ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ’NİN BUGÜNKÜ MİSYONU
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
ADD Kurucu Genel Sekreteri
Türkiye’nin en büyük demokratik kitle kuruluşu olan Atatürkçü Düşünce Derneği yaz aylarında yapmış olduğu son genel kurul toplantısında Türk kamuoyunun güncel tartışma konuları içine girdi. Hemen her hafta Türkiye’de Atatürkçülük ve Atatürkçü Düşünce Derneği ile ilgili bir televizyon programı ulusal ya da yerel televizyon kanallarında yer almakta, ayrıca yazılı basında da ADD ile ilgili haber ve yorumlara giderek daha sık rastlanmaktadır. Ülkemizde Atatürk ve Atatürkçülük konuları gündeme geldi mi, en büyük Atatürkçü kuruluş olarak Atatürkçü Düşünce Derneği akla gelmekte ve herkes bu derneğin ne yaptığını, bu kadar büyük ve güçlü bir kuruluşun nereye gittiğini ister istemez sormaktadır. Böylesi bir durumu normal karşılamak ve bir anlamda da gelecek açısından olumlu görmek gerekir; çünkü hala Türk kamuoyunda Atatürk ve Atatürkçülük tartışılmakta, Türkiye’nin bu alandaki ulusal kuruluşu olan Atatürkçü Düşünce Derneği’nden Türk halkı çok şey beklemektedir.
Atatürkçü Düşünce Derneği, son ara rejimin olumsuz koşullarında ülkenin önde gelen Atatürkçü bilim ve düşünce adamları tarafından kurulmuştur. Böylesine bir örgütlenmeye belirli kesimler karşı çıkmışlar, ülkede devlet ve ordu Atatürkçü olduğu sürece kitlesel bir örgütlenmeye gerek olmadığını ileri sürmüşlerdir. Buna karşı kurucular, devletin ve ordunun Atatürkçü olmasının Atatürk Cumhuriyetinin geleceği açısından yeterli olamayacağını, devletin ve ordunun başına Atatürk ilkelerine ters düşen yöneticilerin gelebileceğini ve bu nedenle artık Atatürkçülüğü halka ve ulusa mal etmek gerektiğini öne sürerek yollarına devam etmişlerdir. Yaklaşık yirmi yıl önce başlayan kuruluş çalışmaları üç yıllık bir ön hazırlık sonucunda tamamlanmış ve 1990’lı yıllara girerken Türkiye’nin Atatürkçüleri kendi kitle örgütleri ile demokrasi sahnesinde yerlerini almışlardır. Herkes kendi doğrultusunda örgütlenirken, Atatürkçüler de boş durmayarak bu doğrultuda örgütlendiler ve ulusal bir çizgide yerlerini aldılar. Ülkede demokrasi gelişirken ve değişik düşünceler yeni örgütlerle bu platformda yerlerini alırken, Atatürkçü Düşünce’nin de ulusal ve demokratik bir örgütlenme ile toplumsal alandaki örgütlenmesini normal karşılamak gerekirdi.
Atatürkçülük tarihin belli bir döneminde Türkiye’de ortaya çıkan bir düşünce ve siyaset akımıdır. Atatürk’ün kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet modeli, diğer devletlerden çok farklı olduğu ve Türkiye’nin özelliklerine uygun olduğu için, ülkemizdeki devlet modelinin Atatürk modeli olduğunu öncelikle belirlemek gerekir. Çok uluslu büyük bir imparatorluğun altı yüz yıllık bir egemenlikten sonra yıkılmasıyla ortaya çıkan alanda, birçok küçük devlet ulusal yapıda kurulmuş ve en son geride kalan Anadolu yarımadasında yaşayanlar, emperyalist ordulara teslim olmamak üzere bir var olma savaşına sürüklenmişler, daha sonra da ulusal kurtuluş savaşını zaferle sonuçlandırarak bağımsız Türk devletine giden yolu açmışlardır. Atatürk, böylesine büyük bir kurtuluş savaşının önderi ve başarıya ulaşmış komutanı olarak Türk ulusundan aldığı yetki ile Türkiye Cumhuriyeti’ni bir ulusal devlet olarak kurmuştur. Bu nedenle de, ulusal kurtuluş savaşı sırasında dünya siyaset arenasına bir çağdaş ulus olarak ortaya çıkan Türk ulusunun önderi olmuştur. Atatürk’ün kurduğu Türk devletinin eşit ve özgür vatandaşı olarak yaşayan Türkler daha sonraları atalarının izinden gitmişler ve böylece Atatürkçülük bir siyasal akım olarak Türk siyaset sahnesinde öne çıkmıştır. Atatürk yaşarken Ata’sına sahip çıkan Türk ulusu, O’nun yitirilmesinden sonra, Ata’larının izinden giderek Atatürkçü olmuştur.
