Son yıllarda Türkiye’de en çok tartışma konusu yapılan kurum Diyanet İşleri Başkanlığı, tartışma konusu yapılan bürokratlar da Diyanet İşleri Başkanları olmuştur.
Hele de son iki başkan.
Bunun en önemli sebebi, mevcut iktidarın dine yaklaşımı, dini söylemleri ve eylemleridir.
Bir başka önemli sebep de Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilat Kanunu’nun 2010 yılında önemli ölçüde değiştirilerek teşkilatın birçok genel müdürlükten oluşan devasa bir kurum haline getirilmesi ve Diyanet İşleri Başkanı’nın devlet protokolünde ön sıralara getirilmiş olmasıdır.
Önceki dönemlerde Devlet protokolünün 51. sırasında yer alan Diyanet İşleri Başkanları, 41 sıra birden yükseltilerek 10. sıraya yerleştirilmekle, Bakanlar Kurulu Üyeleri ve Kuvvet komutanlarının bile önüne geçirilmiştir(1).
Şimdiki Başkan Ali Erbaş, Açılım Sürecinde oynadığı rol ile tartışmalara sebep olan bir önceki Başkan Mehmet Görmez’den hiç de aşağı kalmamaktadır bu konuda.
Hatırlayın lütfen; Sayın Görmez, sadece zırhlı Mercedes makam aracı ile gelmedi gündeme.
Mele Projesi onun döneminde uygulamaya sokuldu, Doğu ve Güneydoğu’daki medreselerde yetişen 1000 Mele Diyanet kadrolarından devlet memuru yapıldı.
Mehmet Görmez, medreselerin bir kısmını Kur’an Kursu yaparak kapatılmaktan kurtardıklarını ve aslında medreselerin legal hale getirilmesi gerektiğini söyledi.
Kürtçe Kur’an meali, Kürtçe vaaz, Kürtçe Hutbe ve Kürtçe mevlit gibi konular da Mehmet Görmez’in döneminde gündeme geldi.
Hükümete meşe dalı batıran Diyarbakır Eski Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’e, bir Kutlu Doğum haftasında (sanki meşe dalı söyleminden dolayı kutlarcasına) gül veren de odur!
FETÖ elebaşı Gülen’e uzunca bir ithaf yazısı eşliğinde “Hadis Kitabı” seti gönderdiği iddia edilen, ancak kitapların aslında Prof. Dr. Yusuf Kavakçı’ya gönderildiğinden bahisle yanlışlıkla FETÖ elebaşına teslim edildiği söylenerek aklanan da Sayın Görmez’dir.
*
Mehmet Görmez’in yerine gelen şimdiki Başkan da söylemleriyle ve eylemleriyle onu aratmamakta kararlı gözüküyor.
Ali Erbaş, önce bir 10 Kasım arifesinde Lozan’a “HEZİMET” diyen ve “Kurtuluş Savaşı’nı keşke Yunan kazansaydı” diyerek Atatürk ve Laik Cumhuriyet düşmanlığını açıkça ilan eden yazar Kadir Mısıroğlu’nu ziyarete giderek şimşekleri üzerine çekti.
Arkasından her nedense Lozan Antlaşması’nın imza gününe denk getirilen Ayasofya’nın ibadete açılış günü okuduğu Cuma hutbesinde, camileri kapatanları zalim olarak nitelendiren Kur’an ayetini okuyarak, Ayasofya’yı müze yapan Atatürk ve arkadaşlarına “Zalim” dediği iddialarına sebep oldu.
Ali Erbaş, benzer eylem ve söylemleriyle şimşekleri üzerine çekmeye halen tüm hızıyla devam etmektedir.
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, yeni Yargıtay binasının ve Adli yılın açılışının dua ile yapılmasını tenkit edenlere cevap olarak demiş ki; “Hani ‘inanç sokakta olamasın, mahallede olmasın, insanın içinde olsun’ diye bir anlayış var ya. ‘İnanç işte insan ile Allah arasında olsun, evine yansımasın, ticaretine yansımasın, siyasetine yansımasın, adaletine, yargısına yansımasın’…Görüyorsunuz ya ortalığı ayağa kaldırıyorlar. İnançtan ayıklansın oralar, adeta bu düşünce insanlığı bu noktaya getirmektedir.”(2)
Bu sözlerinden de anlaşılacağı üzere; Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, siyasetten, ticarete, toplumsal ilişkilerden adalete varıncaya kadar hayatımızın her yanına dinin yansımasını isteyen bir bilinç altına ve arka plana sahiptir.
Belli ki Ali Erbaş, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, anayasa ile çizilmiş görev alanıyla yetinmemekte, daha fazlasına hükmetme arzusundadır.
Oysa Anayasa’nın 136. maddesinde; “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.” denildikten sonra, 2010 yılında yasalaşan 6002 sayılı teşkilat kanunuyla da tekrarlanan 633 sayılı kanunda Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görev alanı ve yetki sınırları şöyle çizilmiştir (en son değişiklikten sonra): “İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Cumhurbaşkanlığına bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur”(3)
Anlaşılacağı üzere; Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, dinin aile ilişkilerine, ticarete, ekonomiye, siyasete ve adalete yansımasını istemekle, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görev alanının, dinin ahlak ve ibadet yönleriyle ilgilenmekten, din konusunda toplumu aydınlatmaktan ve ibadet yerlerini yönetmekten öte; dinin Ukubat (İslam Ceza hukuku/Ceza Yasası) ve Muemelât (Toplumsal İlişkileri Düzenleyen İslam Hukuku) yönüyle de ilgilenecek şekilde genişletilmesi arzusundadır! Belki de sözlerini biz öyle anlıyoruz!
