***Kuvayı Milliye Destanından Bir Kesit ***TÜRKLERİ ANLAMAK !
Türk Kurtuluş Savaşı’yla ilgili inceleme yapmak için 1921’de Türkiye’ye gelen bir İngiliz gazetecisi Londra’daki gazetesine çektiği telgrafta, “Ankara, dağlar arasında bir bataklıktır. Bu bataklığın içinde bir yığın kurbağa, başlarını havaya kaldırmış, durmadan ötüp durmakta ve dünyaya meydan okumaktadır” diyor ve gördüğü yoksulluk nedeniyle bağımsızlık mücadelesiyle alay ediyordu.
Yabancı gazetecilerin, yurt dışına gönderdikleri tüm haberleri denetleyen Basın Yayın Genel Müdürü Ahmet Ağaoğlu bu telgrafı okur ve şu biçimde değiştirerek İngiliz gazeteciye geri verir: “Ankara, Anadolu’nun ortasında çorak, bakımsız ve kerpiç evleri olan küçük bir kenttir. Bu kentte bir avuç kahraman, ‘uygar’ Avrupa’nın baskı ve zulmüne karşı isyan ederek, ulusal bağımsızlıklarını korumaktadır.”
İngiliz gazeteci kendi bakış açısından belki haklıydı. Batılılar; işgale karşı gelişen direnişin nasıl bir toplumsal irade üzerinde yükseldiğini, bağımsızlığı amaçlayan ulusal direnişin gücünü nereden aldığını anlayamamışlar, karşılaştıkları direnç karşısında şaşırmışlardır.
Doğrudan taraf oldukları Anadolu savaşlarını, tükenmiş ve çok yoksul bir halkın yürütebilmesini anlamak, Türk toplumunu yeterince tanımayan Batılılar için gerçekten güç bir iştir. Anadolu’da önem verilecek bir direnişle karşılaşılmayacağına inanan Batılı politikacılar, Türk varlığını hesaba katmıyor, Anadolu topraklarına özgürce yeni yöneticiler buluyorlardı. İngiltere Savunma Bakanı Lord Kitchner, “Türkiye’yi mahvedinceye kadar savaşacağız” derken3; Başbakan Lloyd George, “Batı uygarlığına kesin olarak yabancı olan Türkler’in Avrupa’dan uzaklaştırılacağını” söylüyordu.
YOKTAN VAR ETMEK
Türk halkı, uzun süren savaşlar sonunda, Batılıları haklı çıkaracak düzeyde yoksullaşmış, umarsızlık içine sürüklenmişti. Dünyanın büyük güçleriyle çatışmaya hazırlanıyordu, ancak ne parası, ne sanayisi, ne kendisini besleyecek tarımı, ne de silahı ve ordusu vardı. Yeni bir ordu kuracak, silahlandırıp donatacak ve besleyecekti. Anadolu’da savaşabilecek genç erkek nüfus neredeyse kalmamıştı. Baskınlarla düşmandan elde edilen silahların, yalnızca bir yerden bir yere götürülmesi bile, başlı başına bir sorun, gerçekleştirilmesi çok güç bir işti.
Ülkede yol yoktu, İstanbul demiryolu Ankara’da bitiyordu. Bunun da, ancak Eskişehir-Ankara arası kullanılabiliyordu. Akşehir-Pozantı arasındaki bir parça demiryolunun da askeri bir değeri yoktu. Oysa, Doğu cephesinden Batı cephesine gönderilecek bir cephane sandığının, kuş uçuşu en az 1200 kilometrelik yol katetmesi gerekiyordu.
Denizden İnebolu’ya gelen bir yükün kağnı’larla Ankara’ya götürülmesi, gidiş dönüş bir ay sürüyordu. Ayrıca, birkaç yüz kilo yük alan bir kağnı, hayvanları ve onu sürenleri beslemesi için, neredeyse bir kağnı yükü yem ve yiyecek taşımalıydı.5 Silah ve cephanenin hemen tümü, cephe uzaklığı ne olursa olsun, büyük oranda kağnılar, bir bölümü de develerle taşınıyordu. Kağnı, Kurtuluş Savaşı’nın simgesi olmuştu.