Cumhuriyetin kurulmasından sonra, Atatürk batı tipi bir demokrasiyi ülkeye getirebilmek için çok çaba göstermiş, kendisi iş başındayken arkadaşlarının ikinci siyasal partiyi oluşturma denemelerini açıkça desteklemiştir. Ne var ki, Ata’nın böylesine olumlu tavrını Cumhuriyet düşmanları zayıflık olarak algılamışlar ve fırsattan istifade ederek Cumhuriyet ve Atatürk karşıtı siyasal eylemlere kalkışmışlardır. Bu nedenle, Türkiye’nin demokrasiye geçişi uzun süreli olmuş ve ancak ikinci dünya savaşı sonrasında koşullar uygun bir aşamaya gelmiştir. Demokrasiye geçilmesiyle beraber hem Cumhuriyet düşmanı hem de batı işbirlikçisi mandacı akımlar hızla öne geçmiş ve Atatürk’ün çağdaş Cumhuriyetinin kurulu bulunduğu Misak-ı Milli sınırları içinde dinci-şeriatçı devletler ile, batı emperyalizminin güdümünde mandacı ya da etnik eyaletçi yeni siyasal yapılanmalar tartışma konusu olarak gündeme getirilmiştir. Cumhuriyeti kuran ulusal kurtuluş savaş sırasındaki ortak rızanın demokrasi sürecinde yavaş yavaş ortadan kalktığı, emperyalist güçlerin bu bölgeye egemen olabilmek için alt kimlikleri ve bölücü akımları desteklediği görülmüştür. Osmanlı İmparatorluğunun merkez ülkesi üzerinde, dinci ya da etnikçi yeni manda yönetimleri oluşturmak isteyen Cumhuriyet düşmanı akımlar batı emperyalizmi tarafından desteklenmişler ve Atatürk’ün çağdaş ve tam bağımsız Cumhuriyetini ortadan kaldırabilmek için kullanılmışlardır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında ve İkinci Dünya Savaşı sırasında bir Atatürkçü örgütlenmeye gereksinim duyulmamıştır; çünkü o dönemde Atatürk’ün partisi devleti ve Cumhuriyeti kuran siyasal örgüt olarak iktidardadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında demokrasiye geçilmesiyle birlikte Cumhuriyet ve Atatürk karşıtı örgütlenme başlamış ve çeşitli siyasal partiler aracılığıyla ülkenin gidişinde etkin olmağa çalışılmıştır. Yüzyılın tam ortasında yapılan bir genel seçimle iktidar el değiştirmiş, toprak burjuvazisinin önderliğinde kurulan yeni muhalefet partisi iktidara gelmiştir. O dönemin kırsal kesiminde etkin olan cemaatçi ve dinci yapılanmalar, Atatürk devrimlerine karşıt çizgide öne çıkmışlar ve yeni iktidarı anti cumhuriyetçi bir çizgide yönlendirmişlerdir. Atatürk’ün partisi o dönemin koşullarında Cumhuriyetin sahibi olarak tepki göstermiş ve olaylar on yıllık bir tırmanma sürecinden sonra bir askeri dönem ile Türkiye karşılaşmıştır. Batı dünyasının dışındaki bir ülkede ilk kez batı tipi bir demokrasi deneyimi Atatürk devrimleri ile başarıya ulaştırılmağa çalışılırken, hilafet ve saltanat özlemi içindeki gerici kesimlerin Cumhuriyet Türkiye’sinin çağdaş uygarlık yolunda önünü kesmeğe çalıştıkları görülmüştür. Yarım kalan Atatürk devrimlerini tamamlamak üzere iş başına gelen askeri yönetim o dönemin koşullarında çok ileri düzeyde sayılabilecek bir anayasayı Türk ulusuna kazandırarak yeniden demokrasiye geçilmesini kısa sürede sağlamıştır.
