’nın kenar kuşağında ortaya çıkacak çatışmalar için yeterli olmakla birlikte, NATO’nun gücüne karşı son derece düşüktür. Dolayısıyla yeni doktrinin daha çok savunma ve kısıtlı harekâta yönelik unsurları içerdiğini, elinde ya da etki alanı içinde bulunan enerji kaynaklarını ve enerji hatlarını korumaya yönelik olduğunu söyleyebiliriz. Yeni Rus Doktrininde dikkate çarpan önemli bir özellik daha vardır. Sovyetlerden beri kullanılan geleneksel dört seviyeli komuta yapılanmasından, ABD’nin kullandığı üç seviyeli sisteme geçilmektedir. Yani artık hantal ve külfetli olan ‘’askeri alan-ordu-tümen-alay’’ sisteminden ‘’askeri alan-harekât komutanlığı-tugay’’ sistemine geçilmektedir. Ordunun ‘’az ve öz’’ mantığına geçiş, buraya ayrılacak kaynakların en azından bir kısmıyla silah geliştirme programları hızlandırılarak modern savaş sistemlerinin seri üretimleri önündeki mali engeller kaldırılabilir. Savunma bütçesinin de yükseltilme teşebbüsü daha modernize bir ordu kavramını vurgulamaktadır. Ancak yine de Avrasya’nın bütününe Rusya engel olmamıştır. Çünkü bu durum yalnızca askeri kaynaklar ve enerji potansiyeline sahip olmakla sürdürülebilecek bir strateji değildir.
Türkiye’nin bölgeye yakın, kültürel olarak ise akraba olması Kafkasya-Orta Asya hattına ilgili duymasını sağlamıştır. Türkiye’nin kimlik politikaları yönünden, hem muhafazakâr hem milliyetçi hem ulusalcı gruplarının Orta Asya ile ilişkilerin desteklenmesi yönünde olumlu tavırları da Türk karar vericilerin motive unsuru olmuştur. Orta Asya’dan toplu olarak öğrencilerin Türkiye’ye eğitim için getirtilmeleri, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın başlattığı girişimi sonraki Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in devam ettirme gayretleri, kabinede olmamalarına rağmen siyasal kimliğinden ötürü bölge ile kültürel köprülerin oluşturulması gayesiyle milliyetçi lider Alparslan Türkeş’in de Orta Asya seyahatlerine dahil edilmesi olumlu unsurlar arasındaydı. Üstelik Türkiye’nin, Orta Asya ilgisi, ABD’nin bölgede Rusya ve Çin’i dengeleme teşebbüsü olarak ABD’nin de gayet işine gelirdi ve bu girişim desteklenirdi. Bunun için Türkiye’nin kapsamlı bir Orta Asya stratejisi geliştirmesi şarttı. O dönemden itibaren Türkiye’nin, Orta Asya için geliştirdiği dış politika hedefleri ise şu biçimde sıralanabilir:
⦁ Türk Dış Politika hedefleri, ideolojik düşüncelere değil pragmatist ekonomik ve politik amaçlara dayalıdır.
⦁ Türkiye, kendisini laik ve demokratik bir toplum ve devlet yapısına sahip bir cumhuriyet olarak tanıtmayı amaçlamaktadır.
⦁ Türkiye, bölge ülkelerinin ekonomilerine destek verilmesinden yanadır. Böylelikle Türk yetkililer, Türkiye’nin Orta Asya’daki siyasal ve ekonomik profilini genişletebileceğine inanmaktadır.
⦁ Türkiye, Orta Asya bölgesine yönelik dış politika hedeflerini gerçekleştirebilmek için Batı’nın, özellikle Amerika’nın desteğini almak istemektedir.
⦁ Türkiye, Orta Asya ülkeleriyle çok taraflı ve ikili kültürel, ekonomik ve siyasal ilişkilerin geliştirilmesini teşvik etmektedir.
⦁ Türkiye, Orta Asya bölgesindeki doğal kaynaklardan ve ekonomik zenginlikten en iyi şekilde yararlanmak istemektedir.
⦁ Türkiye, bölge ülkelerinin uluslararası kuruluşlara entegrasyonu için gerekli her türlü yardımı yapmaya heveslidir.
İyi niyetli girişimlere ve kısmi noktalarda Türkiye’nin, ABD ile olan ittifakına rağmen, bölge ile ilgili kapsamlı stratejiler oluşturulamamıştır. Bunun temel sebeplerini ise şu biçimde sıralayabiliriz:
⦁ Türkiye, Sovyetler Birliği’nin dağılmasına hazırlıklı değildi bunun için bölgeye yönelik özgül politikalar oluşturamamıştır.
⦁ 1990’lı yıllarda, terör örgütü PKK’nın Türkiye’de yükselttiği terör eylemleri, Türkiye sivil-asker ilişkilerinin hasarlı yapısı ve 1997’den itibaren iç tehdit kavramına öncelik verilmesi gibi hususlar, Türk Cumhuriyetleriyle ilgili politikaların geri dönüşünü olumsuz kılacaktır.
⦁ Türkiye’nin özgül Orta Asya stratejisi geliştirmesi, ABD ile çıkar çatışmasına sebebiyet verirdi ve bu durum zaten Türkiye’nin elini zayıflatacaktı.
⦁ Türkiye’nin, Orta Asya ile sağlıklı ilişkiler tesis etmesi, çok kutuplu ve sonrasında bloksuz düzenin gereğiydi fakat Türkiye, Orta Asya’ya yöneldikçe, Doğu Ekolünün lideri olan ülkelerle de arası açılacak ve yine Batı bloğuna, dolayısıyla da Batı bloğu politikalarına angaje olma riski taşımaktaydı.
Türkiye’nin, Türk Cumhuriyetleri ile geliştirmek istediği ‘’Ağabey-Kardeş’’ stratejisi de yanlış uygulamalar sebebiyle olumlu sonuçlanmamıştır:
⦁ Kardeş sıfatıyla anılan bu ülkelerin özellikle güvenlik konusunda bir Ağabey’e gereksinimleri sorgulanmamış, ülkelerin denge faktöründe Ankara’ya verecekleri rol tartışılmamıştır. Rusya güvenlik konusunda etken ülke konumunu muhafaza etmiştir. Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın Rusya yanlısı savunma ve güvenlik politikaları, Ekim 2000’de Kolektif Güvenlik Paktı’na üye olmalarıyla da netleşmiştir. Kazakistan Dışişleri Bakanı Tokayev’in ‘’ABD’nin Hazar bölgesindeki varlığı, ulusal güvenlik konularında Kazakistan’ın çıkarlarına uygundur…’’ açıklaması 11 Eylül sonrası dönemde de olsa dengenin nasıl oluşturulduğuna ilişkin bir örnektir.
⦁ Siyasi ve ekonomik dönüşüm içinde olan bu ülkelerin yeni konumları dikkate alınmamıştır.
⦁ Periyodik aralıklarla ekonomik kriz yaşayan Türkiye’nin sosyalist ekonomiden serbest Pazar ekonomisine geçişin yol açacağı sorunların çözülmesinin ve yapısal reformların gerektirdiği mali katkıyı yapamayacağı hesap edilememiştir.
⦁ Türkiye’nin temsilcileri bu ülkelere yaptıkları gezilerde ‘’Ağabey rolü gereği’’ güçlerinin üzerinde bol miktarda kredi sözü vermiştir.
⦁ Tutulmayan bu sözler itibar kaybına neden olmuştur.
⦁ Bölgede siyasal ve ekonomik etkinliği olan Rusya Federasyonu faktörü göz ardı edilmiştir.
⦁ Rusya’ya rağmen ‘’bölgesel liderlik’’ oynama siyaseti takip edilmiştir.
⦁ Türkiye’nin bölge ülkeleriyle tarihsel/dinsel/dilsel bağları olmakla beraber bölgeye komşu değildir; dış politikada önceliği başta Avrupa Birliği olmak üzere siyasi/güvenlik/ekonomik bağlamda Batı’ya vermiş gözükmektedir; ‘’kardeş ülkeler’’ denilen bu yeni Cumhuriyetlere ‘’öncelik konusunda’’ âdeta ‘’üvey evlat’’ muamelesi yapmıştır/yapmaktadır.
Türk Dış Politikası ve Türk Silahlı Kuvvetleri
Türkiye Cumhuriyeti’nin, Osmanlı Devleti’nden devir aldığı kurumsal özelliklerinin başında ordunun siyasi arenadaki ayrıcalıklı konumu bulunmaktadır. Cumhuriyet’in kurumsal olarak ortaya koyulmayan ancak olduğu öne sürülen Kemalist ideoloji zeminine dayanak oluşturmak suretiyle askeri darbelerin meşruiyet kazandığı özellikle ise 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin darbeci damarı beslediği ileri sürülen popüler bir tezidir. Ancak Osmanlı Devleti’nde de Padişahların üçte biri darbeyle tahtlarından indirilmişler ya da tahta geçirilmişlerdir. O dönemde de bu darbelere meşru bir zemin bulunmuştu ve darbeciler için uygun bir söylem geliştirmek hiç zor olmayan bir mefhumdu. Bu alışkanlığın sivil bürokrasinin gelişmesiyle birlikte darbe zihniyetini de aşarak toplumsal ve siyasi alana müdahil alışkanlığı bir devletin iç politikası kadar dış politikasını da etkileyebilecek bir mekanizma olurdu.
27 Mayıs 1960’dan itibaren çoğalan modern askeri darbeler, muhtıralar ve bildiri yayımlama prensibi her darbe veya benzer girişimden sonra genel hatlarıyla dış politikadan sapılmamasını getirmiştir. Askerler dış politika gibi karışık ve uzmanlık seviyesinde ki bir alanda köklü değişiklikler yapmak yerine NATO benzeri kurumlarla ilişkilerin devamlılığına vurgu yaparak iktidarlarının tanınmasını beklediler. Genellikle iç siyaseti yönlendirici etkileri, dış politikanın faturasıyla siyasileri baş başa bırakmaya dönük bir misyonu içeriyordu. 1961 Anayasası’nda hayata geçirilen Milli Güvenlik kurulu zaman içerisinde güvenlik politikaları üzerinde etki sürdürecek askeri bir organ haline dönüşmüştür. 1990’ların başında başlayan sivilleşme ya da sivil-asker ilişkilerinin demokratik teamüle oturtulma çabaları ise 1995 yılında Refah Partisi’nin iktidara gelmesiyle birlikte yeniden askerlerin büyük oranda iç siyasete müdahil oldukları bir atmosferi doğurmuştur. Bunun sonucu olarak askeri kanat ABD ve İsrail ile ilişkilerin devamından taraf politik hamleleri tavsiye etmiştir.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelmesiyle beraber, Türkiye’de ivme kazanan Avrupa Birliği süreci, siyasetin demokratikleşme ve sivilleşme çabasıyla birleşince askerin etkin olduğu yasal merci MGK da sivilleşmiş ve etkisi neredeyse sembolik seviyeye indirgenmiştir. Ancak buna rağmen askerler özellikle iç politikada etkin olmuşlardır. 2002-2006 yılları arasında Genelkurmay Başkanlığı görevini üstlenen ve demokrat olarak ifade edilen Orgeneral Hilmi Özkök bile başta İmam Hatip konusu olmak üzere pek çok alanda kimi zaman sert tonlu açıklama yapma gereği duymuştur. Ancak askerlerin dış politika ile aralarına mesafe koymaya başlamaları bu süreçte de devam etmiştir. Bu yıllarda en önemli dış politika konuları arasında, ABD’nin, Irak’a müdahalesini içeren ve bu bağlamda Türkiye topraklarında konuşlanılması gündeme gelen 1 Mart tezkeresiydi. Asker tezkere konusunda net bir görüş ifade etmese bile bu durum ABD’li yetkililer tarafından ordunun siyasete baskısı olarak işlenmiş ve bazı Türk komutanlar sakıncalı ilan edilmişlerdi.
O dönemde en önemli dış politika konularından birisi ise Kıbrıs müzakereleriydi. Ak Parti hükümeti iki toplumlu ve tek devletli çözümden taraftı ve bu durumu ordu da onaylamıştı. MGK bildirilerinde bile pürüz çıkmaması bu durumun kanıtları arasında olmuştur. Fakat yine de ordunun tam olarak dış politikaya ilgisiz olduğu söylenemezdi. MGK’nın dışında Dışişleri Bakanlığı bünyesindeki ne benzer yapılarda daireler ve çalışma grupları oluşturulmuştur. Bu grup ve dairelerden başlıcaları ise şu biçimde sıralanabilir:
⦁ Yunanistan ve Kıbrıs ilişkilerini incelemek için; Yunanistan-Kıbrıs Dairesi
⦁ Ulusal Bilgi Güvenliği için; Güven Çalışma Grubu
⦁ Komşu ülkelerdeki füze silahlanmalarını incelemek için; Barbaros Çalışma Grubu
⦁ AB Türkiye sürecini izlemek için; AB Çalışma Grubu
⦁ Kafkasya’da ki gelişmeleri izlemek için; Kafkasya Çalışma Grubu
⦁ Türkiye’nin uluslararası ilişkiler araştırmaları için; Stratejik Araştırma ve Etüdler Milli Komitesi
⦁ Genel stratejileri üretebilmek için; Stratejik Araştırma ve Etüdler Merkezi
⦁ İslâmcı hareketleri izlemek için; Batı Çalışma Grubu
⦁ Ak Parti icraatlarını izleyebilmek için; Cumhuriyet Çalışma Grubu
⦁ Kürt sorununu izleyebilmek için; Doğu Çalışma Grubu.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu denli araştırma ve çalışma grubuna haiz olmasına rağmen doğru analizler temin edip dış işleri karar sürecine bilgilendirici olarak katılması gerektiğine rağmen bu hususta gerekli itinanın gösterilmemesi de ideolojik kalıplar ve söylemlerden çok aslında kurulların işlevselliğinin verimliliğini tartışmaya açmaktadır.
Asker sivil ilişkilerinin özellikle 15 Temmuz 2016’dan sonra siviller lehine baskın olarak şekillenmesiyle beraber Genelkurmay’ın da dış politikada ki konumu neredeyse en alt kademeye indirilmiştir.
Önceki yıllarda dış politika yapım sürecinde anayasal açıdan, doğrudan yetki ve görevi olmamakla birlikte etkin olan kurumlardan birisi Genelkurmay Başkanlığı idi. Milli güvenlikle ilgili sorunlarda Dışişleri Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı ile birlikte hareket eder ve Silahlı Kuvvetlerin bu konudaki uzmanlığından yararlanırdı. Bazı kanuni düzenlemeler Genelkurmay Başkanlığının dış ilişkiler alanında etkili olabilmesini sağlamaktaydı.
Ancak 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra geçiş sürecinde Genelkurmay Başkanlığı Cumhurbaşkanı’na, OHAL döneminden sonra ise Milli Savunma Bakanı’na bağlanmıştır ve kuvvetler üzerinde de doğrudan bir yetkisi bulunmamaktadır. Yeni güvenlik modelinde Genelkurmay Başkanlığı, üniformalı askeri statülü danışman olarak görülmektedir ve bu durumda dış politika üzerindeki dolaylı etkisini kaybetmiştir. Yeni dönemde Milli Savunma Bakanlığı ön plana çıkmaktadır. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi modeli ile birlikte, politik kurullar oluşturulmuş ve bakanlıkların yol haritaları kurulların taslak ve raporları doğrultusunda belirlenmeye başlamıştır. Buna göre dış politika yapım sürecinde doğrudan etkili merciler; Cumhurbaşkanlığı-Güvenlik ve Dış Politikalar Kurulu-Dışişleri Bakanlığı olarak belirlenmiştir. İlerleyen süreçte Milli Savunma’nın da güvenlik ile ilgili konularda görüş ve taslakları dikkate alınmaya başlamıştır. Bu uygulama doğru bir stratejiyi içermektedir.
Değişen dünyanın uluslar ilişkileri ve diplomatik yeteneklerinde sert gücün ötesine geçen yumuşak güç uygulamaları bu güçlerin temel ögelerinin misyonlarını da genişletmiştir. Örneğin ordular artık yalnızca askeri güç uygulamalarında değil zorlayıcı diplomasinin yanı sıra, yumuşak güç uygulamalarında da görev almaktadırlar. Bunların başında ise kamu diplomasisi faaliyeti olarak da nitelenen barış koruma misyonları gelmektedir.
