Dr. Noyan UMRUK
Bugün 26 Ağustos 1922 sabahı saat 05.30…
Büyük Taarruz başlıyor Afyon-Kocatepe’den …
30 Ağustos 1922′de Dumlupınar(Başkomutanlık) Meydan Savaşı…
“Makus talihi” aslanlar gibi yenerken,
Emperyalizmin çanına ot tıkarken,
Dünyanın tüm mazlum milletlere ilham verirken,
Muhteşem bir destan…
Sayısız meçhul kahraman…
Koca Nazım Kurtuluş’un meçhul kahramanları ile gönül bağımızı destansı bir üslupla “Kuvayı Milliye Destanında” hem gerçekçi hem sıcacık bir duygusallıkla kurar.
Onlar bizlerden birileridirler aslında ama iş başa düşmüştür…
Topçu evvel mülazımı Hasan, Manastırlı Telgrafçı Hamdi Efendi, Antepli Karayılan, çocuk yaştaki Adapazarlı Kambur Kerim, Arhavili İsmail, İzmirli tornacı- helalinden manga komutanı Ali onbaşı, Süleymaniyeli Şoför Ahmet ve daha niceleri…
Gelin bugün, o unutulmaz günlerin anısına Süleymaniyeli Şoför Ahmet’i analım:
922 ağustos ayı
ve
Şoför Ahmet ya da
bir âletle bir insanın hikâyesi
…
«6 ağustos emri» verilmiştir.
birinci ve ikinci ordular, kıt’aları, kağnıları, süvari alaylarıyla
yer değiştiriyordu, yer değiştirecek.
98956 tüfek,
325 top,
5 tayyare,
…
kırılıp dağlarda kalan sol arka makası yerine
şasinin altına, dingilin üzerine
budaklı bir gürgen kütüğü sarmış olmasına rağmen
ve kalb ağrılarıyla
ve on kilometrede bir
karanlığa yaslanıp durduğu halde
ve vantilâtöründe dört kanattan ikisi noksan iken
şahsının vakarlı kudretini resmen biliyordu :
«6 ağustos emri»nde ondan ve arkadaşlarından
«… ihzar ve teşkil edilmiş bulunan
ve cem’an 300 ton kabiliyetinde kabul olunan
100 kadar serî otomobil…» diye bahsediliyordu.
ihzar ve teşkil olunanlar,
bu meyanda ahmet’in kamyoneti,
insanların, âletlerin ve kağnıların yanından geçip
afyon – ahırdağları ve imtidadına doğru iniyorlardı.
ahmet’in kafasında uzak bir şehir ve bir şarkı vardı.
bu şarkı nihaventtir
ve beyaz tenteli sandalları,
siyah mavnaları,
güneşli karpuz kabuklarıyla
bir deniz kıyısındadır şehir.
vantilâtörde adedi devir
düşüyor gibi.
arkadaşlar ileri geçtiler.
ay battı.
manzara yıldızlardan ve dağlardan ibaret.
sen süleymaniyelisin oğlum ahmet,
çınar dibinde iki mars bir oyunla yenip bücür’ü,
kalk,
sıra servilerin önünden yürü,
çeşmeyi geç,
mektep bahçesi, medreseler,
orda, harbiye nezareti’nin arka duvarında
siyah çarşaflı bir kadın
çömelip yere
darı serper güvercinlere
…
motor mızıkçılık ediyor,
bizi dağ başlarında bırakacak meret.
ne diyorduk oğlum ahmet?
dökmeciler sağda kalır,
derken, uzunçarşı’ya saparken,
köşede, sol kolda seyyar kitapçı :
«hikâyei billûr köşk»,
altı cilt «tarihi cevdet»
ve «fenni tabâhat».
tabâhat, mutfaktan gelirmiş,
yani yemek pişirmek.
hani, uskumru dolmasına da bayılırım pek.
yaldızlı kuyruğundan tutup
bir salkım üzüm gibi yersin.
ilerde bir süvari kolu gidiyor,
saptılar sola.
uzunçarşı’yı dikine inersin.
sandalyacılar, tavla pulcuları, tesbihçiler.
ve sen istanbullu,
sen kendi ellerinin hünerine alışmış olduğundan
şaşarsın istanbullulara :
ne kadar ince, ne çeşitli hünerleri var, dersin.
rüstem paşa camii.
urgancılar.
urgancılarda yüz parça yelkenli gemiyi
ve hesapsız katır kervanlarını donatacak kadar
urgan, halat ve dökme tunçtan çıngıraklar satılır.
zindankapı, babacafer.
uzakta balıkpazarı.
kuruyemişçiler.
yemiş iskelesindeyiz :
sandalları, mavnaları,
güneşli karpuz kabuklarıyla
yüzüne hasret kaldığım deniz.
sol arka lastik hava mı kaçırıyor ne?
inip
baksam…
yemiş iskelesinden dilenci vapuruna binip
eyüp’te niyet kuyusu’na gittikti.
elleri yumuk yumuk,
bacakları biraz çarpıktı ama,
yeşil zeytin tanesi gibi gözler.
kaşları da hilâl gibi çekikti.
tam kasımpaşa’ya yaklaştık, beyaz başörtüsü…
lastik hava kaçırıyor.
derdine deva bulmazsak eğer…
dur bakalım babacafer…
üç numrolu kamyonet durdu.
karanlık.
kriko.
pompa.
eller.
küfreden ve küfrettiğine kızan elleri
lastikte ve ihtiyar tekerlekte dolaşırken
ahmet hatırladı :
bir gece nüzüllü babaannesini
sedirden sedire taşırken
kadıncağız…
iç lastik boydan boya patladı.
yedek?
yok.
dağlarda avaz avaz
imdat istemek?
sen süleymaniyelisin oğlum ahmet,
sana tek başına verilmiştir üç numrolu kanyonet.
hem, hani bir koyun varmış,
kendi bacağından asılan bir koyun.
süleymaniyeli şoför ahmet
soyun…
soyundu.
ceket, külot, pantol, don, gömlek ve kalpak
ve kırmızı kuşak,
ahmet’i postallarının üstünde çırılçıplak
bırakarak
dış lastiğin içine girdiler,
şişirdiler.
bu şarkı nihaventtir.
deniz kıyısında bir şehir…
beyaz başörtüsü…
saatta elli yapıyoruz…
dayan ömrümün törpüsü,
dayan da dağlar anadan doğma görsün şoför ahmet’i,
dayan arslan…
hiçbir zaman
böyle merhametli bir ümitle sevmedi
hiçbir insan
hiçbir âleti…
İşte İstanbul çocukları böyledir, ayakları yerde, kafaları hayallerdedir… Şu şehr-i İstanbul ki; uzak diyarlarda da olsalar hiç çıkmaz akıllarından. Sanırsınız ki, işleri dalga dümendir. Ama, bir kere zoru gördüler mi, hiçbir şey kurtulmaz bıçkın duruşlarından…
Ya şimdilerde “hal-i pür melalimiz…”
Niçin yaşarmakta mı gözlerimiz?
Ne demiş şair: “Melali anlamayan nesle aşina değiliz…”
Bir yanıt yazın