On yıllık bir demokrasi deneyiminin askeri bir dönemle karşılaşmasından ders çıkarmak isteyen Türk devleti ve ulusu yeniden demokrasiye yönelerek çağdaş uygarlık ailesinin onurlu bir üyesi olabilmek için yoğun bir mücadele dönemine girmiştir. Ne var ki, ikinci kez demokrasiye dönülmesiyle beraber Türkiye’nin başına batı ülkelerinde yetiştirilmiş siyasetçilerin gelmesi ile, ülkede batı bloğunun etkisi fazlasıyla artmıştır. Soğuk savaş döneminin koşullarında giderek artan Sovyet tehdidi Türkiye Cumhuriyeti’nin tarafsız çizgiden batı bloğuna doğru kaymasına yol açmış ve Türkiye batı ittifakının güvenlik örgütünün içine üye olarak girmiştir. Bu örgütün içine girilmesiyle beraber, batı emperyalizminin hegemonya örgütü konumundaki bu askeri örgüt de Türkiye’nin içine girmiş, askeri örgütlenme ile beraber sivil örgütlenme paralel düzeyde gelişmiş ve batı bloğunun temsilcisi ya da işbirlikçisi kadrolar Türk siyaset sahnesinde öne çıkmışlar, bunlara bağımlı alt kadrolar da Türk devletinin üst kademelerine getirilerek, Türkiye batıdan yönetilen bir ülke konumuna indirgenmiştir. Ülkede batı etkisinin daha da artması için terör de bir koz olarak kullanılmış, batılı gizli servisler aracılığı ile terör tırmandırılarak, müdahale gerekçesi yaratılmıştır. Müdahale ortamları gündeme getirilerek her on yılda bir askeri yönetim devreye sokulmuştur. Batının etkisini artıran her askeri müdahale Atatürkçülük adına yapılmıştır.
Demokrasi görünümünde batıya bağımlılığın giderek arttığı yeni dönemde bir Eisonhower burslusu yedi kez başbakan olabilmiş, bir Rockafeller burslusu ise yarım yüzyıla yakın bir süre büyük bir dış destekle Türk solunun başında kalabilmiştir. Türk demokrasisi Eisonhower ve Rockafeller kıskacına girince Atatürk’ün Cumhuriyeti bağımsızlığını yitirmiş, batı emperyalizminin dünyanın merkezindeki askeri üssü konumuna sürüklenmiştir. Böylesine bir bağımlılık sürecinin, hem ülke devlet bağımsızlığını ortadan kaldırdığı hem de ülkenin Atatürk çizgisi ve devrimlerinden hızla uzaklaşan bir doğrultuya kaydırıldığını Atatürkçüler görmeye başlamışlardır. Özellikle, soğuk savaşın son askeri döneminin tamamen küresel güçlerce Türkiye’nin karşısına çıkarılması, bütün Atatürkçüleri endişeye sürüklemiştir. Askeri dönemin önderi, laiklik adına konuşmalar yaparken ayetler okumaya başlamış, ülkenin her yerinde Atatürk heykelleri yaparken, O’nun ilkelerinden önemli ödünler verilmiş, küreselleşme öncesi dönemde Türkiye’nin daha fazla batının denetimine girmesine giden yol açılmıştır. Askeri dönem, üniversitelerde tasfiyeler yapmış, gerçek Atatürkçü kadroları iş başından uzaklaştırmış, batının sömürgesi olmayı doğal gören bir tutumla Türk devletinin Atatürk çizgisinden giderek uzaklaşmasına neden olmuştur.
