GÜNEŞ-DİL TEORİSİ
Güneş-Dil Teorisi Türkçenin eskiliğini ispat etmek, hiç olmazsa ileri sürmek amacıyla ortaya atılmıştı. Sonradan bazı çevrelerin ortaya attığı gibi asla bir dönüş yolu değildi. Nitekim, Atatürk, ölüm üne kadar yeni Türkçe sözcükler, terimler yarattı. Halbuki Güneş-Dil Teorisi 1935’te hazırlanmış,1936’da kamuya açıklanmıştı. Atatürk ise 1937,1938 yıllarında Türkçe kök ve eklerden öz Türkçe terimler türetmeye devam etmişti. Bu durum nasıl olur da Atatürk’ün öz Türkçeden döndüğü biçiminde yorumlanabilirdi.
Öte yandan, Güneş-Dil Teorisi Türkçe ile batı dilleri arasında ortak bir kaynak bulunduğuna da dikkati çekiyordu. Bu bakımdan, Güneş-Dil Teorisi, batıdan gelen sözcüklere karşılık bulmada, bir esneklik getiriyordu. Her sözcüğün Türkçesi aranacak, her yeni terim, Türkçe köklerden Türkçe eklerle kurulacaktı.
Yalnız dilimizdeki “lamba, masa, elektrik” gibi batı kaynaklı eski yabancı sözcüklerin durumu ne olacaktı? Bunları değiştirmekle Türk dilinde bir karışıklık, bir yoksulluk yaratılmaz mıydı ?
Atatürk, sorundaki etkenlerin bir değil bin olduğunu, çözümün de çeşitli yollardan gidilerek sonuçlandırılması gerektiğini biliyordu.
Bazı yabancı sözcükler ebetteki dilimizde kalacaktı ama bunların oranı, Türkçeyi bastıracak, boğacak ölçüde olmayacaktı. Türkçenin gelişmesi için Atatürk, kök ve ek bakımından gerekli yolları göstermiş, örneklerini vermişti. Güneş-Dil Teorisi ile de dildeki bazı yabancı sözcüklerin Türkçe ile ortak olan kaynakları açıklanıyordu.
Dilin kökeni hakkındaki teoriler, çok iyi bilinenle hiç bilinmeyen arasında köprü kurmaktan ibaretti. Bu köprünün bir ayağı sağlama basıyor, öteki ayağı bilinmeyene karışıyordu. Tanınmış dilcilerin çoğu köken sorunlarında daima böyle bir köprü kuruyorlar, bilinmeyeni, çaresiz bilinmeyenle açıklıyorlardı.
Kimi, dilin, “ah, oh” gibi ünlemlerden, kimi ” şırıltı, mırıltı” gibi doğa seslerini taklitten, kimi de “bu, şu” gibi gösterme adıllarından doğduğunu ileri sürüyordu.
Atatürk bu teori ile yerli ve yabancı ünlü dilcilerin dikkatini Türk dili yönüne çekip bundan Türk ulusunu yararlandırmak istiyordu. Mademki dilcilerin çoğu dilin ilk doğuşu dolayısıyla bir kökende birleşiyorlar, o halde bütün dillerin aynı kaynaktan çıktığına inanıyorlar demekti. Bu ortak kaynak, bütün dünyanın ortak ilgisini çeken “güneş” olabilirdi.
İlk insanlar, “bu, şu” gibi adıllara, “ah, oh” gibi ünlemlere ulaşmadan ilk düşünce ve duygularını “güneş”in karşısında seslendirmiş olabilirlerdi. Bu ses de Türk dilindeki “ağ /ak” sözleri ile biçimlenmişti, “ağ-ar-mak, ak-ar-mak” gibi türevleri bu izleri taşıyordu. Sesbilgisine göre de, en kuvvetli ünlü “a” sesi idi,”ğ” de, yarı ünlü sayılırdı daha doğrusu ünlünün ünsüzle uzatılmasından başka bir şey değildi. Bu ilk sesi bulduktan sonra, Türkçenin yapısında olduğu gibi “ünlü + ünsüz” sıralanışını esas tutmak gerekiyordu.