Türk Dış Politikasının sloganı haline gelen ‘’Yurtta sulh, cihanda sulh’’ ilkesi doğrultusunda Türkiye dünya barışının korunmasına kabiliyetleri doğrultusunda katkıda bulunmaktadır. BM’nin barışı koruma faaliyetleri genel olarak Soğuk Savaş sonrası dönemde yoğunlaşmaktadır. Barışı koruma olarak adlandırılmakla birlikte Soğuk Savaş döneminde de askeri müdahaleler görülmüştür. Bunlardan ilki, Kora Savaşı’na müdahaledir. Soğuk Savaş ortamında hür dünyanın savunulması adına Kore’ye asker gönderen Türkiye, hür dünyanın parçası olduğu ve Avrupa’nın SSCB’den korunmasında özverili ve kahraman Türk askerine ihtiyaç olduğu mesajını vererek NATO’ya üyelikle birlikte Türkiye’nin Batı’ya ait olduğunun tasdik edilmesini sağlamıştır. Kore’ye asker gönderilmesi elbette bir kamu diplomasisi faaliyeti olmaktan çok, Türkiye’nin yakından maruz kaldığı SSCB tehdidine karşı Batı güvencesi sağlayacak NATO üyeliğinin bir nevi faturası olarak değerlendirilebilir. Öte yandan bu deneyim, Türk askerinin dış politika hedefleri doğrultusunda, doğrudan güç uygulama dışında kullanılmasına da bir örnek teşkil etmektedir. Barış koruma harekâtları yalnız BM tarafından değil, diğer uluslararası örgütler veya bir ülke liderliğinde oluşturulan ad hoc çok uluslu kuvvetler tarafından da gerçekleştirilebilmektedir. Ancak bunların tamamında BM Güvenlik Konseyinin veya istisnai durumlarda genel kurulun yetki kararı çerçevesinde hareket edilmektedir. Yani AB veya NATO tarafından da icra edilse BM kararına dayanması, müdahalenin uluslararası hukuk açısından meşruiyetinin temelini oluşturmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin katıldığı tüm barışı koruma harekâtları uluslararası hukuki meşruiyeti haizdir. Elbette uluslararası hukuk açısından meşru görünen bir müdahalenin siyasi ve toplumsal açından da meşru olduğunu söylemek mümkün değildir. Barışı koruma harekâtları arasında nitelik açısından askeri harekâtlar ve sivil misyonlar olmak üzere ikili bir ayırım yapılması mümkündür. Çatışmaları durdurmak veya önlemek amacıyla oluşturulan askeri harekâtlarda doğal olarak ordular/askeri unsurlar kullanılırken, barışı korumak ve çatışma sonrası özellikle devlet inşasına yardım ederek söz konusu bölgede uzun süreli istikrarı sağlamak amacıyla oluşturulan sivil misyonlarda kolluk kuvvetleri veya sivil personel kullanılabilmektedir. Türkiye’nin katıldığı askeri harekâtlarda, TSK unsurları görevlendirilirken sivil misyonlarda da Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı görev yapmaktadır.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kamu Diplomasisi Faaliyetleri
. Kosova
NATO, Şubat 1998’de Kosova’da Arnavut ve Sırp birlikleri arasındaki çatışmaları durdurmak için yapılan görüşmelerden sonuç alınamaması üzerine BM’nin 1244 Sayılı Kararı gereğince 23 Mart 1999’da Sırbistan ve Karadağ’a hava harekâtı başlattı. Kosova Gücü (KFOR) ve BM Kosova Geçici Yönetim Misyonu (UNMIK) da 10 Haziran 1999 tarihinde bölgeye girdi.
Kosova’daki gelişmelere kayıtsız kalmayan Türkiye de NATO harekâtına destek verdi. Kosova Türk Tabur Görev Kuvveti bu kapsamda, 01 Temmuz 1999 tarihinde Ankara Mamak’taki kışlasından Kosova’ya kara, hava ve demiryoluyla intikaline başladı ve 04 Temmuz 1999 tarihinde intikalini tamamlayarak barışı destekleme harekâtında görev aldı.
Kosova Türk Temsil Heyet Başkanlığı’nın 16 Mayıs 2006’da kurulmasıyla buraya bağlanan Kosova Türk Tabur Görev Kuvveti, KFOR kuvvetlerinin kolordudan tümen seviyesine düşürülmesiyle Temmuz 2011’de Türkiye’ye döndü. Bu tarihten itibaren Kosova’da kalan 6. Motorlu Piyade Bölüğü, Çok Uluslu Muharebe Grubu-Doğu harekât komutasında Bondsteell Kampı’nda konuşlandırıldı. Çok Uluslu Muharebe Grubu-Doğu bünyesinde bulunan diğer ülke bölükleriyle dönüşümlü olarak Kosova’nın kuzeyindeki kamplarda görev yapıyor.
Türk askerinin diğer ülkelere kıyasla daha etkin olduğu sivil asker işbirliği faaliyetlerinde, eğitim, sağlık, alt yapı desteği ve insani yardım faaliyetleri ön plana çıktı. Kosova genelinde yürütülen, sağlık taramaları, Türkçe dil kursları, altyapının geliştirilmesi çalışmaları ile köy yollarının bakım ve onarımı faaliyetleri halkın takdirin kazandı.
Prizren’deki Sivil-Asker İşbirliği Gençlik Merkezi’nde açılan Türkçe dil kursları bölgedeki büyük bir boşluğu doldurdu. Ayrıca, bölgenin altyapı hizmetleri için TSK; Devlet Su İşleri, Karayolları, İl Özel İdareleri tarafından tahsis edilen iş makinalarıyla bölge halkına hizmet etmiştir. Sağlık sorunlarıyla ilgili olarakta Sultan Murad Kışlası’nın revirinde gerekli hizmetler verildi.
TSK, eğitim konusunda da faaliyetlerde bulunmuştur. Örneğin, Prizren Belediyesine bağlı Lubijda köyünde ki ‘Ekrem Reca’ ilköğretim okulunun anasınıfının bakım ve onarımını gerçekleştirmiştir. TSK personelinin faaliyetleri sağlık, eğitim, altyapı gibi toplumsal hizmetlerin yanında, bireylere dokunan temasları da kapsamıştır. Örneğin, ‘Engelliler Haftasında’ Türk Askeri elli civarında engelliyi evlerinde ziyaret ederek tekerlekli sandalye hediye etmiştir. TSK, Kosova’yı tarihi yurt olarak kabul eden Türkiye’nin sosyal ve duygusal hafızasını taşımaktadır ve Kosova’da gerçekleştirdiği faaliyetler bu sebeple resmi formalitelerden öte anlamlar barındırmaktadır.
. Bosna Hersek
TSK’nin, Bosna Hersek’teki kamu diplomasisi faaliyetleri, AB tarafından kurulan EUFOR ALTHEA Harekâtı çerçevesinde görevli personel tarafından gerçekleştirilmektedir. Türk askeri burada ayrıca Sivil-Asker İşbirliği faaliyetlerinin de gerçekleştirilmesinden sorumludur. Bu faaliyetleri şu biçimde sıralayabiliriz:
⦁ Türkçe kursları düzenlenmesi ve başarılı öğrencilerin Türkiye’ye kültür gezisine gönderilmesi,
⦁ Okullara veya hastanelere malzeme temin edilmesi veya bakım onarım ve inşaat faaliyetlerine destek vermesi,
⦁ Özellikle Müslüman nüfusun bulunduğu bölgelerde Ramazan ayında ihtiyaç sahibi ailelere yardım paketleri dağıtılması,
⦁ Bölgede düzenlenen satranç turnuvası veya iftar yemeği gibi sosyal etkinliklere katılım sağlanmasıdır.
. Afganistan
11 Eylül saldırısı sonrasında Afganistan’da Taliban rejimini iktidardan uzaklaştırmak ve terör örgütü El Kaide ile mücadele için NATO, bu ülkede oluşturduğu ISAF komutanlığıyla operasyon başlattı. Türkiye başından beri ISAF’ta yer aldı.
Türkiye ISAF’ın yedinci döneminde 3’üncü Kolordu Komutanlığı ile Şubat-Ağustos 2005 tarihleri arasında 30 ülkeden oluşan bin 450’si Türk olan askerin komutanlığını üstlendi. Türkiye aynı dönemde NATO komuta kontrol yapısı içerisinde bulunan Kabil Uluslararası Havaalanı’nın işletilmesini de yürüttü. TSK’nın Afganistan’da üstlendiği birçok görevden birisi de Afgan ulusal güvenlik güçlerinin bu ülkenin güvenliğini tek başına üstlenebilmesi için verdiği eğitimdir. Bu amaçla Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından Kabil’de açılan Gazi Askeri Eğitim Merkezi’nde Afganlı astsubayların temel eğitimleri Türk askeri tarafından verilmiştir.
ISAF bünyesinde bugüne kadar 12 binden fazla Afgan personele Afganistan’da görev yapan Türk askeri yerinde eğitim verdi.
ISAF kapsamında Türkiye: Biri Vardak’ta, diğeri ise Şibirgan/Cevzican’da olmak üzere Afganistan’da iki adet Bölge İmar Ekibi görevlendirmiştir.
6 Ocak 2019’dan itibaren, Türk askerinin Afganistan’da ki görev süresi iki yıl daha uzatılmıştır.
. Suriye
Türkiye’nin sınır güvenliğini sağlayabilmek amacıyla askeri unsurlarını Suriye’ye sevk etmesiyle beraber dünya kamuoyunda Türk ordusu ve ordu nezdinde Türkiye’yi karalama kampanyaları başlatılmak istenmiştir. Ancak Türk ordusunun terör unsurları dışında sivil halkla olumlu iletişimi sağlayan uygulamaları propagandaları boşa çıkarttığı gibi TSK’nin geleneksel misyonuyla örtüşen sonucu doğurmuştur.
Resulayn’da Türk askerleri çocuklara çikolata ve şeker dağıtırken kadınlara ve yaşlılara yardım kolilerinin dağıtılmasında yardımcı oldu. Askeri fırın ünitesinde pişirilen ekmeklerde yine askerler tarafından halka dağıtılmıştır.
Türk askerinin görev yaptığı ülkelerde gerek barış koruma harekâtları gerek Sivil-Asker İşbirliği faaliyetleri, Türkiye’nin temsiline ve Türk kültürünün tanıtımına ciddi olumlu katkılar sağlarken, savaş ve çatışma sonrası travmayı atlatmaya çalışan toplumlara düzen ve barışın sağlanmasında maddi ve manevi destek verilmesi, güçlü Türkiye imajını beslemektedir. Türkiye’nin, Bosna Hersek ve Kosova gibi tarihi ve kültürel bağları bulunan ülkelerin halklarına, TSK unsurlarının bu ülkelerdeki barışı koruma harekâtlarında görev almak suretiyle güvenliklerinin sağlanmasında verilen bu destek ortak tarihi hafızanın pekiştirilmesine de katkı sağlamaktadır. Afganistan’da ISAF’ta görev yapan diğer ülkelerin askerlerinin kışlaların dışına çıkamadığı, buna karşılık halkın Türk askerlerinin varlığından rahatsızlık duymadığı, hatta yardımcı olmaya çalıştığı söylentileri efsane haline gelmiştir.
Bütün bu yazılanlardan sonra Türk dış politikasında genellikle kısıtlı imkânlar doğrultusunda adımlar atılmıştır. Bu adımlar uluslararası bir sistemi inşa edici ya da dönüştürücü mahiyette olmamıştır fakat daha özgül ve özerk politik stratejilerin uygulandığı dönemler olarak 1923-1938, 1939-1944, 1965-1970, 1974-1977, 2002 sonrasında ise parçalı olarak inişli çıkışlı dilimler gösterilebilir.
. Uluslararası sistemdeki ABD hegemonyasının değişmesi veya en azından Türkiye’nin bu yapısal hegemonyadan farklı bir yapı geliştirmesi veya içinde yer alması gerekir. Son dönemlerde gelişen Türkiye-Rusya veya Türkiye-AB yakınlaşmaları, böyle bir durum değildir. Bir dönem uygulanmak istenilen Yeni Osmanlıcılık projesi, ancak bu coğrafya ve kültür ülkelerinin ABD hegemonyasından farklı bir yapı oluşturmaları veya içine girmeleri ile mümkün olabilir ki, bugün için bunu söylemek mümkün değildir. Zira Yeni Osmanlıcılık kapsamındaki ülkelerin büyük çoğunluğu uzun zamandır ABD hegemonyası içinde yer almaya devam eden aktörlerden oluşmaktadır.
. Türk dış politikasındaki medeniyet perspektifli dış politika anlayışının, mevcut uluslararası sistem yapısının gerektirdiklerinden farklı bir içeriğe ve hedefe sahip olması gerekir. Örneğin, Türkiye’nin dış politika uygulamaları, etrafındaki bölgelerde medeniyet değerlerine dayalı yeni, otonom ve farklı bir ekonomik, siyasal, kültürel ve stratejik düzen kurması ile sonuçlanabilirse, yapısal ve kalıcı ve bir dönüşüme yol açabilir.
. Türkiye’nin iç ve dış politikasında medeniyet araçlarının kullanımı konusundaki eğilimlerin güçlendirilmesi gerekir. Türkiye’nin gerek iç ve gerekse dış politika sorunlarının, hem Batı medeniyeti hem de İslâm medeniyeti kaynaklı değerlerinin özgün bir şekilde buluşturularak ve kaynaştırılarak çözümünün sağlanması mümkündür.
. Türk dış politikasında bir değişimin olabilmesi için, öncelikle iç politikanın bu yönde yeniden yapılandırılması ise kaçınılmazdır. İyi bir iç politika düzeninin şartları olan demokrasi, hukukun üstünlüğü, çoğulculuk, piyasa ekonomisi, insan hakları ve medeniyet değerleri, Türkiye’nin dış politikasına da paralel bir şekilde yansıtılmalıdır.
. Türk dış politikasında medeniyet ve kültür değerlerine dayalı bir değişimin olabilmesinin diğer bir boyutu, ilgili medeniyetin ülkeleriyle sıkı bir işbirliği, dayanışma ve ortak anlayışlara dayalı kurumların geliştirilmesi gereğidir.
Türkiye’nin savunma ve güvenlik politikalarının ayrılmaz parçası olan dış politika uygulamaları siyasi ya da taraflı saiklerle yanlış değerlendirilerek uzun yıllar boyunca durağan yada statükocu olarak yorumlanmıştır ancak Türkiye için revizyonist stratejilerde bir hakikattir.
Türk Dış Politikası ve Revizyonist Stratejiler
Revizyon sözcüğüne birkaç açıdan yaklaşılabilir. En genel anlamda, yenileyerek düzeltme demektir ve motor revizyonu anlamında bile kullanılır. Marksist literatürde revizyonizm, bu ideolojiyi sulandırmak demektir. Revizyonizmin Uluslararası politikadaki genel anlamı, mevcut Uluslararası düzeni (statükoyu) değiştirmek istemek, siyasal tarih dalına giren en dar anlamı ise Birinci Dünya Savaşı’nı bitiren antlaşmaların kurduğu düzeni reddetmek ve onları değiştirmeye girişmektir. Burada kullanılan anlamı budur. En başta Almanya tarafından temsil edilen revizyonist devletler karşısında ise ”Versailles Düzeni” genel adıyla anılan bu antlaşmalardan memnun olan ”statükocu” ülkeler, en başta da savaşı kazanan Fransa ve İngiltere yer almıştır. İki savaş arası dönem; emperyalizme erken başlamış olmak sayesinde durumundan memnun olan ve elindekini kaptırmak istemeyen statükocularla, emperyalizme geç başlamış olmak yüzünden durumundan memnun olmayan ve ”güneşin altında yer” isteyen revizyonistlerin dünya egemenliği kavgasından ibarettir. Ancak Türk dış politikası ve revizyonist uygulamalar emperyalizm yerine sınır güvenliği, bağımsızlık ve ulus bütünlüğü ile ilgilidir ve bu bakımdan revizyonizmin kendisine özgü yorumunu içermektedir. Türk dış politikasında ihtiyaca göre oluşturulan revizyonist stratejileri inceleyelim.
Misak-ı Milli:
Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin 28 Ocak 1920’de kabul ettiği belgede alınan kararlar şu biçimdeydi:
1-Arap kökenli halkların oturduğu ve Mondoros Ateşkes Antlaşması’nın imzalandığı tarihte yabancı devletlerin işgali altında bulunan bölgelerin geleceği halkın serbest oyuyla belirlenecektir; ateşkes sınırları içinde Osmanlı-İslâm çoğunluğun yerleşmiş bulunduğu kısımların tümü gerçekte ya da hükmen hiçbir nedenle birbirinden ayrılamayacak bir bütündür.