Devletin yayın kuruluşlarında Atatürk’e hakarete varacak düzeyde ağır konuşmalar yapılınca, üniversitelerde çağdaş giyimin ötesinde bir başörtüsü sorunu ortaya çıkınca, siyasi kadrolar Atatürk devrimlerine karşıt bir çizgide emperyalizm ve gericiliğin hizmetine girince, Türkiye’nin Atatürkçü kadroları kuşkuya kapılmış ve uzun süren bir hazırlığın sonucunda Atatürkçü Düşünce Derneği’ni kurmuşlardır. Son ara dönemin koşullarında, Atatürkçülüğün rayından saptırılmasına tepki olarak gündeme gelen bu örgütlenme tamamlandığı sırada SSCB dağılmış Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucu kadrosu farklı bir ortam ile karşı karşıya kalmıştır. Ülkenin iç koşullarında anti-Atatürkçü girişimlerle mücadele etmek üzere kurulan Atatürkçü Düşünce Derneği, kuruluşundan hemen bir ay sonra kurucu genel başkanını menfur bir saldırı sonucunda yitirmiştir. Kuruluşu yurdun her yanında büyük bir umutla karşılanan Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kuruluşundan bir ay sonra genel başkanını yitirmesi halkta bir korku ve panik yaratmış, derneğin kurulması ülkenin her köşesinde umutla karşılanmasına rağmen dernek o dönemin koşullarında fazla gelişememiştir. İlk üç yıl on beş şube ile yetinmek zorunda kalan Atatürkçü Düşünce Derneği daha sonraki dönemde yeni bir yönetime kavuşunca, hızla üç yüz şubeli bir demokratik kitle kuruluşu konumuna gelmesinden sonra korku ve kuşkuya kapılarak, kendi adamlarını derneğin çatısı altına sokmuşlar ve bunlar aracılığı ile derneğin içini karıştırarak Atatürkçüleri içi dönük bir mücadeleye yönlendirmişler ve böylece ülkedeki Atatürkçü potansiyelin güçlü bir biçimde Türkiye platformunda öne geçmesine izin vermemişlerdir. Hırsı aklından öne geçen bazı Atatürkçülere siyasal çıkar vaadlerinde bulunarak bunları öne sürmüşler ve sonunda Atatürkçü Düşünce Derneği’nin uzun süreli bir iç karışıklık dönemine sürüklenmesini başarmışlardır. Kendisine siyasal ikbal arayan bazı muhterisler, derneğin potansiyelini bir siyasal partiye dönüştürerek şanslarını denemişler; ama başarılı olamamışlardır. Bu tür siyasal girişimler Atatürkçü Düşünce Derneği’ne zarar vermiş; ama dernek kurucularının özverili çabalarıyla bu çekişme dönemi geride bırakılmıştır. Ne var ki, ülkenin İslami potansiyeline karşı, Atatürkçülüğü askeri dönemlerde kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak isteyen gayrimüslim lobiler ve emperyal sermayenin taşeronluğunu kabul etmiş olan işbirlikçi sermaye çevreleri yeniden mütareke döneminin koşullarına dönen İstanbul üzerinden oluşturdukları kadro ve hareketlerle Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kaderinde etkili olmağa çalışmışlardır. Bu tür çabalarında Yeni Bizans projesine yönelen yeni mütareke İstanbul’u zaman zaman başarılı olmuştur; ama Kuvayı Milliye Ankara’sı ile Anadolu halkının anti- emperyalist dayanışmasını yıkamamışlardır. Son on yıldır, Atatürkçü Düşünce Derneği kongrelerinde, mütareke İstanbul’u ile Kuvayı Milliye Ankara’sı arasında ciddi çekişmeler yaşanmış ve bu çekişme örgütün tabanına da yayıldığı için Atatürkçüler sürekli bir canlılık içinde olmuşlardır. Atatürkçü Düşünce Derneği’nin içini karıştırmak,kendilerine bağlı kadrolar ile işbirlikçi çizgide yönetmek isteyen mandacı kesimler kendiliğinden bir çekişme yaratarak ülke tabanında Atatürkçü kesimlerin sürekli uyanık ve canlı kalmalarına neden olmuşlardır. Her olumsuz girişimin bir hayırlı sonucu olması gibi, günümüzdeki canlı ve hareketli Atatürkçü bir taban, varlığını mandacı kesimlerin emperyalizm güdümündeki işbirlikçi girişimlerine borçludur. Bu tür girişimlere gösterilen tepkiler ülkede Atatürkçülüğün bir ulusal tepki ve refleks olarak yeniden yükselmesine katkıda bulunmuşlardır.
