Bazı densizler, akıllarınca 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı küçümser ve kutlanmaya değmez bulur. Bunlar kendilerince haklıdırlar. Bayramları zaferler kazananlar kutlar. Kaybedenler elbette kutlamaz. Kaybedenler kim? Yunanistan, İngiltere ve diğerleri. Mesele anlaşıldı sanırım.
30 Ağustos’u anlamanın yolu kısa bir tarih gezintisinden sonra daha iyi anlaşılır. Eğer düşünebilirsek:
Karlofça (1699), Pasarofça (1718 ), Küçük Kaynarca (1774), Yaş (1792) gibi anlaşmalarla diz çöktürülen; Mondros (1918) ile devletinin siyasi varlığı sona erdirilen; Sevr (1920) ile Anadolu’daki varlığı bitirilmek istenen bir milletin Atatürk’ün “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!..” emri ile 30 Ağustos 1922’de iki yüzyıl süren ezilişe dur diyerek modern dünyaya “bu ligde ben de varım” dediği zaferin adıdır.
Bu zaferle İstanbul’un 13 Kasım 1918’de başlayan ve beş yıl süren işgali sonlandırılmış, 4 Ekim 1923’te itilaf devletlerinin son birlikleri şehri terk etmiş, Şükrü Nail Paşa komutasındaki Türk ordusu beş Yıla yakın işgal altında kalan İstanbul’a 6 Ekim’de girmiştir.
Türklerin, 1918’de Mondros Antlaşmasıyla siyasi varlığı sona eren devleti, Türkiye Cumhuriyeti adıyla 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması ile yeniden hukuki zeminde varlık bulmuştur. Lord Curzon’un “Bizim en makul isteklerimizi bile reddettiniz. Ama unutmayınız ki bir gün zor durumda kalacaksınız ve yine kapımıza gelip para isteyeceksiniz.” dediği Lozan’da iki konuda taviz verilmiştir: Osmanlının borçlarının ödenmesi, Boğazların bir komisyona devredilmesi.
Bunlardan Osmanlı’nın borçları 1930’a kadar ödenmiş, talebimiz üzerine kalan borçlar Nisan 1933’te yeniden yapılandırılmış ve kimilerine göre 1944 kimilerine göre de 1953’de son taksiti ödenmiş ve bu taviz böylece kapatılmıştır.
Önemli olan ikinci taviz Boğazlar meselesiydi:
Asker bile koyamadığımız İstanbul ve Çanakkale Boğazları için Mayıs 1933’te Londra’daki Silahsızlanma Toplantısı’nda katıldık, Boğazlar Komisyonunun iptalini istedik. Talebimiz reddedilince Rusya’ya, Mussolini ve Hitler tehlikesine karşı Türk askerinin Boğazlara yerleştirilmesi gerektiğini anlattık. Lozan Anlaşması’nda yapılacak değişikliği tüm imzacı ülkelerin kabul etmesi gerektiği için Ortodoks Rusya’yı yanımıza çekmek amacıyla 24 Kasım 1934’te Ayasofya’yı müze yaparak karşı atağa geçtik. Anlaşıldı mı? Neden, Camii diye tescil edilmiş bir ibadethanenin müze yapıldığını? Buraya dikkat!.. Rusya ve Yunanistan delegeleri Türkiye’nin talebini desteklediler, İtalya dışındaki ülkeler de talebimizin makul olduğunu kabul edince 20 Temmuz 1936’da Montrö Boğazlar Sözleşmesi imzalandı, TBMM’de onaylandı ve Resmi Gazete’de yayınlanması bile beklenmeden 30,000 Türk askeri o gece yarısı İstanbul ve Çanakkale Boğazlarında konuşlandı.
Özetle, “Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir.”
Büyük zaferleri ancak büyük milletler yapar. 30 Ağustos’u öncesi ve sonrası ile anlayıp takdir edebilmek vasatın üstünde kıvrak ve keskin bir zekâ, üstün bir diplomatik dil ister. Püsküllü tarihçiliği ve zekâsı ile anlaşılacak bir olay değildir.
Neymiş önce keskin kıvrak bir zekâ sahibi ve şahane bir diplomasi bilmek gerekiyormuş.
30 Ağustosu kutlama iradesini bu tür beyinliler gösterebilir.
Bu zekâya sahip olmayanlar ve denize dökülenlerin torunları, elbette milli bayramları kutlayamazlar. Çünkü onlar için Zafer Bayramı bir yüz karsı ve züldür.
Diğerleri mi?
Onlar küllüklerde eşelenirler.
Esen kalınız. Nazım PEKER