2-İlk özgür kaldıkları zaman halklarının isteğiyle anavatana katılan Kars, Ardahan ile Batum illerinde, gerekirse yeniden halkoylaması yapılabilecektir.
3-Batı Trakya’nın hukuksal durumu halkın tam bir özgürlük içinde vereceği oylarla saptanmalıdır.
4-İstanbul ile Marmara Denizi’nin güvenliği her türlü tehlikeden uzak tutulacak; Boğazlar’ın ticaret gemilerine açık tutulması ilgili devletlerin aralarındaki antlaşmalarla sağlanacaktır.
5-Antlaşmalarla belirlenen ilkeler çerçevesinde azınlıkların hukuku, komşu ülkelerdeki Müslüman halkların aynı haklardan yararlanmaları koşuluyla güvence altında olacaktır.
6-Türkiye’nin siyasal, adli, mali tam bağımsızlığı kabul edilecektir; bu konularda hiçbir kayıt ve kısıtlama getirilemez.
Misak-ı Milli’nin, Wilson ilkelerine göre biçimlendiği ve Uluslararası düzene uyumlu olduğu bir boyutuda vardır. Wilson’un 1919’da ortaya attığı 14 Madde; self determinasyon kavramına da vurgu yapmaktaydı ve bu durum sömürge imparatorlukları İngiltere ve Fransa’da rahatsızlık yaratmıştır. 12. Madde’de yer alan ”Bugünkü Osmanlı Devletindeki Türk kesimlerine güvenli bir egemenlik tanınmalı…”
biçimindeki açıklama Türkiye tarafından bağımsızlık gerekçesi olarak kullanılacak ve Amerikan yetkililerin Türkiye ziyaretlerinde, 12.Madde’nin yer aldığı pankartlar asılmıştır. Bu haliyle Misak-ı Milli’nin statüko mu yoksa revizyonist bir politika mı olduğu konusu çelişkili bir görüntü verebilir. Çünkü Wilson ilkelerinin yorumu Misak-ı Milli’nin statükocu çizide açıklanması gerekliliğini düşündürebilir. Ancak Misak-ı Milli’nin kararları açıkça bağımsız bir Türk Devleti’ne vurgu yapmasından o dönemde ise hiçbir Batı Devleti’nin, her bakımdan bağımsız bir Türkiye modelini gündemlerinde bulundurmamaları sebebiyle, Misak-ı Milli’nin revizyonist bir politikayı içerdiğini belirtmektedir.
Türk Kurtuluş Savaşı: Mondoros Antlaşması ile İtilaf Devletleri’nin Türk sınırları içerisinde istedikleri yeri işgâl edebilmeleri imkanına kavuşmaları ve Sevr sürecinin ordu ve halk nezdinde yarattığı psikolojik yıkım ile birlikte başta Mustafa Kemal olmak üzere dönemin ileri gelen askeri ve sivil zümresi tarafından oluşturulan yerel direniş birlikleri ile başlatılan gerilla savaşı ve sonrasında düzenli ordunun oluşturulması neticesinde kendisine özgü niteliğe sahip olan Türk Kurtuluş Savaşı süreci yaşanmıştır;
-Türk Kurtuluş Savaşı dönemin yayılmacı devletlerinin oluşturmak istedikleri konsensusu hedef alan o dönemdeki ilk karşı girişimdir ve bu anlamıyla da Türk siyasi tarihindeki en temel revizyonist politikadır.
-Türk Kurtuluş Savaşı, Batı yayılmacılığına karşı ilk kez silahlı direnişin örgütlendiği süreci ifade etmektedir.
-Dünya’da neredeyse her ülkenin kuruluş süreci iç sınıfsal çatışmalarının ürünü olarak ortaya çıkarken, Türk Kurtuluş Savaşı sınır dışı güçlere karşı oluşturulan organizasyonu ve mücadeleyi ifade etmesi bakımından ilk olma özelliğini taşımaktadır.
-Türk Kurtuluş Savaşı’nın evrensel tesiri, İran ve Afganistan gibi ülkelere örnek olması bakımından Doğu Devletleri’ne önderlik etmiştir.
Muharebelerin başarıyla neticelenmesi sonucunda sınırların belirleneceği bir başka revizyonist girişim olan Lausanne imzalanacaktır.
Lausanne-Montreux Süreci: Kurtuluş savaşından sonra Sevr’in uygulanamayacağının anlaşılması ile toplanacak Lausanne konferansında Türkiye’yi temsil eden heyete kesinlikle kapitülasyonlar ve Türkiye sınırlarında kurulması tasarlanan Ermenistan konusunda taviz verilmemesi ve görüşmeleri kesebilmesi yetkisi tanınmıştır.
Lozan’ın sonucunun başarı ya da başarısızlık olarak değerlendirilmeleri genellikle iç siyasete yönelik konsolidasyon tutumlarıyla ilgilidir ve Türk Dış Politikası stratejisiyle ilgisi yoktur. Bu maksatla bu hususa değinilmeyecektir. Lozan ile birlikte ;
.Ermenistan projesi tarihe karışmıştır
.Kapitülasyonlar tamamen kaldırılmıştır
.Türk Devleti’nin varlığı kabul edilmiştir.
Alternatif tarih tezleri her ne kadar İngiltere’nin, Sovyet yayılmacılığına karşı Türkiye’nin varlığını tampon ülke olarak kabul edip desteklediğini işlese ve bu yönde bir Türk Devleti’nin kurulmasını statüko olarak öne sürseler bile o dönemde hiçbir ülke idari ve ekonomik anlamda müstakil bir Türkiye’nin varlığını kendilerince kurgulamamıştır. Bu bakımdan Türkiye’nin Lausanne atağı mevcut dengelerin dışındadır ve tam manasıyla revizyonizmdir.
Montreux Boğazlar Sözleşmesi ise dönemin ihtiyaçlarından ötürü Türkiye’nin girişimiyle imzalanmıştır. Lausanne Antlaşması’nda tam anlamıyla çözüme kavuşturulamayan konu boğazlar meselesiydi. Boğazlar, Türkiye’nin sınırları içerisinde bulunmasına rağmen egemen olamadığı mevkiiydi. Boğazın her iki yanı 15-20 km kadar askerileştirilemeyecek yani askerden arındırılacak yönetimi ise Uluslararası komisyonda olacaktır. Montreux’un en büyük kazanımı bu komisyonun kaldırılması ve denetimin tamamen Türkiye’ye bırakılması ile boğazların Türkiye tarafından silahlandırılabilmesi olmuştur. Tabi aynı zamanda geçiş ve trafikte her türlü yanlış ve eksikliğin sorumluluğunu da Türkiye üstlenmiş olacaktır. Böylelikle dünyanın önemli stratejik mevkilerinden birisi olan boğazlar Türkiye’nin mevcut devletlerin çelişkilerinden yararlanmasıyla birlikte Türkiye lehine çözümlenmiştir ve revizyonist politik strateji hüviyetindedir.
Sancak/Hatay: Lausanne’dan önce Türkiye’nin Fransa ile imzaladığı 20 Ekim 1921 tarihli Antlaşma ile Sancak özel bir yönetim altında olarak Türkiye’nin dışında bırakılarak Türkiye Suriye sınırı çizilmişti. Lausanne ise antlaşmanın bu maddesini tekrarlamıştır. Fakat Türkiye’nin bölgeye ilgisi her daim devam etmiştir ve beşinci kol faaliyetlerini devam ettirmiştir. Bölgedeki Türkiye etkisi devam ederken süreç içerisinde yeni bir dünya savaşına sürüklenilmesi ve 1936’da Fransa’nın Suriye’de ki manda yönetimini İngiltere’nin baskısıyla sona erdirmesi Türkiye’nin girişimini hızlandırmıştır. Sancak’ın ayrı bir varlık olarak kabul edilmesinden sonra Sancak Meclisi’nin aldığı kararla ismi Hatay olarak değiştirilmiş ve Türk yasaları birbiri ardına kabul edilmiştir. Nitekim 29 Haziran’da toplanan Hatay Meclisi’nin oybirliğiyle Türkiye’ye katılma kararı aldı.
Türk dış politikası ile ilgili çalışmaların bir kısmı Türkiye’nin, Hatay konusunda konjonktürel durumun uygun olmasına karşın askeri harekâtta bulunmaması ve sert güç kullanmaması sebebiyle pasifist tutum takınarak, statükocu politika izlediğini öne sürerler.
Ancak revizyonizm yalnızca askeri güç kullanarak yayılmayı ifade etmemektedir ve bu anlamda bir tanım eksiktir. Türkiye o dönem istihbari ve diplomasi faaliyetlerini sürdürmüş bununla birlikte Suriye sınırına asker yığınağı yaparak da zorlayıcı bir strateji uygulamış ve neticede Türkiye’nin Uluslararası karmaşadan istifade ederek potansiyelini ise randımanlı değerlendirerek Hatay’ın, Türkiye’ye katılmasıyla gerçekleştirilen sınır genişletme açık bir biçimde revizyonist bir hamle olarak yorumlanmalıdır.
İkinci Dünya Savaşı Sırasında Tarafsızlık Stratejisi: Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra hayata geçirilen Milletler Cemiyeti’nin evrensel barışı korumakta başarılı olamaması, 1929 ekonomik buhranının ülkelerdeki siyasi yapılara sirayet etmeleri ve popülist liderlerin iktidara gelme süreciyle ülkelerin yayılma evrelerine irmeleriyle yeni bir savaşın kaçınılmaz olduğu görülmüş ve bu doğrultuda da arayışlar başlamıştır. Türkiye’nin stratejik konumu sebebiyle Almanya, İngiltere, SSCB gibi ülkelerde taleplerini zaman içerisinde sıralayacaklardır.
1937 yılında Yugoslavya’nın İtalya ile münasebete geçmesi ve 1939’da İtalya’nın Arnavutluk’u işgâli Türkiye’yi kaygılandırmıştır. İngiltere ve Fransa’nın Akdeniz’de ki yayılmacılık eğilimine set çekmek istemeleri ve Türkiye’nin de Hatay sorununu aşması ile İngiltere ile ortak deklarasyon imzalamaları Almanya’yı telaşlandırmış ve Almanya’nın Türkiye Büyükelçisi Franz von Papen’e göre Türkiye’nin savaşa girme ihtimali %40-60 arasında artmıştır. Aslında bu bir nevi tehdittir. Fakat Almanya Türkiye’yi kaybetmek istememiş ve gerek elçisi Papen gerekse dönemin Türkiye Harp Akademileri Komutanı Ali Fuat Erden’i Almanya’ya davet ederek temaslarda bulunmuş ve Turancı ideallere hitap edecek tekliflerde bulunmuştur. Türkiye direkt olarak Almanya’yı karşısına almak istememiş fakat müttefik kuvvetlerle de ilişkilerini kesmemiştir. Bu süreçte İngiltere’nin tamamında yer aldığı bazı toplantılar gerçekleştirilerek savaşın geleceği konusunda Türkiye’yi kapsayan yol haritası belirlenmek istenmiştir.
a-Kazabanka Toplantısı: İngiltere Başbakanı ve ABD Başkanı’nın bir araya gelerek stratejilerini belirlemek için gerçekleştirdikleri görüşmedir. Toplantıda ağırlıklı olarak Churchill’in sunduğu Türkiye’nin savaşa sokulması ve Balkanlar üzerinden Almanya’ya karşı ikinci cephe açılması üzerinde durulmuştur. ABD ise bu hususta menfi tavır takınmıştır. Ancak bu dönemde ABD ile Türkiye’nin 1941 yılında imzaladığı ödünç verme antlaşmasına göre ABD’nin göndereceği tüm yardımların İngiltere aracılığı ile gerçekleştirileceği belirtilmiştir. Bu bakımdan Türkiye üzerinde İngiltere’nin etkisi ve inisiyatifi oldukça fazladır. Zaten antlaşma Türkiye’nin en kısa zamanda savaşa girmesi gerektiğine vurgu da yapmıştır.
b-Adana Görüşmeleri: Churchill’in Türkiye’yi savaşa sokmak için gerçekleştirdiği görüşmeleri ifade etmektedir.
c-Quebec Konferansı: Churchill ve ABD Başkanı Roosevelt arasında savaşın durumu değerlendirilmiştir. Türkiye’nin silahlandırılması ve Türkiye üzerinden Balkanlardan ikinci cephenin açılması üzerinde durulmuştur.
d-Moskova Konferansı: Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov ile İngiltere Dışişleri Bakanı Anthony Eden ve ABD Dışişleri Bakanı Cordell Hull 19 Ekim 1943’de Moskova’da bir araya geldiler. Toplantıda ağırlıklı olarak, Molotov’un önerisiyle Türkiye’nin savaşa bir an önce girmesi hususu üzerinde durulmuştur. Eden, Türkiye’nin istediği zaman savaşa girmesini öne sürerken, Hull, Türkiye’nin hava üslerini müttefik kuvvetlere açması gerektiği önerisini sunmuştur.
e-Kahire Konferansı: İngiltere Dışişleri Bakanı Eden ve Türkiye Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu gerçekleştirdikleri görüşmede, Eden, Türkiye’nin hava üslerini İngiltere adına açmasını ve 1943 yılının sonuna kadar Türkiye’nin savaşa girmesi gerektiğini isteklerini belirtmiştir.
Gerçekleştirilen konferanslarda ağırlık kazanan iki konu;
-Türkiye’nin savaşa girmesi
-Türkiye’nin hava sahasını müttefik kuvvetlere açmasıdır.
Türkiye, Almanya’nın baskılarını reddettiği gibi özellikle İngiltere’nin o dönemde dünya siyasetindeki ağırlığına rağmen müttefik kuvvetlerinde isteğini yerine getirmemiştir. Türk Dış Politikası klasik analizi Türkiye’nin bu süreçte savaşa girmemesini statükoyu muhafaza etmek olarak tanımlamıştır. Fakat bu durum tam tersine Türkiye’nin revizyonist bir politika benimsediği göstermektedir. Çünkü kıtalar arası güçlerin de yer aldıkları bu savaş düzeninde bulunan her devlet, yayılmacı arzular besleyip başat olma gayretindeydiler. Bir sistemde önemli bütün devletlerin savaş ya da yayılma arzusunda olmasına karşın Türkiye’nin tam aksine millet ve sınır güvenliğine öncelik vermesi statükoyu değil yeni bir anlayışı ifade etmektedir ve bu durum tam anlamıyla revizyonist bir stratejidir. Savaşın sonucunda galip devletler bile pek çok kayıp ve yıkılan ekonomik durumla karşı karşıya kalmışlardır. Türkiye’de buhranla karşılaşmasına rağmen insan kaynağını ve sınırlarını bütünüyle koruduğu gibi yükselen bir trende sahip olabilmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nda yayılmacı devletlere karşı sınırlarını korumak gayretindeki Türkiye ile İkinci Dünya Savaşı sırasında sınırlarını ve bütünlüğünü korumak isteyen Türkiye arasında yalnızca yöntem farkı bulunmaktadır. İlkinde silah, ikincisinde ise diplomasi ve oyalama taktiğine başvurulmuştur.
Kıbrıs Harekâtı: 1968’de Kıbrıs Rumları ve Kıbrıs Türkleri arasında yeniden başlayan görüşmeler kısa sürede tıkanma noktasına gelmiş ve bir sonuç alınamamıştır. Bunun temel sebebi ise yükselen Rum milliyetçiliğinin artık bir -pan- milliyetçilik halini almasıyla birlikte 1960 Anayasası’ndaki hakların bile Türklere verilmemek istenmesinden kaynaklanmaktaydı. 1967 yılında Yunanistan’da askeri bir darbeyle yönetime gelen Albaylar Cuntası ile Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios arasında uyumsuzluklar vardı. Aslında Makarios da Enosis’e karşı değildi fakat, Yunanistan’da ki askeri rejimle çatışma içerisinde bulunduğu için böyle bir kararın bu rejime prestij kazandıracağını düşünüyordu. Makarios’un bu süreçte suikasta uğraması Yunanistan yönetimiyle arasını daha da açmıştı ve açıkça meydan okumaya başlamıştı. Bu gerginliklerin sürecinde 15 Temmuz 1974 günü Yunan askeri rejiminin Kıbrısta’ki uzantıları Rum Milli Muhafız Teşkilâtı ve EOKA, Makarios’a karşı bir darbe yaptılar ve Mahi gazetesinin başyazarı Nikos Smpson’u Cumhurbaşkanı ilân ettiler. Bu gelişmeler üzerine ise 1960 Garantörlük Anlaşması’nın 4. maddesi gereği olarak; Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’ye birlikte ya da ayrı ayrı olarak Kıbrıs’ta düzenin yeniden tesis edilmesi amacıyla müdahale hakkı doğmuştur.