Yirmi birinci yüzyılın başlarında ülke genelinde Atatürkçü Düşünce Derneği’nin şube sayısı altı yüze yaklaşmış ve bu şubelerde de iki yüz bine yakın üye tabanı oluşmuştur. Derneğin kuruluşunu ve büyümesini engelleyemeyen emperyalist merkezler bu kez Atatürkçü Düşünce Derneği’ni yakın izlemeye almışlar ve emperyal sermayenin güdümündeki basın aracılığı ile ADD ve Atatürkçülerin aleyhine ciddi yayın etkinlikleri göstermişlerdir. Küresel sermayenin taşeronluğunu kabul eden sermaye çevrelerinin güdümündeki basın ile gene yurtdışından yönlendirilen dinci basın sürekli olarak ADD ve Atatürkçülerle uğraşarak Türk halkının gözünden Atatürkçülüğü düşürmeye çalışmışlar, emperyalizmin istediği cemaatçi ve etnikçi düşünceleri yayarak Atatürkçülerin ulusalcılığını mahkum edebilmenin yollarını aramışlardır.
Siyaset sahnesindeki partilerde Atatürkçü kadroların dışlanması, özellikle Atatürk’ün partisinin okyanus ötesinden yönetilir bir duruma gelmesi, neoliberal işbirlikçi çizgiye kaymış göstermelik bir sosyal demokrasinin Kemalizm’in yerine ikame edilmek istenmesi, milliyetçi parti ve kuruluşların bile batı emperyalizmine karşı teslimiyetçi bir tutum içinde bulunmaları karşısında, Türkiye’nin genel gidişinden rahatsızlık duyan vatanseverler, ulusalcılar ve milliyetçiler ADD çatısı altında toplanmağa başlamışlardır. Bir siyasal parti olmamasına rağmen, var olan partilerden daha etkili bir konuma gelen ADD’nin giderek büyümesi ve Türk halkının geleceğe dönük arayışlarında bir umut ışığı olması noktasında, birçok siyasal parti ADD ile yakından ilgilenmeye başlamıştır. Atatürkçülüğü aile hatırası gibi duvara astığını söyleyen Atatürk’ün partisi ADD’yi uzaktan kontrol altına alabilmenin yollarını ararken, bazı küçük ve marjinal partiler Atatürkçü taban üzerinde etkin olmak ve bu tabanı kendi yanına çekebilmek için ADD şubelerini ele geçirmenin çabasına girmişler,ayrıca İslami kesimlerin giderek siyasallaşmasına karşı gene ara rejim arayışına giren bazı gayrimüslim çevreler işbirlikçi taşeron sermaye de gene bir ara rejimi Atatürkçülük adına iş başına getirebilmek için dernek yönetimini eline geçirebilmenin kavgasını bütün bu kesimler birbirleriyle mücadele ederek yapmışlardır. Bu durum, ADD örgütü ve tabanına canlılık getirirken, çok yararlı olmuş; ama dernek dışı kesimlerin ADD’ye el atmaları zaman içinde Atatürkçü potansiyelin yeniden bir iç kavgaya sürüklenmesine ve bir türlü toparlanamamasına neden olmuştur. Özellikle son beş yıllık süre bu tür çekişmelerin hızla tırmandığı dönemdir.