Diyanet Günah İşlemeyi Teşvik mi Ediyor!
27 Ağustos Cuma hutbesini, bir gün önce yıldönümü kutlanan 26 Ağustos 1071 Malazgirt zaferi üzerine bina eden Diyanet, 10 Eylül tarihli cuma hutbesinde 9 Eylül’de Yunan ordusunun İzmir’den denize dökülmesine nedense hiç değinmedi.
Yunanistan ile aramızda kriz çıkarmaktan korktular herhalde!
Malazgirt Zaferi’nin yıldönümünü, Ankara’dan kalkıp, 1000 km. ötedeki Malazgirt’te giderek devlet töreniyle ve tantanalı etkinlikle kutlayan devlet erkanımız, 30 Ağustos Zaferi’nin yıldönümünü, nedense Anıtkabir Özel Defteri’ne iki satırlık yazı yazarak ve cıvıldaşarak (tweet atarak) kutlamakla yetindi!
Diyanet de bu türlü kutlamaya ayak uydurmuş olmalı ki; 10 Eylül tarihli hutbede 9 Eylül’e hiç değinmedi!
Üstelik Cuma Namazı’nın öneminden bahsederken öyle bir hadise yer verdi ki; evlere şenlik!
Muhtemelen uydurma bir hadisti bu hadis.
Kaynak olarak “Müslim, Cuma, 27” gösterilen ve hutbenin sonunda okunan bu hadise göre Peygamberimiz şöyle demiş: “Kim güzelce abdest alır, Cumaya gelir ve hutbeyi can kulağıyla dinlerse, o Cuma ile gelecek Cuma arasındaki günahları affolunur“(4)
Bu hadisin neden uydurma olabileceğini söylediğimize gelince:
Öncelikle belirtelim ki; hadis gelecekten haber vermektedir.
Oysa Hz. Peygamber çok daha sahih bir hadisin de “Geleceği ancak Allah bilir” demiştir.
Ki; biz bunu ünlü Cibril hadisinden çıkarıyoruz.
Literatürde “Cibril Hadisi” olarak bilinen hadise göre: Cebrail, Peygambere “kıyamet ne zaman kopacak” diye sormuş, O da kendisine “Kendisine soru yöneltilen, bu konuda sorandan daha bilgili değildir“ şeklinde cevap vermiştir(5).
Öte yandan, böyle bir hadis, insanları günah işlemeye teşvik anlamına gelmektedir.
Zira kişi, bu hadise bakarak, “nasıl olsa önümüzdeki bir hafta içinde işleyeceğim günahlar, gelecek cumayı kıldıktan sonra affedilecekmiş” diyerek bile günah işleyebilir.
Ayrıca; söz konusu hadis gelecekten haber vermektedir, geleceğe yöneliktir ve gelecek, aynı zamanda gaib (kayıp) demektir ve Kur’an’a göre; kaybı Allahtan başka hiç kimse bilemez(6).
Üstelik burada Allah’ın yetki alanına müdahale söz konusudur.
Zira günahları affetme yetkisi Allah’a aittir ve Peygamberler Allah adına vaat ve taahhütte bulanmazlar.
Çünkü Allah kitabında buyuruyor ki; “Ve hiç kimsenin, hiç kimse adına bir şey ödemeyeceği, hiç kimsenin şefaatinin kabul edilmeyeceği, hiç kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği bir günden sakının.”(7)
Dolayısıyla; Hz. Peygamber bu ve benzeri birçok ayeti hakkıyla bilen bir kişi olarak, insanlara boş yere vaatte ve Allah adına taahhütte bulunamaz.
Cumanın önemini anlatmak için bile olsa böyle bir din va’zı olmaz, uydurma hadisler Kur’an ayetlerinin önüne geçemez..
12 Eylül Darbesi’nin yıldönümü olan bugünde, bu darbeden önce yaşanan kardeş kavgasında ve darbeden sonra, darbecilerin baskısıyla verilen yanlı ve yanlış mahkeme kararlarına istinaden hayatlarını kaybeden masumların tamamına Allah’tan rahmetler diliyorum.
Mekanları cennet olsun…
12 Eylül 2021
____________
1-
2-https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ali-erbas-inanc-insan-ile-allah-arasinda-olsun-ticarete-siyasete-yargiya-yansimasin-diye-ortaligi-ayaga-1866624
3-
4-
5- Riyazus Salihin, 61 Nolu Hadis; Ayrıca bkz. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16; Nesâi, Mevâkît 6; İbni Mâce, Mukaddime, 9/
6- Bkz. Kur’an-ı Kerim, 6/59; 27/65-66; 72/26-27.
7- Bkz. Kur’an-ı Kerim, Bakara-2/48,123