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin isminin, darbeden sonra ise Kıbrıs Elen Cumhuriyeti olarak değiştirilmesi, Kıbrıs’ta Türk varlığına kesin olarak karşı olunduğunu göstermiştir ve Türkiye’nin kaygıları artık fiiliyata dönmek üzeredir. Bunun üzerine 20 Temmuz günü Türkiye tarafından Girne bölgesinden başlamak üzere Kıbrıs Barış Harekâtı başlatıldı. 25 Temmuz günü Cenevre’de Türkiye, Yunanistan ve İngiltere Dışişleri Bakanları bir araya gelerek bir konferans toplanmış ve sonunda Cenevre Deklarasyonu yayınlanmıştır.
Deklarasyon, Kıbrıs’ta bulunan tarafların alanlarını genişletmemesi, Rum ve Yunan kuvvetlerinin kuşatması altındaki Türk bölgelerini boşaltması kararlaştırılmıştır. Fakat buna rağmen Rumların ateşkese uymamaları ve İkinci Cenevre Konferansı’nın sonuç alamadan dağılması sonucunda Türkiye’nin coğrafi esasa dayalı federatif sistem önerisinin Rum tarafınca kabul edilmemesi ve net bir cevap verilmemesi üzerine Türk heyeti de 14 Ağustos günü müzakereyi kesmiş ve aynı gün Kıbrıs’ta ikinci bir askeri harekâta girişmiştir. Magos-Lefkoşa-Lefke Kokkina çizgisinin kuzeyinde kalan toprakları yani adanın %38’ini kontrol altına almıştır. Ve bu tarihten sonra yine görüşmeler sonuç vermemiş 1975’de kurulduğu ilan edilen Kıbrıs Türk Federe Devleti, 1983’de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adıyla düzenlenmiştir.
Türkiye’nin Kıbrıs’a gerçekleştirdiği kısa aralıklı iki harekâttan her birine verilen yabancı devletlerin tepkileri farklılık göstermiştir.
Buna göre 20 Temmuz tarihinde gerçekleştirilen ilk harekât öncesinde ve sürecinde;
.SSCB, Sampson darbesine zaten sert tepki göstermişti ve bu yönetimi tanımadığını belirtmiştir.
.İngiltere, Sampson’u tanımamıştır fakat siyasi çalkantıda olan durumunda ötürü de Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunamamıştır.
.ABD, Makarios’u deviren darbe sonucunda Cumhurbaşkanı ilân edilen Sampson’u tanımadığını belirtmiştir.
.Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ise adadaki bütün yabancı kuvvetlerin çekilmesi yönünde karar almıştır.
Buna göre ilk harekât tam anlamıyla Türkiye lehine bir kamuoyu oluşturmuştur. Ancak ikinci harekâttan sonra diğer ülkeler farklı tutum takınarak Türkiye’yi kınamışlar bu süreç sonunda Amerika’nın silah ambargosu uyguladığı bir döneme girilmiştir.
Türkiye’nin Kıbrıs İkinci Askeri Harekâtı, ABD silah ambargosu, SSCB’nin sert kınaması ve Birleşmiş Milletler’in kararına rağmen, garantörlük anlaşmasına da atıf yapan ve global statükonun dışında tam anlamıyla revizyonist bir stratejidir ve İrredentizm’e en yakın Türk Dış Politik hamlesi olarak değerlendirilmiştir.
Fırat Kalkanı-Zeytin Dalı-Barış Pınarları Askeri Harekâtları: 2011 yılında Suriye’de rejim güçleri ve muhalif gruplar arasındaki çatışmalar kısa sürede iç savaşa dönüştü ve bu savaşın taraflarından birisi ise vekil aktör olan PYD/YPG idi. Fakat kısa sürede terör örgütü YPG’nin dış endeksli oluşturulduğu anlaşıldı ve buna göre Akdeniz’e açılacak bir Kürt Devleti, Türkiye açısından öncelikli tehdit olarak belirlendi. Çünkü kantonların birleşmesiyle oluşacak yapı Doğu Akdeniz’de Türkiye ile karşı karşıya geleceği gibi irredentist bir gaye gütmesi de Türkiye’nin iç güvenliğini olumsuz etkileyecekti. ABD, Fransa, İsrail, Rusya gibi ülkelerin YPG’ye destek vermeleri özel askeri şirketlerin ve askeri endüstrilerin Suriye’nin kuzey bölgesine kaymaları Türkiye’yi denklemin dışına iten bir dengeyi oluşturma amacındaydı ve Türkiye’nin bölgeye düzenleyeceği askeri nitelikli harekâtlar müesses nizamın çıkarlarına aykırı, Türkiye açısından ise revizyonist strateji niteliğinde olacaktı.
Fırat Kalkanı
Türkiye, 24 Ağustos 2016 tarihinde Birleşmiş Milletler 51. maddesine dayanarak Fırat Kalkanı Harekâtı’nı başlatmıştır. İlgili madde şu açıklamayı içermekteydi:
” Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silâhlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya dek, bu üyenin doğal olan bireysel ya da ortak meşru savunma hakkına halel getirmez. Üyelerin bu meşru savunma hakkını kullanırken aldıkları önlemler hemen Güvenlik Konseyi’ne bildirilir ve Konsey’ín işbu Antlaşma gereğince uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için gerekli göreceği biçimde her an hareket etme yetki ve görevini hiçbir biçimde etkilemez.”
Milli Güvenlik Kurulu, 30 Kasım tarihli toplantısı sonrasında yapılan açıklamayla kamuoyu bu konuda bilgilendirilmiştir:
” Fırat Kalkanı Harekâtı’nın temel hedefinin, hudut güvenliğimizin sağlanması, ülkemize yönelik saldırıların önlenmesi, DEAŞ ve diğer terör örgütlerinin bölgeden tamamen temizlenmesi olduğu bir kez daha belirtilmiştir.
Suriye’nin toprak bütünlüğü esas olmak üzere kardeş suriye halkının ve bölgedeki vatandaşlarımızın güvenliği için, PKK/PYD-YPG unsurlarının terör koridoru oluşturma hedeflerine izin verilmeyeceği vurgulanmıştır. ”
2016 yılında Ekim ayından itibaren Azez-Mare doğusundaki bölgelerin ve DEAŞ’ın direnç merkezi olan Dabık’ın ele geçirilmesi, el-Bab yolunun açılmasını sağlamıştır. Bundan sonrasında ise harekât güneye doğru yönelerek PYD/YPG unsurlarının ellerinde bulundurdukları mevkilerin Afrin’le birleştirilmesini engellemeye yönelik olmuştur.
Fırat Kalkanı Harekâtı ile Türkiye teör örgütlerine karşı başarılı operasyon düzenlemesinin yanında kimi zaman Amerika, İran, Rusya gibi ülkeleride karşısına almıştır. Özellikle Rusya, Münbiç ve Afrin bölgelerinde hatlar oluşturmuş böylelikle Türkiye’nin karşısındaki cephe sayısını arttırma stratejisini amaçlamış ve Türkiye operasyonlarında bir kırılma meydana gelmesini amaçlamıştır.
Sincar Harekâtı ile beraber ise Türk Silâhlı Kuvvetleri ilk kez, sınırları dışında aynı anda iki farklı ülkenin topraklarında operasyon gerçekleştirmiştir. Operasyonla Hava Kuvvetleri, Suriye’de bulunan Karaçok Dağı ve Irak içindeki Sincar’ı vurmuştur. Böylelikle Türkiye güvenliğine yönelik terör girişimlerine karşı olarak Suriye ve Irak’ta emrivakiye izin vermeyeceğini ortaya koymuştur.
Zeytin Dalı
ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyon güçlerinin Bağdat Sözcüsü Ryan Dillon’un 15 Ocak 2018 tarihinde geneli PKK/YPG terör örgütü unsurlarından oluşan Suriye Demokratik Güçleri’nden 30 bin kişilik Sınır Güvenlik Gücü kuracaklarını açıklamasıyla beraber, Türkiye’nin gündeminde olan Afrin ile alâkalı operasyon 20 Ocak’ta başlatılmıştı. Fırat Kalkanı Harekâtı ile birlikte terör örgütlerinden temizlenen, Cerablus, El-Bab, Dabık, hattı ile beraber Afrin öncesi bu mevkiye yakın bir güvenli bölge oluşturulmuştu. Zeytin Dalı Harekâtı iler beraber, Türkiye sınırları dışında terör operasyonlarını sürdüreceğini belirtmiş olmuştur. Ayrıca harekât ile beraber birkaç saat içerisinde 72 Türk uçağının 108 hedefi imha etmesi, Türk Hava Kuvvetleri’nin geldiği kapasiteyi göstermek açısından da önemlidir. Harekât ile beraber binlerce terörist imha edildiği gibi, Türkiye’nin uyguladığı stratejiler sonucunda PYD’nin bu hatlar dahilinde inisiyatif almaya itilmesi, terör örgütünün mağlup edilmesine yol açmıştır.
Barış Pınarları
Türkiye’nin sınırlarını güvenceye almak maksadıyla terör örgütlerine karşı başlattığı harekât Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, başta İran olmak üzere bölge ülkeleri ve Katar dışındaki Arap ülkelerinin tepkisiyle karşılanmıştır. Bu tepkilere rağmen Türkiye’nin güvenliğinin ön planda tutulması en somut revizyonist hamlelerden birisidir.
Türkiye’nin düzenlediği askeri harekâtlar, pan-Turanist ye da Neo-Osmanlıcı olarak anlaşılmaması ve bölge ülkelerinin özellikle de yerleşik Arap halkların tepkisi ile karşılaşılmaması için Türkiye her daim sınır güvenliği maksadını taşıdığını vurgulamış, bölgeye AFAD ve Kızılay’ı yollayıp yerel kaynaklarla temasını canlı tutmaya çalışarak işgâlci olmadığını göstermiştir ve iki harekâtta irredentist olmayan revizyonist stratejilerdir.
Türk Dış Politikası ve Revizyonist Stratejilerin Temel Özellikleri
-Türk dış politikası ile ilgili olarak; Misak-ı Milli, Türk Kurtuluş Savaşı, Lausanne Montreux, Hatay meselesi, İkinci Dünya Savaşı’nda sınır ve insan güvenliğinin sağlanması, Kıbrıs çıkarması, Fırat Kalkanı ve Afrin harekâtları bütünlük dahilinde birbirlerinin devamı hükmündedirler. Örneğin, kurtuluş savaşı süreci oluşmasa Lausanne ile bağımsız bir Türk Devleti meydana gelmez, bu devlet gerektiğinde Hatay, Kıbrıs ve Suriye konularında adımlar atamazdı.
-Türk dış politikasında revizyonist stratejilerde Türk Kurtuluş Savaşı dışında doğrudan sert güç kullanılmamış öncelikle diyalog zemini ve Uluslararası örgütlerin devreye sokulması amaçlanmıştır.
-Türk dış politikasında görülen Hatay, Kıbrıs ve Suriye stratejileri genellikle ”toprak genişletme” tutumu olarak yorumlanmıştır. Fakat bu yorum tamamen Türkiye’yi zor durumda bırakmak ve global statükoya geri döndürmek için oluşturulmuştur. Türkiye ikili ve çoklu görüşmelerinde her daim toprak genişletme niyetinde olmadığını belirtmiştir. 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk günden beri stratejisi ise -pan- girişimlerden uzak durmaktır. Hatta bu strateji kimi zaman iç kamuoyunda milliyetçi ve muhafazakâr çevrelerce eleştirilerek ”durağanlık” ya da ”pasiflik” olarak yorumlanmıştır. Ancak Türkiye geneli itibariyle dengeli ve imkânlarının farkında olarak bir tavır takınmış ve askeri zorlama ya da harekâtların oluşturulmasında son raddeye kadar bekleyerek diplomasi kanallarını açık tutmuş ve bölge tarafından yanlış anlaşılma olasılığının da önüne geçmeyi istemiştir.
-Türk dış politikasındaki revizyonist stratejiler diğer devletlerinde revizyonist stratejilerine bağlıdır. Örneğin Almanya ve İtalya yayılmacılığı olmasa, Türkiye Hatay konusunda gerekli tavizi daha zor koparabilirdi. Ya da Kıbrıs’ta ki, Albaylar Cuntası darbesi Türkiye’nin adaya konvansiyonel olarak ilk adım atışını gerçekleştirmiş ve bundan sonra başarılı ikinci harekât gerçekleştirilmiştir.
Türk Dış Politikasında Muhtemel Revizyonist Strateji Teorileri
Türk dış politikasında, ulus güvenliği ve egemenliği için silahlı, diplomatik ya da zorlayıcı diplomasi koşullarını içeren adımlar periyodik aralıklarla atılmıştır. Buna göre ileride de revizyonist uygulamalar görülebilir. Türkiye’nin özellikle yakın saha coğrafyasının son derece istikrarsız durumu ve büyük devletlerin bu bölgelerde egemenlik kurmak istemeleri Türkiye’nin ulusal güvenliği ile çelişeceği için bazı revizyonist adımların atılması kaçınılmaz olacaktır.
Doğu Akdeniz hinterlandında yoğun silahlanma özellikle Mısır ve Yunanistan’ın gladyatör ülke misyonuyla donatılmaları, Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin Avrupa Birliği üyesi olması sebebiyle de birliğin gücünü arkasında hissetmesinden ötürü hesapsız adımlar atabilmesi ve yine bu kesimde, ABD, İngiltere, Rusya, Fransa gibi önemli ülkelerin üslerinin bulunmaları, Güney Kıbrıs Gaz Forumu’nun bir pre-Akdeniz Paktı olarak belirmesi, Doğu Akdeniz’de bu güçlerin enerji trafiği kontrolü ile Doğu Akdeniz ülkelerinde hâkimiyet kurabilme teşebbüslerini barındırması büyük güçlerin kendileri için revizyonist teşebbüslerini ifade ederken bu coğrafik dilim için belirledikleri statükodur. Türkiye’nin girişimleriyle bölgedeki devletlerin çıkarlarının sarsılmaları ve her faaliyetinin mevcut statükoyu zedelemesi ise önemli bir gelişme olarak belirmektedir:
-Milli Güvenlik Kurulu nezdinde alınan tavsiye kararıyla Doğu Akdeniz’de oldu bittiye izin verilmeyeceği açıklanmıştır.
-Milli enerji politikaları kapsamında Barbaros Hayrettin Paşa Sismik Araştırma gemisi ile Fatih ve Yavuz sondaj gemileri bölgede faaliyet göstermekte ve bu gemilere Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı üç fırkateyn, dört korvet, üç denizaltı, üç hücümbot eşlik etmektedir. Ayrıca deniz karakol uçakları ve helikopterlerin yanı sıra İHA ve SİHA’larla Türkiye askeri varlığını sürdürmektedir.
-Cumhurbaşkanlığı Genelgesi ile Kıbrıs İşleri Koordinatörlüğü oluşturulmuştur.
Türkiye’nin bu gibi faaliyetlerini artırabilmesi ve hatta 1974 benzeri ikinci bir Doğu Akdeniz harekâtının uygulanması ise tam anlamıyla revizyonist bir Türk dış politikasının ürünü olacaktır.
Kafkasya’da, Gürcistan ve Rusya arasındaki gerilimin tırmanması ise Rusya’nın bu ülkeye müdahale seçeneğini planlamasını hazırlamıştır. Kars Antlaşması’na bağlı kalmadan Acaristan’ın özerkliğini kaldıran Gürcistan’ın müdahaleye uğraması durumunda ise Kafkasya’da Rus yayılmacılığı ve bir anlamda Rus emperyalizmi belirecektir. Her ne kadar Rusya ve ABD’nin anlaşamadığı konular olsa bile Rus yayılmacılığının savunma bütçesine külfet getirmesi ve bu durumun Rusya iç siyasetinde krize sebebiyet verecek olması ABD tarafından desteklenecek bir gelişmedir. ABD ve Rusya yayılmacılıklarını bir anlamda desteklemektedirler. Bu güç paylaşımında Türkiye’nin, Batum, Acaristan hatta 1992 yılında yaptığı gibi Nahçıvan meselelerini gündeme taşıması ve girişimde bulunması revizyonist bir stratejiyle eşdeğerdir.