Avrupa Birliği kendi fonları ile desteklediği sivil toplum kuruluşları ile devlet ve ulus karşıtlığını finanse ederken, Türkiye’yi sivil toplumculukla teslim alabileceğini hesaplıyordu. Avrupa’dan para alan başta Çağdaş Yaşam Destekleme Derneği olmak üzere birçok dernek, dış desteğe rağmen ADD kadar etkili olamamışlardır. Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye karşı uyguladığı ikiyüzlü ve çifte standartlı tutumlar Türk halkında büyük bir infiale yol açarken, bu kesimler ADD çatısı altında toplanarak Avrupa emperyalizmine karşı örgütlenmişlerdir. Avrupa Birliği demokrasi ve sivil toplumculukla ortadan kaldıramadığı Atatürkçülüğün giderek büyümesi karşısında, ADD ve Atatürkçülük hakkında “Kalpaksız Kuvayı Milliyeciler” adı altında bir rapor hazırlatmıştır. Bir Türk bilim adamına hazırlatılan bu rapor bir anlamda AB’nin bükemediği eli öpmesi olarak görülebilir; çünkü AB raporunda ADD ve Atatürkçülerin Türk toplamı içindeki güçleri ve etkinlikleri kabul edilmek zorunda kalmıştır. Bütün Atatürkçülerin bu raporu okumasında büyük yarar vardır.
Atatürk ilkelerinin bütünselliğini reddeden, sadece laikliği ele alarak çağdaş yaşamı savunan bazı İstanbul dernekleri, günümüzde yeni Bizans senaryolarına alet olurken, Avrupa fonları ve Hıristiyan misyoner örgütleri ile beraber çalışmalar yapmaktalar ve bu yaklaşımı ADD üzerinden ülkenin Atatürkçü potansiyeline de taşımanın yollarını aramaktadırlar. Sivil toplumculuk ve demokrasi görünümü altında, mandacılık ve teslimiyetçilik Avrupa Birliği üzerinden Türk toplumuna taşınırken, Atatürkçüler de aynı çizgiye getirilmek istenmektedir. Avrupa merkezli bu tür girişimlere karşı, İsrail güdümlü Amerikan politikaları da Ortadoğu’da savaşa yöneldiği yeni aşamada Atatürkçülüğü bir askeri döneme geçiş için farklı noktalara çekebilmenin arayışı içindedir. Özellikle 1 Mart tezkeresinin reddinden sonra Türk ordusunu Irak harekatında kullanamayan Atlantik emperyalizmi ve İsrail siyonizminin, yeni dönemde İran ve Suriye’ye yönelik savaş planlarında hem Türkiye’yi üs olarak hem de Türk ordusunu kendi denetimlerinde kullanabilmenin arayışları içine girmişlerdir. Bu doğrultuda Türkiye’deki Atlantikçi güçlerin yeni bir askeri dönemi arzuladıkları ve bu doğrultuda demokrasiye son verme girişimlerinde yeniden Atatürkçülüğü kullanma gibi planlar yaptıkları anlaşılmaktadır. Soğuk Savaş döneminde tutmuş olan bu hesapların yeni dönemde tutmayacağını, Türkiye’nin artık daha bağımsız ve ulusal çıkarlarına öncelik vererek hareket edeceğini Atlantikçi dostlarımızın bilmeleri gerekmektedir. Türkiye başka ülkelerin emperyal planlarına alet olmayacak kadar büyük ve birikim sahibi bir ülkedir. Atatürk’ün Cumhuriyeti zbüyük bir tarih bilinci üzerine kurulmuştur. Atlantik emperyalistleri her nedense bu gerçeği görmezden gelmekte, İsrail siyonizminin peşine takılıp giderken Türkiye’yi de peşlerinden sürükleyeceklerini sanmaktadırlar. Ne var ki, bu ülkenin yirminci yüyıl başlarında bu tür emperyalist girişimlere karşı çıkan Türk ulusunun vermiş olduğu bur kurtuluş savaşı neticesinde kurulmuş olduğunu bilmek zorundadırlar. Böylesine bir ulusal kurtuluş savaşının Türk milleti ve devletinde önemli bir siyasal birikim yarattığını görmezlerse, bölgeye dönük hesaplarında yanılmaları kaçınılmazdır. Atatürkçü Düşünce Derneği, ülkemizdeki bu ulusal ve tam bağımsızlıkçı bilincin günümüzdeki örgütüdür. ADD üzerinde hesap yapan tüm çevrelerin ADD’nin Türk toplumundaki tam bağımsızlıkçı birikimin yansımasını taşıdığını bilmeleri gerekmektedir. “Atatürk’ü bırakın” diyen Avrupa Birliği yöneticileri ile, Atatürkçülüğü Büyük Ortadoğu ya da Büyük İsrail projeleri için kullanmak isteyen Atlantik emperyalistlerinin, Türk ulusundaki Atatürkçü birikim ve potansiyelin ADD ile devam ettiğini, 21. Yüzyılda dünya yeniden kurulurken Türk ulusunun ADD’nin taşıdığı bu birikimden yararlanacağını görebilmeleri gerekmektedir. İşte o zaman Türk ulusunu ve Atatürkçüleri doğru olarak anlayabilirler.