ORDU KURMAK
Askerlik şubesince silah altına alınan erlerin, yalnızca cepheye gönderilmesi bile başlı başına bir sorundu. Parasızlık nedeniyle, asker toplama ve yollama işleri için kaynak ayrılamıyordu. Toplanan askerler cepheye gidene dek; “barındırılamıyor, doyurulamıyor, giydirilemiyor ve yol çok uzun bile olsa yaya olarak gönderiliyordu.”
Bakımsız ve gıdasız askerler; “açlığa, yorgunluğa ve soğuğa” direnemiyor, kimileri hiç savaşamadan yolda hastalıktan ölüyordu. 12.Kolordu hastanelerinde yatanların % 80’i, cepheye giderken yolda üşüten zatürre hastalarıydı. “Cephe gerisinde ölenler, cephede ölenlerden çok fazlaydı.”
Genel Kurmay Sağlık Dairesi Raporlarına göre, 1922 yılında hastanelere yatırılan hasta sayısı 274 988 kişidir.
Ordunun silah, yiyecek ve giyecek gereksinimi, en alt düzeyde bile karşılanamıyordu. Askere yemek olarak çoğu kez yalnızca, “bir avuç tahıl ve kuru ekmek” verilebiliyordu.
Açlığa karşı doğadan ot toplayan erler, kimi zaman zehirli otları yiyor, bu da hastalıklara, hatta ölümlere yol açıyordu. “Askeri otlamaya çıkardım” tümcesi, komutanların günlük dillerine yerleşen beslenmeyle ilgili bir eylemi ifade ediyordu.
Askerin yüzde yirmi beşinin ayağı tümüyle çıplak, bir o kadarının ise, bir ayağında eski bir ayakkabı öbür ayağında çarık bulunuyordu. Sakarya Savaşı’nda, askerin yalnızca yüzde beşi üniformalıydı. 18 Kasım 1921 tarihli bir Amerikan istihbarat belgesinde, “Türk askerlerinin üzerinde üniforma yok. Askerler, askere alındıklarında üzerinde bulunan giysilerle cepheye gönderiliyor. Bazılarının üzerinde İngiliz, Fransız üniformaları var” diyordu.
Mustafa Kemal, Meclis’te, askerin iyi donatılmadığı yönündeki eleştiriler üzerine söz almış ve şunları söylemişti: “Askerlerimizin biraz çıplak ve yırtık elbise içinde bulunması bizim için ayıp sayılmaması gerekir… Fransızlar bana, elbisesiz askerlerin çete olduğunu söylediklerinde onlara,’hayır çete değildir, bizim askerlerimizdir’ dedim. Üzerinde üniforma yok dediler. ‘Üzerlerindeki elbise onların üniformasıdır’ dedim. Bu Fransızlar için yeterli yanıt olmuştu. Elbiseli olsun, köylü elbiseli olsun, yeter ki onları yerinde kullanalım, kutsal amacımıza ulaşalım.”
Türk halkı, koşulların ağırlığına ve tüm yoksunluklarına karşın; milli mücadeleyi, kurulmakta olan orduyu ve önder olarak bağlandığı Mustafa Kemal’i tartışmasız destekledi. Elinden geleni değil, ‘elinden gelmeyeni bile!’ veriyordu.
Özellikle Sevr’in imzalanmasından sonra ve özellikle köylüler, Anadolu’nun elden çıkmakta olduğunu anlayarak, yaşam dahil herşeyi göze alarak direnişe katıldılar. Malı ya da bedeniyle katılamayanlar, savaşa adeta ruhlarıyla katılıyor; yurduna bağlı herkesin istek ve duası, içinden çıkardığı savaşçıların başarısında birleşiyordu.