Aynı bölgede geçmişte Azerbaycan Cumhurbaşkanı Ebulfez Elçibey’in projesi olan ve Türkiye’nin de değer verdiği Türkiye ile Azerbaycan arasında bir konfederasyon kurulması ve sınırların kaldırılması stratejisinin günümüzde uygulanması iki devlet için de külfet oluşturacak bazı yaptırımları meydana getirebilir. Fakat bu stratejinin günümüz koşullarına göre yeniden uyarlanarak ekonomik temelli bir paktın hayata geçirilmesi Hazar dengesini Türkiye lehine çevirecek ve Hazar-Güney Kafkasya hattının bir Türk seddi haline gelmesini sağlayarak Rusya, ABD ve Hazar’ın, Anadolu üzerinden nihai varış yeri olan Balkanlarda etkin olan Almanya’yı oldukça rahatsız edecek Türkiye revizyonist stratejisinin sonucu olacaktır.
Yine başta Doğu Akdeniz olmak üzere petrol ve doğalgaz temelli geleneksel enerji pazarında mücadele kavgası sürerken Türkiye’nin sahip olduğu değerli kaynaklar bor ve toryum gibi elementlere yönelik enerji istifade çalışmaları ya da diğer teknolojik gelişmelerle yeni enerji kaynağı üreticisi ve pazarlayıcısı olması dünya enerji statükosunun tamamen yıkılmasına yol açacak enerji politikaları bağlamında Türkiye’ye revizyonist bir rol kazandıracaktır.
Başta 62 ülkeyi kapsayacak ve daha sonra bütün kıtalardaki ülkelere hitap edecek Tek Kuşak Tek Yol projesine karşı Türkiye merkezli alternatif modelin oluşturulması ise başka önemli bir revizyonist girişim olacaktır ancak bu model hayata geçirilemeyecek kadar düşük bir olasılıktadır.
Türkiye’nin 1992’den beri belirli aralıklarla gündeme taşıdığı ve son dönemde ”Dünya Beşten Büyüktür” söylemiyle sembolize ettiği, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üye sayısı ve veto yetkilerinin düzenlenmesiyle ilgili önerisi ise revizyonist bir dış politik strateji olarak değerlendirilemez. Çünkü bu noktada var olan bir sistemin içerisinde kalınarak daha güncel bir yapıyla sistemin kendisini devam ettirmesi ön görülmüştür. Global statükonun en önemli mercilerinden Birleşmiş Milletler ile ilgili değişiklik önerileri her ne kadar bütünüyle revizyonist bir politik hamle olarak değerlendirilemese de önemli bir atılımdır ve Türkiye’nin yapıcı politikası olarak değerlendirilmelidir.
Birleşmiş Milletler ve Türkiye
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra idealizm rüzgârlarıyla Milletler Cemiyeti kurulmuştu. Ancak kısa bir müddet sonra yeniden dünya savaşının yaşanmasıyla birlikte Milletler Cemiyeti tarihe karışmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Birleşmiş Milletler daha kapsamlı bir yapı olarak düşünülmüştür. Her ne kadar krizleri ve soykırıma varacak iç çatışmaları durdurmada yetersiz kalsa ve işleyiş prensibi tartışmaya açılsa da varlığını devam ettirmektedir ve muhtemel konvansiyonel bir harbe kadar da devam edecektir.
BM Antlaşması’nın 1. maddesinin ilk dört fıkrasında belirtildiği üzere BM’nin amaçları şunlardır:
- Uluslararası barış ve güvenliği korumak ve bu amaçla: barışın uğrayacağı tehditleri önlemek ve bunları boşa çıkarmak, saldırı ya da barışın başka yollarla bozulması eylemlerini bastırmak üzere etkin ortak önlemler almak ve barışın bozulmasına yol açabilecek nitelikteki uluslararası uyuşmazlık veya durumların düzeltilmesini veya çözümlenmesini barışçı yollarla, adalet ve uluslararası hukuk ilkelerine uygun olarak gerçekleştirmek.
- Uluslar arasında halkların hak eşitliği ve kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesi ilkesine saygı üzerine kurulmuş dostça ilişkiler geliştirmek ve dünya barışını güçlendirmek için diğer uygun önlemleri almak.
- Ekonomik, sosyal, kültürel ve insancıl nitelikteki uluslararası sorunları çözmede ve ırk, cinsiyet, dil ya da din ayrımı gözetmeksizin herkesin insan haklarına ve temel özgürlüklerine saygının geliştirilip güçlendirilmesinde uluslararası iş birliğini sağlamak.
- Bu amaçlara ulaşılması yolunda ulusların giriştikleri eylemlerin uyumlaştığı bir odak olmak (BM Antlaşması, m.1).
BM Teşkilatı ve üyelerinin, 1. maddede belirtilen amaçlara ulaşmak için bir dizi prensipler sözleşmenin 2. maddesinde belirtilmiştir. Bu prensipler şunlardır:
- Teşkilat tüm üyelerinin egemen eşitliği ilkesi üzerine kurulmuştur.
- Tüm üyeler, üyelik sıfatından doğan hak ve çıkarlardan tümünün yararlanmasını sağlamak için işbu Antlaşma’ya uygun olarak üstlendikleri yükümlülükleri iyi niyetle yerine getirirler.
- Tüm üyeler, uluslararası nitelikteki uyuşmazlıklarını, uluslararası barış ve güvenliği ve adaleti tehlikeye düşürmeyecek biçimde, barışçı yollarla çözerler.
- Tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne veya siyasal bağımsızlığına karşı, gerek BM’nin amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar.
- Tüm üyeler, Teşkilat’ın işbu Antlaşma gereği giriştiği tüm eylemlerde örgüte her türlü yardımı yaparlar ve BM tarafından aleyhinde önleme ya da zorlama eylemine girişilen herhangi bir devlete yardım etmekten kaçınırlar.
- Teşkilat, BM üyesi olmayan devletlerin de, uluslararası barış ve güvenliğin korunmasını gerektirdiği ölçüde bu ilkelere uygun biçimde hareket etmesini sağlar.
- İşbu Antlaşma’nın hiçbir hükmü, BM’ye herhangi bir devletin kendi iç yetki alanına giren konulara müdahale yetkisi vermediği gibi üyeleri de bu türden konuları işbu Antlaşma uyarınca bir çözüme bağlayamaz; ancak, bu ilke 7. Bölümde öngörülmüş olan zorlayıcı önlemlerin uygulanmasını hiçbir şekilde engellemez (BM Antlaşması, m.2).
Birleşmiş Milletler'in Organları
a) Genel Kurul: BM’ye üye her devletin eşit statüde ve bir oyla temsil edildiği örgütün en kalabalık ana organıdır. Bütün öteki organların Genel Kurul’la doğrudan bağlılık ilişkileri vardır. Mesela Güvenlik Konseyi’nin daimi olmayan üyelerini Genel Kurul seçer. Uluslararası Adalet Divanı’nın üyelerini de Güvenlik Konseyi’yle ortaklaşa belirler ve onaylar. Ekonomik ve Sosyal Konsey üyelerini yine Genel Kurul seçer. Vasi atama veya vesayet rejimini kaldırma Genel Kurul’un yetkisindedir. Genel Kurul kendisine bağlı çalışma grupları uzmanlık komiteleri oluşturabilir. Örgütün bütçesini hazırlar, nüfus ve milli gelir kriterlerine göre üyelerin katkı paylarını belirler. Üyeliğe alınma, üyeliği askıya alma, üyelikten atma işlemlerinin nihai onay yeri Genel Kurul’dur. Genel Kurul, Güvenlik Konseyi’nin gündeminde olmayan bütün konuları müzakere edebilir, bağlayıcı nitelikte olmayan kararlar alabilir. Her üye devletin Genel Kurul’a göndereceği temsilci sayısı en çok 5 kişidir. Bunlara gereken danışmanlar ve uzmanlar da eklenebilir. Genel Kurul’un başlıca 7 ana komisyonu vardır: 1) Sosyal İşler ve Güvenlik Komisyonu, 2) Özel Siyasal İşler Komisyonu, 3) Ekonomik ve Parasal İşler Komisyonu, 4) Sosyal İnsancıl ve Kültürel İşler Komisyonu, 5) Yönetim ve Bütçe İşleri Komisyonu, 6) Vesayet İşleri Komisyonu, 7) Hukuk İşleri Komisyonu. Bu komisyonlara ek olarak Uluslararası Atom Enerjisi Komisyonu da çalışmalarını Genel Kurul’a bağlı olarak yürütür. Genel Kurul, Uluslararası barış ve güvenliğin sürdürülmesi ile ilgili bütün sorunları tartışabilir, tavsiyelerde bulunabilir. Uluslararası barış ve güvenliği tehlikeye sokabilecek konulara Güvenlik Konseyi’nin dikkatini çekebilir. Genel Kurul olağan toplantılarını yılda bir kez Eylül-Aralık döneminde gerçekleştirir. Eğer gündem tamamlanmamışsa izleyen yılın bahar döneminde de çalışmalarına devam edebilir.
b) Güvenlik Konseyi: Güvenlik Konseyi, dünya barışı ve güvenliğiyle ilgili özel veya genel sorunlarla meşgul olur. Çalışma mekanizması, Milletler Cemiyeti Konseyi’ninkine benzemektedir. Genel Kurul’un aksine Konsey’e üye devletlerin temsilcileri sürekli olarak toplantıya hazır durumdadırlar. Dünya güvenliğiyle ilgili her an sorunlar, krizler oluşabilir. Bundan ötürü Güvenlik Koseyi’nin her an hazır durumda olması düşünülmüştür. BM üyeleri milletlerarası barış ve güvenliğin korunmasındaki başlıca sorumluluğu Güvenlik Konseyi’ne devrettiklerini BM Şartı’nın 24. maddesiyle kabul etmişlerdir. Güvenlik Konseyi’nin başlangıçta 11 üyesi bulunmaktaydı ve bunlardan 5’i; ABD, SSCB, Fransa, İngiltere, Çin daimi üye statüsündedirler. Usul meseleleri dışındaki her hangi bir karar tasarısına vereceği bir ret oyu tasarının karara dönüşmesini engeller. Buna veto yetkisi denmektedir. 13 Aralık 1963 tarihinde BM Genel Kurulu kararıyla Şart’ta yapılan değişiklikle Güvenlik Konseyi’nin üye sayısı 15’e, karar için gerekli olumlu oy sayısı 9’a çıkarılmıştır. Daimi üyelerin çekimser oy kullandıkları durumlar veto olarak yorumlanmamaktadır. Güvenlik Konseyi de görevlerini yerine getirirken kendisine bağlı yardımcı organlar kurabilir. Güvenlik Konseyi’nin, mesela bir savcı ya da müfettiş gibi bir yönlendiricisi yoktur. BM Genel Sekreteri, Güvenlik Konseyi çalışmalarına yön verebilir. Belli Uluslararası sorunlara Konsey’in dikkatini çekebilir ya da Konsey’in gündemine getirebilir. Güvenlik Konseyi, BM’nin temel kuruluş amacı olan dünya barışını koruma ve sürdürme amacı için çalışan en önemli ve yetkili organıdır. Bunula birlikte güvenlik dışı konularda faaliyet göstermez. Mesela uzmanlık kuruluşlarının faaliyetleriyle ilgilenmez. Belli ülkelerdeki ekonomik krizlerle ilgilenmek Konsey’in değil IMF ya da Dünya Bankası’nın uhdesindedir. Bununla birlikte BM’yi dünya politikalarında en önemli küresel kuruluşu haline getiren olaylar bölgesel çatışmalara ve krizler vesilesiyle oluştuğu ve bu konularla ilgilenen başlıca organı Güvenlik Konseyi olduğu içindir ki, Konsey, örgütün en kritik organıdır. Konsey bölgesel krizlere ilişkin olarak özel komiteler kurabilir. Ayrıca BM Şartı ile kendisine bağlı olan iki yardımcı organ oluşturulmuştur. Bunlar ”Askeri Kurmay Komite” ile ”Silahsızlanma Komisyonu”dur.
c) BM Genel Sekreterliği: Genel Sekreterlik, çeşitli görevlerde çalışan ve Teşkilatın günlük işlerini yürüten uluslararası memurlardan oluşur. Birleşmiş Milletler’in diğer ana organlarına hizmet eder ve bu organların açıkladığı program ve politikaları uygular. Birimin başı olan Genel Sekreter, Güvenlik Konseyi’nin tavsiyesi üzerine Genel Kurul tarafından 5 yıllık bir süre için atanır. Genel Sekreter seçilen kişi en fazla iki dönem bu görevde bulunabilir.
Genel Sekreterliğin görevi Birleşmiş Milletler’in ele aldığı çeşitli sorunları kapsar. Bu, barış gücü operasyonlarının idaresinden uluslararası anlaşmazlıklarda arabuluculuk yapmaya, ekonomik ve sosyal eğilimleri teftişten insan hakları ve sürdürülebilir kalkınma üzerine çalışmalar hazırlamaya kadar çeşitli görevleri içerir.
Genel Sekreterlik personeli ayrıca dünya medyasını Birleşmiş Milletler çalışmaları hakkında bilgilendirir; tüm dünyayı ilgilendiren meseleler hakkında uluslararası konferanslar düzenler; konuşmaları yorumlar ve belgeleri örgütün resmi dillerine çevirir.
Sekreterliğin normal bütçeye bağlı olarak çalışan yaklaşık 170 ülkeden 7.500 civarında personeli bulunmaktadır. Uluslararası memurlar, üst düzey personel ve Genel Sekreter yürüttükleri çalışmalar için yalnızca Birleşmiş Milletler’e karşı sorumludur ve herhangi bir hükümet ya da merciiden talimat almayacaklarına dair ant içerler. Antlaşma uyarınca, her devlet Genel Sekreter ve personelinin uluslararası Antlaşmada belirtilen sorumluluklarına saygı göstermekle ve onlara tesir edecek tutumlardan kaçınmakla yükümlüdür.
Birleşmiş Milletler’in, merkezi New York’ta bulunmasına rağmen, Addis Ababa, Bankok, Beyrut, Cenevre, Nairobi, Santiago ve Viyana’ da önemli bir varlığı ve tüm dünyada büroları vardır.
d) Ekonomik ve Sosyal Konsey: Ekonomik ve Sosyal Konsey, Birleşmiş Milletler ve Birleşmiş Milletler ailesi içinde yer alan kuruluşların eş güdüm içerisinde çalışmalarını sağlamak amacıyla oluşturulmuştur. Konsey’in 3 yıllık süreyle hizmet eden 54 üyesi vardır. Konsey’de oylama salt çoğunluk ilkesine dayanır; her üyenin bir oyu vardır.
e) Vesayet Konseyi: Vesayet Konseyi, 7 üye devletin yönetimi altına verilen 11 bölgesel yönetimin denetimini sağlamak ve bu bölgelerin kendi özerk yönetimlerini kurmaları ya da bağımsız olmaları için yeterli adımların atılmasını garanti etmek üzere 1945 yılında Birleşmiş Milletler Antlaşmasının ilgili maddesi gereğince kuruldu. Anlaşma, başka bir ülke yönetimi altında bulunan topraklarda yaşayan halkların siyasi, ekonomik, sosyal ve eğitim alanlarındaki ilerlemeleri ile ilgili olarak Yönetim Birimi tarafından hazırlanan raporları inceleme ve görüşme; bölgelerden dilekçe kabul etme ve bölgelerde özel görevleri üstlenme yetkisini Vesayet Konseyine vermiştir.
Söz konusu bölgeler, 1994 yılına kadar, gerek ayrı devletler olarak gerekse de bağımsız komşu devletlere katılarak özerk yönetimlerini kurmuş ya da bağımsızlıklarına kavuşmuştur. Vesayet Konseyi’nin çalışmaları sonucu en son olarak Pasifik Adası Palu bağımsızlığına kavuşmuş ve BM’nin 185. üyesi olarak teşkilata katılmıştır.
Görevi biten Vesayet Konseyi’nin üye sayısı şu anda Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesine (Çin, Fransa, Rusya Federasyonu, İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri) indirilmiş ve gerek görülmesi halinde danışılacak bir yapıya dönüştürülmüştür.
f) Uluslararası Adalet Divanı: Lahey’de olan Uluslararası Adalet Divanı, Birleşmiş Milletlerin başlıca adli organıdır. Devletler arasındaki yasal anlaşmazlıkları çözüme kavuşturur ve Birleşmiş Milletler ve onun özel teşkilatlarına hukuk müşavirliği hizmeti verir. Tüzüğü, Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın ayrılmaz bir parçasıdır.