Bu teori, pek çok dilcinin gözünden kaçan Türk diline ait bazı özellikleri de getiriyordu. Türkçede bütün sözcükler genel olarak ünlüyle başlıyor, ünsüzle bitiyordu. Türk dili sözlüklerine bakılacak olursa, “a-, e-, o-, ö-,u-,ü, ı-, i-” gibi ünlülerle başlayan Türkçe sözcüklerin çokluğu dikkati çekiyordu. Özellikle sözcüklerin ünsüzle bittiğini örnekleri ile göstermek daha kolaydı. “kışla, yayla, kumla” gibi sözcüklerin, “otlak” sözcüğünde olduğu gibi son seste bir “k” ünsüzü, “evli, adlı” gibi yine ünlüyle bitmiş sanılan başka sözcüklerin de sonunda bir “-g” ünsüzü ile kapandığı dilcilerce de kabul edilmekteydi. Anadolu ağızlarında “şimdi” yerine “şimdik”, “evce” yerine “evcek” demek, sondaki ünlüyü bir ünsüzle kapatmak, söze bir çeşit kesinlik, bir destek vermekti.
Böylece her sözcükte bir ünlüyle başlama, bir ünsüzle bitme ilkesi Türkçede olduğu gibi başlangıçtaki bütün diller için de kabul ediliyordu. Böyle bir kaç ortak söz fosilinden, değişik zamanlarda, çeşitli bölgelerde çeşitli diller doğmuş, çeşitli çekimler ve ekler dillerin birbirinden ayrılmasını sağlamıştı.
Kısaca başlangıçta sözler ortaktı, gramerleri, sonradan gelişe gelişe dilleri birbirinden ayırmıştı. Zaten Hint-Avrupa dillerinde sözlerin kökeni aranırken sonradan türemiş sesler atılıyor, esas köke, kaynağa gidiliyordu. Hint-Avrupa etimoloji sözlüklerinde olduğu gibi sözcüklerin kaynağı çok defa bir iki ünsüz kalıntısına dayanıyordu.
Bu ünsüzler türlü ağızlarda çeşitli ünlülerle besleniyor, türlü ulusların söz hazineleri meydana geliyordu. Bu bilim gerçeğine dayanan Atatürk, bazı köklere kaybolan sesleri tekrar ekleyerek, teori bakımından aslına uygun bir biçime ulaşmanın yollarını arıyordu. Bu düşünceden Güneş-Dil Teorisinin ikinci ilkesi doğdu.
Bu ilke ses bakımından birbirine çok yakın ünsüzlerin birbirinin yerine geçmesidir ki modern fonetik de bu esasları kabul etmiştir.
“b, p, v, f, m” gibi dudak ünsüzlerinin türlü ağızlarda veya dillerde, çeşitli bölgelerde birbirinin yerine geçtiği çok görülür ve diş, damak, gırtlak ünsüzleri için de aynı görüş geçerlidir. Bu iki ilkeye dayanan Güneş-Dil Teorisi, kaybolan ünlüleri köklere dolduruyor, değişen ünsüzleri yerlerine koyuyordu. Güneş-Dil Teorisinin üçüncü ilkesi, Teorinin bir başka özelliğini gösteriyordu ki bu özelliklede hayret edilecek bir seziş vardı. Bu ilkeye göre bazı ünsüzlerde bazı anlamlar birikmişti. Bir artdamak “k” sesinde bütün dünya dillerinde “yakma, yanma, sıcaklık” kavramlarına rastlanıyordu Bunun gibi bazı ünsüzlerde bazı kavramlar toplanmış, çevrelenmişti
Başlangıçtaki birliğe, geliş yolları göz önünde tutularak, geri geri gitmek gerekirdi. Halbuki Güneş-Dil Teorisine örnek verenlerin bazıları, iki ayrı dilin sözcüklerinin eski köklerini karşılaştıracakları yerde, son biçimindeki örneklerini karşılaştırıyorlar ve açıklamaları bilimsel açılardan uzaklaştırıyorlardı. Kısaca Güneş-Dil Teorisindeki gerçeği yorumlamada ifrata gidildi, dil ve bilim olanakları zorlandı.
Atatürk, dil devrimi ile, çeşitli denemeler ve atılımları ile, dilin sadeleşmesi, özleşmesine verdiği büyük önemle, ülkeyi kurtardığı gibi, hiç şüphesiz, Türk dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmış oldu.
Dil devrimi ile alınan yolu bir defa daha kesin olarak görebilmek için, özlenen Türkçeyi arayanların topluluğu sayılan dil kurultaylarından, ilk Kurultaydaki Osmanlıca ile sonuncu Kurultaydaki Türkçeye bakmak yeter.
[Sözkonusu yazı, Sn. Vecihi Hatipoğlu’nun Ölümsüz Atatürk ve Dil Devrimi konulu kitabının tetkiki neticesi yazılmış olup, Atatürk’ün dil bilimi üzerine yetkinliğini anlatmak amacıyla paylaşım yapılmıştır.]
Bir yanıt yazın