BİLİNÇ ÜZERİNE
16 Ocak 2020 tarihinde, o günlerde HDP Eş Genel Başkanı olan Sezai Temelli’nin bir televizyon programındaki değerlendirmelerinden hareketle ‘Temelsiz Sezai’ başlıklı bir yazı yazmıştım.
Başlığından da anlaşılacağı üzere, Sezai Temelli’nin görüşlerinin ‘temelsiz’ olduğunu göstermeye çalışmıştım.
Şu günlerde adından yeniden sözettiren Sezai Temelli’nin son çıkışı da, özde ne denli ‘temelsiz’ görüşlere sahip olduğunu kanıtlamakta değil midir?
Demek ki, döne döne üzerinde durmaya değmez.
Ancak ilgili yazımızda sözünü ettiğimiz ‘bilinç özgürlüğü’ne geri dönüp olabildiğince ayrıntılandırmaya gerek var sanıyorum.
Çünkü, görüldüğü kadarıyla Türkiye’de ‘bilinçlenme’ üzerine çok ahkâm kesilecek bir döneme girilmektedir.
‘Bilinçlenme’ eğer ‘kendi bilincinde olmak’ (conscience de soi) demekse, acaba bu deyim en önce kim tarafından ortaya atılmış olabilir?
Kendi kimliği, kendi özgürlüğü ve başkaları üzerine kendi isteklerinin bilincinde olmak (prise de conscience), ilk kez Hegel’in 1807 yılında yazdığı Phénoménologie de l’esprit başlıklı çalışmasında yer almıştır.
Şimdilerde özellikle Türkiye’de, Sezai Temelli’nin özde ‘temelsiz’ olan görüşleriyle alevlendirdiği bu ‘kendi bilincinde olmak’ kavramının temellendirilmesine ne kadar çok gerek duyulacağı ortada değil midir?
O arada Spinoza’dan hareketle, ‘düşünce özgürlüğü’ yerine ‘bilinç özgürlüğü’ denilebileceğinden de sözetmiştik.
Ve yine Uğur Mumcu’ya atfen söylenen ‘bilgi sahibi olmadan düşünce sahibi olunmaz’ sözü de var.
Giderek ‘bilgi sahibi olmadan bilinç sahibi olunamaz’ da denilebilir, demek ki.
Karl Popper’e dönüp ‘nesnel bilgi’ (objective knowledge)’den sözederek kafaları çok karıştırmaktansa, ‘bilgi’, ‘bilinç’ ve ‘düşünce’ sözcüklerinin ‘kavramsal’ değerlerini yerli yerine oturtmak durumundayız.
Şu kadarını belirterek, konunun ne kadar karmaşık olduğunu ileri sürebiliriz: Hegel’in kendi bilincine varmak (conscience de soi) kavramı da, Phénoménologie de l’esprit’den başlayarak daha sonraki çalışmalarında başka başka anlamlarda kullanılmıştır.
Hegel’in İyi (Gute/Bien), rahat-huzur-gönenç (Wohlfahrt/Bien-être), özgürlük (Sittlichkeit /éthicité), insanın kendi gerçekliği (Gewissheit/ certitude de soi) ya da ahlâkî bilinci (Gewissen/ conscience-morale) gibi kavramlarını biribirinden ayırmak ve ya da biribirleriyle ilişkilendirmenin ne denli zor olacağı ortadadır.
Örnek olsun, kısaca ‘özgürlük’ diye çevirdiğimiz (Sittlichkeit /éthicité) kavramı aynı zamanda kendi bilincinde olma (conscience de soi)’nın doğal sonucudur ya da doğasının ta kendisidir.
Ne var ki, Hegel burada Kant’ın, o gelişigüzel kullanılan ‘Etik’ kavramı ‘aşma’yı mı yoksa eleştirmeyi mi amaçlamıştır bilinmez.
Ayrıntısına girmeden belirtilecek olursa, Kant, Pratik Aklın Eleştirisi’nde öznel irade’nin (volonté subjective) sadece huzur istencini (volonté de bien-être) değil, ama aynı zamanda İyi (olmak) istencini de kapsadığını ileri sürmektedir.
Buradan ahlâkî bilinç’e (conscience morale) geçilecektir ki, yabancı dillerde pek karşılığı olmayan Vicdan kavramına böylece ulaşılabilecektir.
Şimdi Diyanet İşleri Başkanlığını işgal eden, bilgi ve bilimden habersiz, sadece ‘akıl’ ve ‘vicdan’ düşmanı olan Ali Akbaş’ın ‘Din vicdanlarda kalmalı’ diyen laiklere neden karşı olduğunu da temellendirmiş olabiliriz.
Çünkü, anlatılanlardan çıkarılacağı üzere, vicdan evet bir ‘ahlâkî bilinç’tir, yani kişinin iç huzuru, felsefî anlamda İyi’yi anlaması, kendi gerçekliği’ni (conscience de soi) kavraması olduğu kadar ve hatta onlardan daha çok kendi ‘özgürlük’üne kavuşması ve giderek kendi bilincine varması demektir.
Şöyle de söylenebilir: bir insan kendi bilincine varamamış ise, özgür olamayacaği gibi iyi ve kötüyü de ayıredecek durumda da değildir, iç huzuruna ulaşmakta zorluk da çekecektir.
Çünkü aklını kullanacak durumda değildir.
Sadece ve ancak ‘kul’ olabilecektir.
Dahası sadece Tanrı’ya ‘kul’ değil ama Ali Akbaş gibi din tüccarlarının da ‘kul’u olabilecektir.
Bitirirken, ‘bilinçlenme’ denildiğinde, hemen siyasal bilinçlenmeden değil ama, yaşamın her alanındaki ‘bilinçlenme’den sözedilmelidir, ki bu her alanın en önemlisi de ‘din’den başkası değildir.
‘Vicdanî bir din anlayışı’nın olmadığı yerde ‘özgürlük’ de olmaz, kişilik de olmaz.
Bir yanıt yazın