Divan, Tüzüğüne taraf olan tüm devletlere – ki Birleşmiş Milletler üyelerinin tamamını kapsar – açıktır. Yalnızca devletler ihtilaflı konularda Divan önünde taraf olabilir ve ihtilaflarını sunabilir. Divan, özel şahıs ve kişiler ile uluslararası örgütlere açık değildir.
Genel Kurul ve Güvenlik Konseyi herhangi yasal bir konu hakkında Divan’ın hukuki görüşünü alabilir. Birleşmiş Milletler’in diğer organları ve özel teşkilatları ancak Genel Kurul’un uygun görmesi durumunda faaliyetleri kapsamındaki yasal konularda Divan’ın hukuki görüşünü alabilir.
Kuruluşundan itibaren BM genel sekreterlerini şöyle bir tablo içerisinde sunmak mümkündür:
Genel Sekreterler | Dönem | Uyruk | Ülke Dış Politikası | Kıtası |
Trygve Lie | 1946-1953 | Norveç | Tarafsız (1946’da) | Avrupa |
Dag Hammarskjöld | 1953-1961 | İsveç | Tarafsız | Avrupa |
U Thant | 1961-1971 | Burma | Bağlantısız | Asya |
Kurt Waldheim | 1971-1981 | Avusturya | Daimi Tarafsız | Avrupa |
Perez De Cuellar | 1981-1991 | Peru | Bağlantısız | G.Amerika |
Butros Gali | 1991-1996 | Mısır | Bağlantısız | Afrika |
Kofi Annan | 1996-2006 | Gana | Bağlantısız | Afrika |
Ban Ki-Moon | 2006-2016 | Güney Kore | Bağlantısız | Asya |
Antonio Guterres | 2016 | Portekiz | NATO ve AB üyesi | Avrupa |
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi İle İlgili Reform Önerileri
Birleşmiş Milletler’in yapısı ile ilgili reform düşünceleri kimi zaman ortaya atılmıştır. Bu reform önerileri arasında en popülerlerinden olarak gösterilen BM eski Genel Sekreteri Kofi Annan’ın modeli gelmektedir. Annan’ın önerisi A Modeli ve B Modeli olarak ikiye ayrılmaktadır. A Modeli veto yetkisi olmadan altı yeni daimi üye ile BM Güvenlik Konseyi’nin genişletilmesini önermiştir. B Modeli ise daimi üyelikten farklı olarak sekiz ülkenin dönüşümlü olarak yer alacakları yarı daimi statülü üyelerden oluşan teoriyi kapsamaktadır. Ancak Annan’ın öne sürdüğü düşünceler teori olmanın ötesine geçememiştir.
BM daimi üyesi Rusya, G-4 ülkelerinin, Güney Afrika ve Mısır’ın Konsey daimi üyesi olmalarını desteklemektedir. Fakat bunu desteklemesi statükodan taraf olmadığı anlamına gelmemektedir.
Çünkü daimi üye yapılması durumunda yeni üyelerin mutlak veto hakkına sahip olmalarına karşı olduğu gibi kendisinin dahil olduğu ”daimi 5’ler”in de veto yetkilerinin sınırlandırılmasına karşı çıkmaktadır.
Çin ise Güvenlik Konseyi’nde Japonya ve Hindistan’ın daimi üyeliğine karşı çıkarken, Afrika kıtasından temsili savunmaktadır.
BM Sistemi ve Türkiye’nin Reform Önerileri
Türkiye BM Güvenlik Konseyi ile ilgili görüşlerini 1993’te Genel Sekreter’e ilettiğinde, 25-30 üyeli bir Konsey düşündüğünü ifade ediyordu. Konsey’e, rotasyona tabi olacak 10 yeni üye eklenmeliydi. Bunların seçimi şu ölçüler göz önüne alınarak yapılmalıydı: Devletlerin nüfusu, jeopolitik konumu, askeri kapasitesi, ekonomik potansiyeli, BM Antlaşması çerçevesindeki çalışmaları, Uluslararası barış ve güvenliğin korunmasına ve örgütün diğer amaçlarına katkıları ve ayrıca adil bir coğrafi temsil. Rotasyona tabi olacak devletler 10 ve 15 devletten oluşan iki gruptan seçilmeliydi. Konsey’in 15 olan üye sayısı, BM üyesi devletlerin toplam sayısının sadece 12’de 1’iydi. Türkiye, üye sayısının 30’a çıkarılmasıyla bu oranın da 6’da 1’e çıkacağını, böylece Konsey’in daha fazla temsil yeteneğine sahip, ihtiyaçları daha iyi karşılayabilir, şeffaf ve hesap verir nitelik kazanacağını düşünmekteydi. Türkiye’de, diğer üyelerin büyük çoğunluğu gibi, Konsey çalışmalarının 5 daimi üye tarafından yönlendirilmesinden, kararların, bunların yaptığı gayrı resmi ve kapalı görüşmelerde şekillendirilmesinden rahatsızdı. Bu gayrı resmi görüşmeler Konsey’in normal çalışma yöntemi haline gelmiş, resmi oturumlar çoğunlukla içerikten yoksun kalmıştı. Türkiye, sistemin Konsey’e üye olmayanların da izleyebileceği şekilde şeffaflaştırılması, Konsey üyesi olmayan ama Konsey’in gündemine aldığı bir soruna taraf olan devletlerin de görüşmelere davet edilmesi görüşündeydi. Türkiye’ye göre Konsey bunu, bu tür sorunlar üzerinde bir karar alıp eyleme geçmeden önce yapmalıydı. Bunu söylerken de aklında özellikle Irak’a uygulanan yaptırımlar vardı. BM’ye üye devletlerin büyük kısmı da bu görüşleri paylaşıyordu.
Türkiye’nin önem verdiği ikinci nokta, barış gücü operasyonlarının kurulması ve görev tanımlarının belirlenmesi sürecinde, Konsey’in katkıda bulunan devletlerin görüşlerini dikkate almaması hususu ve bunun yol açtığı sakıncalardı. Özellikle, Konsey’in sıradan görev tanımını değiştirmesi, eski tanıma göre katkıda bulunmaya karar veren bazı devletler için kabul edilemez durumlar yaratıyordu. Bu devletlerin asker ya da sivil görevlileri bu nedenle tehlikeye maruz kalabiliyordu. Barış güçlerine katkıda bulunan bir devlet olarak, Güvenlik Konseyi ile bu devletler arasındaki işbirliği ve iletişim kanallarının açık olması ve bu devletlerin görüşlerinin gereği gibi alınması, Türkiye için büyük önem taşıyordu. Türkiye’ye göre, görev tanımları dönemsel olarak gözden geçirilmeli ve mevcut duruma uymayan tanımlar değiştirilebilmeliydi. Bu üçler ancak bu şekilde en yüksek etkinlikte çalışabilirdi. Türkiye 1995’te Genel Sekreter’e sunduğu mütalaada, Konsey’in yapısına ilişkin görüşlerini küçük değişikliklerle bir kez daha açıkladı. Konsey’in kompozisyonunun temsil yeteneği, demokrasi, meşruiyet, verimlilik ve etkinlik unsurları göz önünde tutularak belirlenmesi gerekiyordu. Türkiye’nin düşündüğü üye sayısı 30’dan 25’e inmişti. Sürekli statüde olmayacak yeni 10 üye, önceden belirlenen ve 30-40 devleti içeren bir listeden seçilmeli ve rotasyona tabi olmalıydı. Sonuç olarak şunu belirtmek gerekir: 2000’lere gelindiğinde, Güvenlik Konseyi reformunun gerçekleştirilemeyeceği, açıkça dile getirilmeyen bir veri olarak kabul edilmişti. Bu nedenle Türkiye, kapsamlı reform taleplerinden çok kendisini ilgilendiren uygulamaların iyileştirilmesi yönünde tavır almaya başladı. Reform konusunda ilk kez 1995’te kapsamlı bir öneri sunan Türkiye’nin 19 Şubat 2009’da bir kez daha açıkladığı görüşlere baktığımızda temel bir değişiklik yoktu:
1) Üyelik kategorileri: Türkiye, sürekli olmayan üyeliklerin sayısının, Konsey’i daha demokratik ve temsil gücüne sahip hale getirecek biçimde artırılmasından yanaydı. Konsey’e yeni sürekli üye katılması konusunda çok istekli değildi; yapıldığı takdirde, sürekli üye sayısındaki artırım, geçici üyeler aleyhinde olmamalıydı.
2) Veto Meselesi: Sürekli üyelerce veto kullanımının kısıtlanması için yöntemler geliştirilmesi gerekmekteydi.
3) Bölgesel Temsil: Türkiye, hakkaniyete uygun bir coğrafi temsil istemekteydi. Afrika’nın ve küçük ve orta büyüklükteki Afrika devletlerinin adını vererek, bu kıta ve grubun yeterince temsil edilmediğini ve bu haksızlığın giderilmesi gerektiğini belirtti.
Konsey’in üye sayısı ve çalışma yöntemleri: Konsey’de kaç üye olması gerektiği konusunda belirli bir sayı düşünmediğini, farklı grup ve coğrafyaların yeterli temsilini sağlayacak her sayıyı kabul edilebilir bulduğunu açıkladı. Konsey’in toplam üye sayısı 25-27 civarında olabilirdi. Latin Amerika ve Afrika için sürekli üyelik oluşturulmamasını, bu bölgelerin sürekli üyelik yoluyla temsiline ilişkin modelin birçok devletin hizmet etmesine olanak verecek biçimde oluşturulmasını önerdi. Türkiye, Konsey’in çalışma yöntemlerinin şeffaflaştırılması gerektiğini vurguladı.
Konsey-Genel Kurul ilişkisi: Konsey ile Genel Kurul arasındaki ilişkinin güçlendirilmesini ve Kosey’in daha hesap verir konuma getirilmesini talep etti.
Birleşmiş Milletler’in Geleceği İle İlgili Düşünceler
Daimi üyeler Konseyde avantajlı konumlarını kaybetmeyi istememektedirler. Konseyin kararlarının meşruluğunun sağlanması Konseyin demokratik karar veren organ olarak algılanmasını sağlayacaktır. Konseyin daha demokratik olması meşruluğunu da beraberinde getirecektir. Başka bir deyişle, Konsey herhangi bir uluslararası eylemde meşru olmalıdır; meşru olmak için eylem uluslararası hukuk ile uygun olmalı ve Birleşmiş Milletlerin imtiyazı ile tutarlı olmalıdır. Ayrıca, kararın meşru olması için daimi üyeler BM imtiyazı ile tutarlı olmalı ve karar şeffaflıkla alınmalıdır. Güvenlik Konseyi Birleşmiş Milletlerin tüm üyelerinin tarafında karar almalıdır. Bu nedenle kuruluş daha saydam olmalıdır çünkü karar verirken fonların bağışçılarının öncelikleri karar alma mekanizmasını etkileyebilmektedir. BM’nin demokratik olmayan karakterinin başka bir önemli nedeni veto gücünü elinde bulunduran daimi üyelerin demokratik olmayan durumudur. II. Dünya Savaşı’ndan sonraki konjonktürde galip güçlere ve Çin’e verilen bu özel ayrıcalık, Milletler Cemiyetinin başarısızlığı nedeniyle gereklidir. Bu görüntüde, tüm çabalar daha az kırılgan bir Birleşmiş Milletler yapmak içindir. Ayrıca, bu özel ayrıcalık Güvenlik Konseyi’nin güvenilirliğini artırmış ve onu seçkin bir grup ya da en yüksek yürütme organı yapmıştır. Fakat Soğuk Savaş’ın sonundan beri, dünya yeni meydan okumalar ve tehditlerle yüz yüze gelmiştir. Böylece, Yeni Dünya Düzeni iki kutuplu dünya düzeninin yerini almıştır. Bunun sonucu olarak bloklar arasındaki dengeyi düzenleyen beş daimi üyenin veto hakkını düzenleyen mekanizmanın değiştirilmesi ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Veto Hakkı ve reformlar bir paranın iki yüzü gibidir. Güvenlik Konseyi reformunda Birleşmiş Milletler şartı düzenlenmiştir. Düzenlemede daimi üyelerin oy hakkı sübjektif olarak nitelendirilmiştir. Yani daimi üyelerin vetosu hiç gerekli değildir. Ayrıca, beş daimi üyenin oyundan sonra iki üç Genel Kurulda düzenleme yapılması kabul edilmiştir. Ancak üye ülkeler arasında görüş birliğine varılamamıştır.
Görüleceği gibi farklı zamanlarda farklı ülkelerin BM geleneksel yapısı ile ilgili geliştirdikleri teorileri sıralamak mümkündür. Ancak BM Güvenlik Konseyi daimi üyeleri sahip oldukları ayrıcalığın bir bakıma ise statükonun devamından taraf oldukları için hiçbir öneri kabul görmemiştir. Bu noktadan sonra yapılacak simgesel değişiklikler de bir anlam ifade etmemektedir. Çünkü BM, ABD’de ki bir binadan ibaret değildir. Gerçekten değişebilmesi için, düşünsel bir restorasyondan geçmesi gerekmektedir. Bunun için de öncelikle Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin tutumlarını değiştirmeleri gerekmektedir. Türkiye’nin BM ile ilgili geliştirdiği öneriler değerlidir. Ancak BM’in yapısının değişmesi mümkün değildir. Türkiye, BM’de aktif rol olmaya özen göstermekle beraber ulusal veya bölgesel paktlar ve birlikleri tesis etme gayretini sürdürmedir. BM gibi bir yapının kurumsal olarak dönüşebilmesi için İkinci Dünya Savaşı gibi konvansiyonel bir şok yaşanması gerekmektedir.
Yeni Dünya Düzeni ve Yeni Uluslararası İlişkiler Kavramı
Devletlerin birbirleriyle ya da Uluslararası sistemle ilgili politika ve stratejileri Dış Politika Analizi disiplini altında incelenmektedir. Dış Politika Analizi, devlet ve siyasi iktidarların üzerine somut olarak yoğunlaşarak incelemekle birlikte, insan kavramını da özne olarak değerlendirmesi bakımından uluslararası ilişkilere de katkı sunmaktadır. Dış Politika Analizinin gelişmesi İkinci Dünya Sonrasına tekabül eder. Özellikle ABD üniversitelerinde Uluslararası ilişkiler dalı altında dış politika analizleri okutulmaya başlanmıştır. Genel olarak Dış Politika Analizinin evriminde üç aşamadan söz etmek mümkündür.
İlk olarak, alanın oluşum aşaması denilebilecek 1950’li ve 1960’lı yıllarda kurucu kuşağın yaptığı çalışmalarla karşılaşılmaktadır. Bu dönemi, 1960’lı yılların ortasından başlayarak 1970’lerde etkili olan ve özgül yöntemler kullanılarak genel bir dış politika kuramına ulaşmaya çalışan Karşılaştırmalı Dış Politika Analizi dönemi izlemektedir. Son olarak da çok düzeyli eklektik araştırmalara yönelen üçüncü kuşaktan söz edilebilir.
Dış Politika Analizi temel yaklaşım düzeyindeki değişmeler, dünyanın ve medeniyetin her daim değişim sürecinde olmasından kaynaklanmaktadır. Bu durum Yeni Dünya Düzeni olgusunun tartışılmasını doğurduğu gibi Uluslararası ilişkiler kavramı da yeni dönemin koşul ve gerekliliklerine göre irdelenmeye başlanmıştır.