Atatürkçü Düşünce Derneği, günümüz koşullarında beş yüzü aşkın şubesiyle, iki yüz bine yaklaşan üye potansiyeli ile Türk toplumunun en büyük demokratik kitle örgütüdür. Atatürk ilkelerine ve düşünce sistemine bütünüyle sahip çıkan bu kuruluş ülkemizdeki ulusal potansiyelin anti emperyalist çizgide bir reflekse dönüşmesinde fazlasıyla etkin çalışmalar yapmaktadır. Avrupa ve Amerika’da Türkiye’yi teslim almak isteyen çevreler bu durumdan fazlasıyla rahatsız görünmektedirler. Biz Atatürkçüler olarak onları anlıyoruz; çünkü bizi kendi projelerinde kullanamıyorlar. Türklerin Avrupa ya da Amerika’yı kullanmak veya dönüştürmek gibi bir projesi yoktur. Antiemperyalist bir bilinç üzerine kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihten gelen ulusal bilinci günümüzde Atatürkçü Düşünce Derneği ile yaşamaktadır. ADD, günümüzün, Kuvayı Milliye, Müdafayı Hukuk ve Reddi İlhak cemiyetleridir. Türkiye Cumhuriyeti’ni bağımsız bir siyasal varlık olarak kuran ulusal kurtuluş savaşının nabzı günümüzde ADD şubelerinde atmaktadır. Emperyalizm işbirlikçisi dinci cemaatler, etnik devlet peşinde koşanlar ve taşeron gayrimüslim sermaye bu durumdan fazlasıyla rahatsızdır. ADD ve Atatürkçüler bu kesimleri ve kuruluşları yakından izlemekte, bunların Türkiye Cumhuriyeti’ne zarar vermelerini önlemek için mücadele etmektedirler.
ADD’nin günümüzdeki misyonu yeniden Kuvayı Milliyenin öncü kuruluşu olmaktır. Türk ulusunda var olan ulusal bağımsızlık bilincini en ön planda tutarak, Türkiye’yi yeni yüzyılda hak ettiği yere çıkarabilmek ADD ve Atatürkçülerin önde gelen ulusal görevidir. Emperyal güçlerin planları doğrultusunda küçülerek ya da dönüştürülerek değil, daha da güçlenerek ve bölgedeki komşu ülkelere önderlik yaparak Türkiye Cumhuriyeti yeni dönemde hak ettiği yeri alacaktır. Türkiye’nin bir devlet olarak yoluna devam edebilmesi v diğer devletlerle mücadele edebilmesi için Atatürk’ün kurmuş olduğu devlet modelini kesinlikle koruması ve geliştirmesi gerekir. ADD ve Atatürkçülere böylesine bir görev, bir ulusal misyon olarak düşmektedir. Her türlü emperyalizme karşı savaşarak kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun söylediği gibi, sonsuza kadar yaşayabilmesi ancak böylesine bir ulusal misyonun yerine getirilmesiyle mümkün olabilecektir. ADD, önce Atatürkçü tabanı toparlayacak, daha sonra Atatürkçülerin önderliğinde Türk toplumunun toparlanmasını sağlayacak ve sonraki aşamada da Atatürk’ün Cumhuriyet devletinin yeni dönemin koşullarında onarılmasını ve daha da güçlenmesini sağlayacaktır. ADD ve Atatürkçülerin başarısı, emperyalizmin hezimeti olacaktır.
Bir yanıt yazın