Soğuk Savaş yıllarının çift kutuplu Uluslararası ilişkileri, Sovyetler Birliği’nin içine doğru oluşan bir yok oluşla (implosion) ortadan kalkması neticesinde 31 Aralık 1991’de sona erdi. Oysa 1989 Kasım’ında Berlin Duvarı’nın halk tarafından, Doğu Alman hükümeti ve onun arkasındaki Sovyetler Birliği’nin tepkisizliği sonucunda yıkılması ve 1990 yazında başlayan ve 1991 yılı başlarına kadar süren Arap/İran Körfezi’ndeki bunalıma Sovyetlerin seyirci kalması çift kutupluluğun sona ermekte olduğunun habercisiydi. Irak’ın Kuveyt’i işgâli ile 1990 Ağustos’unda başlayan Körfez Bunalımı, Sovyetler Birliği’nin tepkilerine de güvenen Irak lideri Saddam Hüseyin’in umutlarını boşa çıkarttı. Sovyetler Birliği, Körfez Bunalımı’nda arabuluculuk yapma girişimlerinde bulunsa da Amerika Birleşik Devletleri’ni hedef alan ve çatışmayı öngören bir strateji izlemedi. Dünyanın tek bir Süper Devlet veya tüm devletlerden daha güçlü bir Hiper Devlet’ten oluşan tek merkezli bir siyasal güç dağılımına doğru evrim gösterdiği görüldü. Bu arada Doğu Avrupa’da yeniden yapılanma çabaları, Sovyetler Birliği’nden ayrılan devletlerin Rusya ile birlikte kurduğu Bağımsız Devletler Topluluğu’nun oluşumu ve Balkanlar’da Yugoslavya’nın hızla çözülmesiyle, Kafkasya’nın iç ve komşulararası savaşlar dönemine girmesi gibi gelişmeler ortaya çıktı. Nihayet, Kuzey Kore’nin nükleer silah yapma, Hindistan’ın ve Pakistan’ın nükleer güç olduğunu kanıtlama çabalarının hız kazanması, Somali’de ve Afganistan’da merkezi devletin çökmesi, Çin’deki ekonomik liberalleşme ve Ortadoğu’da İsrail-Filistin barış süreci ile 1990’ların en temel Uluslararası gelişmeleri oldu. 1991’de Madrid Konferansı ile başlayan ve 1993’te Oslo’da imzalanan barış antlaşması ile devam eden süreç İsrail-Filistin ilişkilerine yeni bir boyut kazandırırken, Ürdün de Mısır’ın 1978’de imzaladığı Camp David Antlaşması’nın ardından İsrail’le 1994’te barış antlaşması imzalayan ikinci Arap devleti oldu. Oslo süreci olarak anılan İsrail-Filistin görüşmeleri bir dönem olumlu seyrederken, İsrail Başbakanı Rabin’in suikasta uğramasıyla yeni bir yöne doğru ivme kazandı. Böylece, ilk kez bir Musevi lider bir başka Musevi tarafından öldürülmüş olurken, Likud Cephesi’nin genç lideri Benjamin Netanyahu Başbakanlık seçimlerini kazanarak İsrail’i yönetmeye başladı. Bu gelişmeyle birlikte, Oslo barış süreci de bir duraksama ve bunalım dönemine girdi.
İsrail’in yayılmacı stratejisi ve İsrail-Filistin çatışmaları bu minvalde kalmamış, İsrail yalnızca birkaç sene sonra Suriye’ye saldırmıştır. Aslında bu gibi gelişmeler Soğuk Savaş sonrasında Ortadoğu coğrafyasında çatışma, istikrarsızlık ve buhranın eksik olmayacağını göstermiştir. 11 Eylül 2001 saldırıları ile ABD’nin önleyici vuruş doktrinini işletmesi, NATO’yu ilk kez alan dışı operasyonda devreye sokması ve sonrasında gelen Irak işgâli ve bu süreçte Türkiye-ABD ilişkilerinde ki gerilimin, Türkiye iç istikrarsızlığı ile de bütünleşerek Türkiye’de koalisyonlar devrinin kapanması gibi önemli gelişmeler oyun kurucu ABD imajını oldukça sarsacaktır. ABD, Körfez krizinden itibaren Ortadoğu’da asker sayısı ve yığınağını artırmasına rağmen özellikle Afganistan ve Irak’ta ki ulus inşası süreçlerinde beklediğini alamamış, bunun da ötesinde bölgede yeni bir Amerikan karşıtlığı başlamıştır. Konvansiyonel müdahalelerden ziyade vekil aktörlere daha fazla başvurulan yeni süreçte ise istikrarsız devletlere rağmen, sınırların istikrarı şaşırtıcı biçimde korunmuştur. Öyle ki, Ortadoğu’nun en istikrarlı dilimi sınırları olarak gösterilmektedir. Rusya’nın bölgeye inmeye başlaması, Çin’in, İpek Yolu projesi kapsamında, Pakistan, İran, İsrail ve Türkiye’nin limanları ile ilgilenmesi, Çin’in de dolaylı bir oyuncu olarak bölgeye yerleşmesini sağlamıştır. Yeni düzende her ilişki çok girift, karışık, belirsiz görülmektedir. Asya-Pasifik’e yığınak yapılacakken bundan vaz geçilip Doğu Akdeniz’e yönelinmesi, Sünniler mi yoksa Şiilerle mi yol yürüneceğinin belirlenememesi, vekil aktörlerin çoğu zaman aralarında menfaat çatışmalarına düşmeleri ve ne olursa olsun bu düzende ultra global lobilerin kazançlı çıkmaları yeni dönemin bir çırpıda sayılabilecek özelliklerinden olmuştur. Yeni dünya düzeninde yeni Uluslararası ilişkiler kuramı da değişmiş ve dönemine uygun bir disiplin haline gelmiştir.
a.Soğuk Savaş döneminde global ilişkilerde ana iki aktör olarak ortaya çıkan; ABD ve Sovyetler Birliği’nin etkisi dünya siyasetinde oldukça ağırlıklıdır. Ancak 1978’de hızlanan neoliberal dalga ile ABD’nin Yıldız Savaşları projesiyle, Sovyetler’i askeri ve teknolojik olarak kesin yenilgiye uğratması neticesinde dünya piyasaları ve siyaseti de değişime uğramıştır ve bunun neticesinde Almanya birleşmiş, Sovyetler Birliği dağılmış, küreselleşmenin etkisi mahalli kültürlerin yanına evrensel bir tek kültürü de eklemiştir. Postmodern dönemin gerekliliğine uygun olarak ülkeler önemini korumak hatta temel aktör olma vasıflarını devam ettirmekle beraber, tröstlerin, sivil toplum kuruluşlarının, global organizasyonların, süper bireylerin de siyasetin aktörü haline gelmeleri kaçınılmaz olmuştur. ABD kültürel ve askeri hegemonyası sayesinde dünyanın en popüler ülkesi olabilme etkisini devam ettirmiştir. Fakat rakipleriyle arasındaki fark önceki yıllardaki gibi açık değildir.
Yeni dünya düzeninin şimdilik, sadece tekil bir merkezi bulunmamaktadır. Bu merkez önce eski endüstri-ötesi güçler olan G-7 devletlerine Rusya ve Çin’in de katılımıyla dokuz devletli bir yapının etrafında oluşmuşa benzemektedir. Hindistan ve Brezilya ile gelişmekte olan başka ekonomileri de içeren toplam on bir ülke daha bu listeye eklenerek Türkiye’nin de içinde bulunduğu bir G-20 grubu oluşturulmuştur. Zaman zaman toplanan G-7 artı Rusya ve G-20 gruplarıyla ekonomik, siyasal ve kültürel duyarlılıklara yer veren bir küresel yönetişim süreci oluşturulmaya çalışılmaktadır.
Bu yeni sistemde devlet dışı aktörlerinin yanında güçlü veya yükselen trendli ülkelerin varlıkları çok kutuplu bir düzeni ifade etmez. Pek çok güç odağının bulunması buna mukabil ise daha zayıf ülkelerin güç odaklarından ayrı ya da uzak davranış gösterme eğilimlerine rağmen egemenliklerini bir şekilde devam ettirebilmeleri yeni dünya düzeninde Uluslararası ilişkiler sisteminin çok kutuplu değil kutupsuz bir yapıda olduğunu göstermektedir.
b. İnsan hakları ve demokratik değerler vurgularının yükselmesi aslında hegemon devletlerin geliştirdikleri ilişkilerde daha adil davrandıklarını ifade etmez. Bu kavramlar genellikle hedef ülkelerin iç siyasetinde baskı oluşturabilmek maksadıyla kullanılmaktadır. Kendi egemenlikleri ve sınırları olan devletler ise bu ulusal egemenliklerine rağmen farklı ülkelerin müdahaleleriyle karşılaşmaktadırlar. Böyle bir ortamda iç siyaset ve dış siyaset her ülke, özellikle de gelişmekte olan ülkeler bakımından ayrı olmayan bir düzeni oluşturur. İç siyasetin, dış politikaya az veya çok eklemli olduğu bu yapı ulusal egemenlikleri zedeleyerek ulus kavramında en büyük yaralardan birisini açmaktadır.
c. Yeni dünya düzeninde, ülkelerin tesis ettikleri ilişkiler Dışişleri Bakanlığı ve mensuplarından ibaret değildir. Diplomasi, kamu diplomasisi gibi kavramların oluşturulmaları, Dışişleri dışında, şirketleri, bireyleri, üniversite gibi yüksek öğretim kurumları da kapsamaktadır. Dışişleri’nde ki ilişkinin çok aktörlü ve karmaşık yapısı bu alanın önemini artırmış, ülkelerin ise yumuşak güç gibi potansiyellerini yeniden oluşturmalarına sebep olmuştur.
d. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından ortaya çıkan tek kutuplu dünya Soğuk Savaş dönemine ait birçok politika önceliğini geçersiz kılmıştır. Bu dönemde yalnızca Varşova Paktı ortadan kalkmakla kalmamış, eski Doğu Bloku ülkeleri AB’ye katılmış, NATO da kendi varlığına meşruiyet kazandırmak için küresel sistemdeki rolünü yeniden tanımlama ihtiyacı duymuştur. Bir anlamda Uluslararası siyasi sistemde karşıtlıklar törpülenmiş, kesin çizgilerle ayrılmış hatta yumuşamış ve devletlerarası koalisyonlar görece daha geçirgen hale gelmiştir. Yeni düzen ülkeler arasında bir koalisyon düzeninin oluşmasını sağlamıştır. Bu amaca hizmet edecek biçimde ve olanaklar elverdiğinde BM örgütü devreye sokularak, yoksa doğrudan görüşmelerle ABD, diğer NATO üyeleri, Rusya, Çin ve Japonya’ya danışıp, tümünün alınacak bir karara katılmasını sağlayarak (consensus building) yaptırım uygulanılması yoluna gidilmektedir. Körfez Bunalımı’nda ilk kez uygulanan bu politika, Yugoslav Bunalımı’nda, Somali’ye yapılan insani yardım amaçlı müdahalede, Kafkasya’daki gelişmelerde ve nihayet 2011 yılında Libya’ya askeri müdahalede uygulanmıştır. Nitekim 1997 sonu ve 1998 yılı başında Körfez bunalımı tekrar alevlendiğinde de ABD ve onu yakından izleyen İngiltere aynı koalisyon kurma çabasına girmişler, fakat başarısız olduklarında, bölgeye büyük bir güç kaydırmış olmalarına karşın, hiçbir askeri harekâta girişmemişlerdir. Yine, 11 Eylül 2001 sonrasında tam bir mutabakat sağlandığında Afganistan’daki Taliban ve el-Kaide’ye yönelik savaş başlatılıp sürdürülmüş, ancak aynı zamanda Irak’a yönelik askeri harekât söz konusu olduğunda bir mutabakat sağlanamadığından, bu konudaki girişimler, 2003 yılına kadar ertelenmiştir. Dolayısıyla, tam bir mutabakat sağlanamadığı hallerde ABD tek süper güç olarak kendi başına ve katılmak isteyen Britanya, Polonya, Bulgaristan, Kanada, Romanya vb. Devletlerin desteğiyle ön alıcı saldırı doktrini geliştirerek Irak’a müdahale yolunu bir kez denemiştir. 2011 yılında ise Libya’da BM devreye sokularak silahlı güç kullanma yoluna gidilmiştir. Görüldüğü gibi ülkelerin askeri kapasiteleri ne oranda büyük, askeri harcamaları ise ne kadar fazla olursa olsun yayılmacı ABD örneğinde görüldüğü gibi NATO, BM gibi organizasyonların hiçbirisi ikna edilemezse lokal destekler aranarak harekât girişimleri başlatılmıştır.
Bu konsensüs yalnızca askeri harekâtlarda oluşturulmaz. Örneğin, Türkiye’nin, Doğu Akdeniz faaliyetlerinde de önemli her ülke ittifak edercesine Türkiye’yi kınayarak, yaptırım tehditlerinde bulunmuşlardır. O hâlde yalnızca harekât değil, belirledikleri statükodan başka girişimlerde bulunabilecek ülkelere karşı da oluşturulan bir beraberlik söz konusudur ve konsensüs yayılma ile birlikte savunmayı da içermektedir.
e. Postmodern sistemin gerekliliği olarak öne sürülen ulus devlet mekanizmasının sona erdiği teorisi için verilen en somut örnek Avrupa Birliği idi. Avrupa Birliği ülkeleri kendi içinde her ne kadar geçirgen sınırlara sahip olsa da özellikle mülteci olaylarından sonra dışa karşı son derece tutucu olmakla birlikte kendi içerisinde bile zamanla ek önlemler almak zorunda kalınmıştır.
Ulusal sınırların daha kolay sorgulanabilir olması, ulus-devletin artık anlamsız bir olgu olmaya başladığının göstergesi değildir. Her ne kadar ulus devletler varlıklarını devam ettirseler bile yerel kültürlerinde yükselen trendle seyretmeleri, ulus ve yerel arasındaki çelişkiyi artırmıştır. Bu durumda küreselleşmecilerin sınırsız dünya savlarıyla, yerelcilerin mahalli kültür ve sınır savları çatışmaktadır.
Son yarım asırdır ortaya koyulan fakat 1990’lı yıllardan itibaren ivme kazanarak kitapların ve makalelerin konusunu oluşturan kavram tek ve bütün bir siyasi düzeni var edebilmektir. Buna göre tek bir dünya devleti ki biz buna imparatorluğu da diyebiliriz mevcut devletlerin tasfiye edildiği bir düzende tek ordu, mali sistem, parlamento hatta gerekirse kültürü içerecek ve böylelikle insanların yönetilmesi daha kolay hale gelecektir. Yüzlerce çeşit ırkı ve devleti idare edebilmek için yüzlerce kurama ve uygulamaya ihtiyaç vardır. Bunlar ise zaman ve maliyet demektir. Üstelik sarf edilen ile elde edilen arasındaki verinin negatif ya da pozitif olacağı meçhuldür. O halde oluşturulacak tek dünya imparatorluğu ile tek bir halkı idare oldukça olanaklıdır. Çünkü farklılıklar ortadan kalkmıştır ve tek bir strateji idare için yeterli olacaktır. Belirlenen sürede savaşlar ya da demokrasi projeleriyle mevcut devletlerin tasfiyeleri amaçlanır böylece en güçlü ve tasarımcı devlet tek olarak kalır. Artık belirlediği planlar dahilinde bir yönetim metodu geçerli olacaktır. Bu teoride muğlaklıklar mevcuttur. Yeni ve tek imparatorluk olarak sunulan geleneksel olarak iki yapı vardır: ABD ve AB. Yeni konjonktüre uygun olarak son zamanlarda Çin’de bu ikilinin yanına iliştirilmektedir.
Bu devletler ve birliğin önemleri yadsınamaz. Özellikle ABD, iç sorunları, sınırları dışında yaşadığı belirsizlikler, hedef aldıkları önemsiz ya da nispeten daha zayıf görülen ülkelerin bile Venezuela örneğinde olduğu gibi direnişte bulunmaları gibi olumsuz geri dönüşlerle imajını zedelemiştir. Her şeye rağmen dünyadaki en önemli güç odağı halinde bulunsa bile tek dünya imparatorunun ABD tarafından üstlenilmesi teorisi gerçekçi durmamaktadır. Avrupa Birliği’nin dağılma sürecinde olduğu öne sürülmektedir ancak Almanya ticari hegemonyasını devam ettirebilmek için bu pazara ihtiyaç duymaktadır. Avrupa Birliği belki fiili olarak devam edebilir fakat Alman referanslı bir paktı andırabilir. Bu haliyle bile tek imparatorluk olabilme misyonu ağır gelecektir.
Çin ise yeni üretim sahaları özellikle üretimde 2025 yılına kadar geçebilmeyi planladığı çok hızlı, esnek, yüksek kaliteli, kişiye özel ürünler gibi kavramlarla ekonomik baş güç gösterilebilir. Fakat Çin’in en büyük rakibi yine Çin’dir. Çünkü ürettiği ürünlerin aynı zamanda en büyük alıcısı da kendisidir. Bozulan ekonomik dağılımı, dijital tabanlı otomasyon sistemleriyle istihdam açığının artması ve ordu modernizasyonunu da tamamlayamamış Çin’in imparatorluk olamayacağını gösterir. Bu örnekler artırılabilir ve İngiltere, Rusya, Hindistan hatta İsrail bile tek dünya devletinin imparatoru olarak öne sürülebilir. Ancak her ülkenin olumsuz tarafları çoktur ve asla küresel bir ırk yaratıp bunu idare edebilecek potansiyele sahip değillerdir. O zaman bu teoriyi ülkelerden uzak olarak ele almak gerekir. Eğer bir devlet küresel imparatorluk kuramayacaksa devletler üstü mekanizma olan Birleşmiş Milletler bu role neden soyunmasın? Ancak Ruanda, Kosova, Yemen gibi onlarca ülkede bile herhangi bir çözüm üretememiş çoğu zaman verdiği kararlar en güçlü ülkelerce uygulanmayan bu mekanizma da tek bir imparatorluk olmaktan uzaktır.
ÜLKELER | GENEL SORUNLAR | DÜNYA İMPARATORLUĞU OLABİLİR Mİ? |
ABD | Etnik sorunlar, ekonomi, dünya jandarmalık imajının sarsılması, rakiplerinin artması.. | Olamaz |
İngiltere | Kadim bir geçmişi bulunmaması, siyasi istikrarsızlık, bölünme sorunları, entegrasyon sorunu | Olamaz |
Almanya | Etniki ve siyasi sorunlarının yükselmesi, dünya savaşının sebebi gerekçesiyle sürekli gözetim altında olması, Rusya ve Türkiye engeli | Olamaz |
İsrail | Yapay bir devlet olması, lobilerin ve seçkin türlerin planlarında yerinin olmaması | Olamaz |
Çin | Medeniyet üretemez, cazibe merkezi değildir | Olamaz |
Rusya | Putin sonrasının meçhul olması, rakiplerinin her daim baskı altında tutmaları, hâkim bir medeniyet olmamaları | Olamaz |
Birleşmiş Milletler | Sorunlara çözüm sunamaması, Kararlarını bazı ülkelerin görmezden gelmeleri, üye devletlerin resmi egemenliklerinin devam etmeleri | Olamaz |
Farzı muhal anılan ya da anılmayan devletlerden herhangi birinin bir imparatorluk kurabilmesi geleneksel ulus devlet yapılarının yerle bir edilmeleriyle mümkün olabilecektir. Ultra globalistlerin öne sürdükleri globalleşmenin kaçınılmaz olduğu kavramına karşılık yerel değerleri savunanlar ise yükselen milliyetçilikler ve milliyetçi siyasi söylemleri ortaya koyarak asli kimliklere daha sıkı sarılma süreçlerine girildiklerini vurgulamaktadır.
GLOBALLEŞMECİLERİN SAVLARI | YEREL DEĞERLERİ ÖNE ÇIKARTANLAR |
Sınırlar kalkıyor | Duvarlar örülüyor |
Tek bir hâkim kültür oluştu | Milliyetçilik yükseliyor |
Sanal dünya ultra globaldir | Sanal dünyada kimi zaman kültürel motiflerimizi yansıtıyoruz |
Siyasal bakımdan federal, yarı federal, klasik üniter farketmeksizin bir devlet tek bir milli kimliği içeriyorsa ve tek bir ulusal egemenlik kavramına dayanıyorsa üniter demektir. Aslında ABD, Almanya, Rusya gibi ülkeler de bu kategoride üniter devletlerdir. Üniterliğin tanımı ise bize göre üç bütünlük dahilinde incelenmelidir.
1) Ülkesel Bütünlük:
a) Milli Kimlik: Dil, kültür, ortak tarih, ortak hedefler…
b) Ulusal Egemenlik : Milli kimlikten beslenmektedir. Siyasetin küresel boyutu ve sivil toplum mekanizmasının gelişmesiyle birlikte aşınmaya başlamıştır.
2) Siyasi Bütünlük: Hukuki anlamda birey ve devlet arasındaki bağı sağlayan vatandaşlık kavramıdır.
3) İdari Bütünlük:
a) Merkezi Bağ: Vatandaşlık
b) Merkezi Finans: Merkez Bankaları
c) Merkezi Ordu: Resmi ordular
Üç bütünlük kavramlarından ulusal egemenlik; süper bireyler, şirketler, sivil toplum, ulus üstü mekanizmalar gibi gelişmelerin entegrasyonlarıyla beraber aşınmıştır ve artık hiçbir ulus yüzde yüz bağımsız değildir. Siyasi bütünlük kavramını oluşturan vatandaşlık kavramı ise Bitnation projesiyle dijitalleşmeye başlamıştır. Bu proje daha çok yenidir. Ancak yakın gelecekte dijital uygarlıkların mensubu olabilmek için dijital kimlikler teklif edilecek bu durum ise klasik vatandaşlık kavramında kökten bir değişime yol açacaktır.
İdari bütünlüğün ilk ayağı merkezi bağdır ve devlet ile vatandaşı arasındaki ilişkiyi yani vatandaşlığı ifade etmektedir. Biz bu kavramın nasıl bir dönüşüm sürecinde olduğunu birkaç satır evvel izah ettik. İkinci ayak olan merkezi finans ise merkez bankaları ya da ekonomiyle ilgili bakanlıklardır. Bir devletin devlet olabilmesi için resmi para biriminin bulunması gerekmektedir. Oysa Bitnation, Holochain projeleri ile finans kontrol mekanizmalarından devletler soyutlanmakta, para basma ve para politikaları belirleme tekelleri zamanla ortadan kalkmaktadır. İdari bütünlük kavramının üçüncü ayağı olan merkezi ordular ise devletlerin sahip oldukları resmi şiddet tekelini bulunduran kurumlardır ve devletlerin sert güç uygulamalarının yanında kimi zaman asayiş için başvurdukları mercilerdendir. Günümüzün askeri endüstrisi özelleştirme kavramından nasibini alarak özel şirketleri var etmiştir ve artık vekalet savaşları ordulardan daha çok şirket mensupları aracılığıyla sürdürülmektedir. Ancak henüz resmi ordu kavramları ortadan kalkmamıştır. Fakat orduların tamamen dijitalleşmeleri, nano ve akıllı mühimmat uygulamalarına başvurmalarıyla devletler, ordu denetimlerini kaybedebileceklerdir çünkü bu mekanizma saldırılara açık olacaktır. Ayrıca akıllı cihazlara istenildiğinde klasik insanların ve klasik devletlerin hükmetme şanslarının ne oranlarda olabileceği bir başka tartışmanın konusudur. Demek ki globalleşme sürecine rağmen şu anda ulus devlet yapılarını sürdüren üç bütünlük ve bunların alt kategorilerinden yalnızca milli kimlikler en kuvvetli oranda yaşamlarını devam ettirmektedirler. Ortak dil, din, beklenti, düşman gibi kavramlar şu an için yeni fakat yakın gelecek için geçerli kavramlardır ve bu bakımdan klasik ulus kavramlarının var oldukları biçimde yaşamlarını sürdürmeleri mümkün değildir. Önceki sayfalarda tek bir ülkenin imparatorluk kurabilme olasılığının bulunmadığını belirtmiştik. Öyleyse popüler olan şehir devletleri modelinin üzerinde durabiliriz. Hep büyük bir parça vurgulandı ancak var olan devlet sayısını oldukça artırıp beş bin civarına çıktığını kabul ettiğimizde bu tablo son derece istikrarsız ve kendisine yetemeyen ve kaos ortamını oluşturacaktır. Teori ön safha olarak tutarlıdır ancak yine bugün ki kavramlar üzerinden bir değerlendirme sunmuştur. Bu haliyle ise eksiktir. Çünkü öne sürdüğümüz klasik ulus ve buna uygun düşen alışkanlıkların aşınacağı ve kalkacağı yönündedir.
Önceki sanayi devrimleri her ne kadar makinalaşmayı sağlamış ve teknolojik ilerlemeyi hayata adapte etmişlerse de merkezlerindeki unsur her daim insan olmuştur. Yeni devrimin şüphe uyandıracak tarafı ise odak insan mottosunun tamamıyla delinmesi dijitalleşmenin robotların her kulvarda kullanılmalarıyla insanın misyonunun ne olacağı sorusunu tartışmaya açmasıdır. İnsan dünyanın efendisi olması vasfını kaybedebilir mi? Bu konuda ütopik ve distopik senaryolar mevcuttur. Bunlardan birincisi komünist bir sistemin var olacağı yani devletin hiyeraşinin ortadan kalkacağı ve bireyin yalnızca zaman geçirmek için istediği işte istediği zaman istediği kadar çalışabileceği önermesidir. Dijitalleşme ve akıllı robotların yer aldıkları üretimin insanın çalışma yükünü azaltacağı kabul edilse bile hatta Marksist sistemin öne sürdüğü ataerkil yapı ve milliyetçilik tamamen yok edilse de hiyeraşinin ortadan kalkmayacağı anlaşılmıştır. Çünkü sosyal sanal dünyalarda beğeni ve takipçi sayısı oranıyla popülerlik ve otorite tesis edenlerin varlığı hiyeraşinin ortadan kalkmayacağını ve form değiştireceğini göstermektedir.
Komünist senaryonun bir ütopya biçiminde düzeni var edeceği önermesi de bu görüşün ileri versiyonudur. Buna göre yapay zekalı robotlar özne olmadıklarından insan ihtiyacını karşılamanın aracı olacaklardır. Sömürü zayıflayacak, robotların üretim sistemlerine entegrasyonları neticesinde malların kıtlıkları sona erecek bundan dolayı da iktidar mücadelesinin anlamı kalmayacaktır. Siyasetin değişen biçimi insanın insanı yönetmesini geride bırakacak ve makinaları yöneten insan kavramını var edecektir. Hiper ütopik komünist bu önerme aslında yaklaşan yeni devrimi yine eskinin alışkanlıklarıyla sınıfsal düzlemde ortaya koymaktadır. Kapitalizmin temel anlayışı maksimum kâr olduğuna göre kapitalistlerin robot geliştirme motivasyonlarına sahip olacaklarını tahmin etmek güç değildir. Bu durumda işçilerin yeni modernist kapitalist üretim araçlarını devralmaları gerekmektedir. O halde işçi sınıfının üretim araçlarına sahip olmaları gerekmektedir ve bu, sermaye sınıfına karşı açılacak savaşı ve savaşın işçiler açısından olumlu sonuçlanmasını gerektirmektedir. Bu başarılsa bile egemen sınıf içerisinde yeni bir hiyeraşik kadronun oluşmayacağını kesin olarak öne sürmek mümkün değildir. Ayrıca yeni dönem makinalaşmanın ötesine geçerek varlık hüviyetini kazanmış nesnelerin özne durumda olmayacağı varsayımı kuvvetli olarak iddia edilemez.
Senaryolardan İkincisi rantçı oligarşinin oluşması yeni dijital ekonomin ve akıllı sistemin sistem kodlarını bilenler tarafından yönetilmesidir. Bu teori bir parça tutarlı olabilir fakat devletler yeni sistemin anahtarını kendilerini yönetecek hatta ortadan kaldıracak elitistlere devretmek konusunda isteksiz davranacakları gibi elitist devlet iş birliğinin tezahürü günümüzden çok farklı olmayan sistemin bir başka yansımasıdır.
Senaryolardan üçüncüsü ise toptan imhacılıktır. Vasfını tamamlayan insan çok büyük oranda ortadan kalkacak dijital, biyolojik ve psikolojik olarak yeterli olmayanlar elenecektir. Peki o zaman geriye ne kadar insan kalacaktır? Hayat sıkıcı bir hale gelebilir mi? Kalanlar ile robotların uyumu tesis edilebilir mi? İnsan kendisini topyekûn kazıyacak bir yeniliği devrim mahiyetiyle uygulama konusunda bu denli hevesli olabilir mi?
Senaryolarda tutarsızlıklar görüleceği gibi kesin yanıtlar bulmakta güçtür. Çünkü yeni dönem eskinin alışkanlıklarıyla tanımlanamaz. Bu durumda hiper teknoloji ve üretimin hayata entegresi kaçınılmaz bir gerçektir. O halde eski sanayi devrimi ürünlerinin de ortadan kalkması olasılık dahilindedir. Örneğin günümüzde çok popüler olan milliyetçilik otuz sene sonra tamamen ortadan kalkabileceği gibi yeni döneme uygun olarak ”İnsan Milliyetçiliği” biçimine de dönüşebilir. Yani insanları insanlık çatısı altında, dijitale ve makinalara karşı eylemler yaparken kaydedebiliriz.
f. Yayılmacı ülkelerin kimi zaman uyguladıkları sert güç/askeri nitelikli harekât eylemlerinden istenilen sonucun alınamaması bu operasyonların niteliklerinin sorgulanmalarına yol açmıştır. Ülkelerin harcamalarına karşın istenilen maddi kazancı sağlayamamaları ile beraber, yükselen liberal değerler kamuoyunu etkilemiş ve yayılmacı ülkelerin vatandaşlarını ikna sorunları yaşadıkları ve bu anlamda iktidarda olan parti ve aktörlerin meşruiyetlerinin sorgulandıkları bir süreç başlamıştır. Ayrıca hedef alınıp işgâl ya da ilhak edilen ülkelerde, yayılmacı devletler hâkimiyet kuramadıkları gibi dijital ve teknolojik yatırımlardan da verim alınamamıştır. Yayılmacı devletler ise artık daha fazla, istihbarat ve algı savaşlarına yönelmişler bununla birlikte tabii ki sert güç mekanizmasını ihmâl etmeden, cazibe merkezi olma konumlarını koruyabilmek için kendi aralarında yarış vermektedirler.
Dış politika alanı tanımlanmaya çalışılırken bu kavram, iktidar odağının içeriyi dışarıdan ayırma yeteneğinin bir türevi olarak görülebilir. Fakat bu yaklaşım yeni dönemde bazı suallerin sorulmalarına sebebiyet verecektir.
Bu sorulardan birincisi siyasal iktidarların iradesinden bağımsız bir biçimde oluşan bir dış politikadan söz edilemez mi? Diplomasinin ancak ve sadece devlet tarafından yürütüldüğü dönemlerde bu türden bir ayrımı kolaylıkla yapmak mümkündür. Burada 19. Yüzyıla gelinceye kadar, siyaset kavramının temel olarak büyük devletler arasındaki ilişkileri, aslında bugün anladığımız anlamıyla dış politikayı anlattığı anımsatılabilir. Yeri gelmişken, Türkiye’de bugün hâlâ Siyasi Tarih denildiğinde, Diplomatik İlişkiler tarihinin anlaşılması da aynı konuyla ilişkilidir. Oysa siyasal tarihin 20. Yüzyılda geçirdiği değişim, dış politika olarak adlandırılan siyasal etkinlikleri sadece devlete özü bir işlev olmaktan çıkarmıştır. Diplomatlar ve başka devlet görevlilerinin bir ülkenin dış ilişkilerindeki işlevleri Uluslararası ilişkilerin teknik yönleriyle sınırlı alanlarına doğru hızla geri çekilmektedir. Diplomatlar, dış politika denildiğinde akla gelen etkinliklerin gitgide azalan bir bölümünü denetim altında tutabilmektedir. Son olarak, dış egemenlerle ilişkilerin nasıl yürütüleceği konusu siyasal iktidarlar tarafından kendi güç stratejilerinin bir türevi olarak görülmekte ve kullanılmaktadır.
Küreselleşmenin kazandığı ivme ile iç-dış ayrımının bulanıklaşması DP çalışmalarını, dış sıfatından soyutlamaktadır. Biraz da bu soyutlama nedeniyle olsa gerek, artık siyasal iktidar adına konuşabilen yetkililer hangi dünya meselesinin devletin iç siyasetini ilgilendirdiğini saptamak konusunda gitgide daha özgür davranmaktadır. Bu soyutlama DP çalışmalarını Siyaset Bilimine yakınlaştırarak farklı bir alana dönüşmesini engellerken, aynı küresel gelişmeler, Siyaset Bilimini de kayıtsız kaldığı Uluslararası dinamiklerle daha yakından ilgilenmeye zorlamaktadır. Dolayısıyla, Siyaset Bilimciler, diplomatlara özgü teknik bir meslek olarak küçümsedikleri Uluslararası ilişkilerin devletleri dönüştürücü kapasitesini artık görmezlikten gelememektedirler.
Uluslararası ilişkilerin, yeni dünya düzenine göre yeniden revize edildiği bir ortamda bu disiplin mensupları ve ilgilileri de artık çok disiplinli çalışmak ve düşünmek zorundadırlar. Ülkelerin ilişkileri bu disiplinin yalnızca bir boyutunu ifade etmektedir. Ekonomi politik, din-siyaset ilişkileri, hukuk, ekoloji, gelecek bilim, istatistik gibi dallar; dış politika ve diplomasinin ana ögeleri haline gelmişlerdir. Gelişmiş ülkelerde bu doğrultuda ilgili fakülteleri ve Dışişleri birimini güncelleyip, Think Tank ve çeşitli sivil toplum kuruluşlarıyla eksikleri doldurmaya gayret eden bütüncül bir stratejiyi oluşturmayı hedeflemektedirler.
Yazıları posta kutunda oku