Atatürk’ün Devlet Adamlığı: Devlet adamı olmak, belli bir durumda imkân dahilin dekinin en iyisini yapmak ve ulaşılması imkânsız olan şeylerden ise aynı kararlılıkla vazgeçmek demektir. Bu husus göz önünde bulundurulduğunda Atatürk, gelmiş geçmiş zamanların ve ulusların en büyük devlet adamlarından biridir. Atatürk, her şeyin büsbütün kaybolduğu sanıldığı bir anda Türk milleti hakkında verilen esaret ve ölüm kararına ve bu kararın uygulanışına Türk milletinin iradesi doğrultusunda karşı gelen, isyan eden;bir ulusun kurtarıcısı, yeni bir devletin kurucusudur. Kurduğu müesseseler ve yaptığı yenilikler ile eserini “Büyük Devlet Adamlığı”nı en güzel örnekleriyle ortaya koyan kişidir.
Devlet Kurucusu Atatürk
Mustafa Kemal Atatürk’ün “devlet adamı” niteliği, çökmekte olan bir imparatorluktan çağdaş, millî ve bağımsız bir devletin yani Türkiye Cumhuriyeti’nin tarih sahnesine çıkış süreci içinde ortaya çıkmıştır. Bu özellikleriyle Atatürk “Modern Türkiye”nin kurucusudur. Dolayısıyla O, yalnız bir devlet adamı değil, ondan çok daha önce bir devlet kurucusudur. Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni siyasî, ekonomik ve sosyal açılardan şekillendirirken ortaya koyduğu tavır ve düşünceleri onun “Devlet adamı” ve “Lider” olarak vasıflarını anlamamızı sağlamaktadır. Onun “büyük devlet adamı” olma niteliği, olayların gelişimi içerisinde oynadığı roller vurgulandığında ortaya çıkmaktadır.
Her şeyin bittiği sanıldığı bir dönemde, 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılması yeni Türk Devleti’nin kuruluşunu müjdelemişti. Yeni devleti meşru temellere dayandıran, ona hukukî bir nitelik veren ilk Meclisti. 20 Ocak 1921 tarihli ilk Teşkilât-ı Esasiye Kanununun 3. maddesi: “Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisince yönetilir ve hükûmeti Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti adını taşır” demekle, Osmanlı Devleti’nden ayrı farklı bir adla yeni devletin kurulduğu açıklanmış olmaktadır. Kurulan yeni devletle birlikte Atatürk Türk milliyetçiliğini, Türk millî davasının temel taşı yaparak millî duygu ve hasletleri tam bir olgunluğa eriştirmiş, milletin şuur ve benliğini hissettirerek millî bir devlet kurmuştur.
Atatürk’ün devlet adamlığı vasfı aynı zamanda onun askerî kişiliğinin de ifadesi anlamına gelir. Bu sebeple Atatürk’ün komutanlık nitelikleri, devlet yönetiminde üstün liderlik yeteneklerine dönüşmüştür. En yakın silâh arkadaşı olan İsmet İnönü Atatürk’ün siyasî vasıflarının askerî dehasıyla birleştirince gerçek şahsiyetinin büyük ölçüde ortaya çıktığını söyler ve şöyle devam eder: “Siyasî vasıfları hakikaten çok yüksektir. Millî Mücadele’nin askerî safhada idaresi kadar siyasî idaresi de nazikti. Hattâ daha nazikti denebilir. Atatürk siyasî safhanın idaresinde de aynı derecede maharetli, daha maharetli olmuştur. Meselâ benim kanaatimce Millî Mücadele’nin bir Millet meclisi kurularak onunla beraber yürütülmesi son derece güç, fakat harikulâde isabetle bir karar olmuştur….”.
Atatürk’ün devlet adamlığı vasfında hem sivil ve hem de askerî vasıfların en iyi bir şekilde birleştiğini gösteren diğer bir örneği yine İsmet İnönü şu şekilde anlatmaktadır: “Büyük Millet Meclisi yeni kurulmuş ve 1921 Anayasası hazırlanmaktadır. Atatürk de anayasayı yazmakla meşguldür. Her ne kadar komisyonlarda konuyla ilgili ihtisas sahibi kimseler anayasa hazırlığı ile uğraşmış iseler de Atatürk de geceli gündüzlü bu çalışmalara fiilen katılmıştır. Atatürk bu sırada hem muharebe alanlarında savaşı yönetir ve hem de anayasa hazırlıklarıyla bizzat ilgilenirdi. Özellikle devletin esaslarıyla ilgili maddeleri kendisi harf harf, cümle cümle yazardı. Meydana çıkacak idarî, siyasî sistemi de tespit etmeye çalışırdı”.Bir İngiliz tarihçisi ve düşünürü Maculley “onu” şöyle tanımlar: “Yüksek bir tepeye çıkan ve güneşin doğuşunu herkesten önce görebilen insandır”. Bu tanımla da bu tür kişilerin sezgi gücü ve ileriyi görebilme yeteneği belirtilmek istenmektedir.
Atatürk de bu nitelikleri taşıyan bir kişidir ve yeni Türk Devleti’nin kuruluş süreci içinde,insanlığın çağdaş gelişiminde izlenen yola yönelmenin gereğini herkesten önce görmüş ve bu yolu Türk milletinin bulabilmesi için uygun ortamı hazırlamıştır. Zaman zaman tek başına kalmasına rağmen, gerçeğe dayandığı ve doğruyu seçtiği için azim ve iradesi ile inandığı yolda, çevresini gittikçe genişleterek ilerlemiştir. Atatürk’ün gücü ve üstünlüğü de buradadır. Yani müstesna sezgi gücü, ileriyi görebilme yeteneğidir.
Atatürk kendi deyimiyle: “… bütün kâinata sine-i millete bir fert olduğunu ilân edip Erzurum kongresinin toplanmasından önce 7-8 Temmuz 1919’da sabaha karşı Mazhar Müfit Kansu’ya şu cümleyi yazdırmıştır. ‘Zaferden sonra şekl-i hükûmet, Cumhuriyet olacaktır’. O yıllarda dünya üzerindeki devletlerin siyasî sistemleri incelenecek olursa, totaliter devletlerin çoğunlukta olduğu dikkati çekmektedir. Dünyanın böyle bir siyasî ortamında demokrasiyi ve cumhuriyeti bir devlet sistemi olarak 1919 Temmuzunda düşünebilen Atatürk, kendi yakın arkadaşları tarafından dahî çok iyimser olarak değerlendirilmişti. Hâlbuki Atatürk, 23 Nisan 1920’de hâkimiyetin kayıtsız ve şartsız millete ait bulunduğunun simgesi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasını sağlayarak hem Millî Mücadele fikrine siyasî ve hukuki yönden destek sağlamış ve hem de devletin kuruluşunu aksiyon haline dönüştürmüştür.
Atatürk, hükûmet şeklinin cumhuriyet olacağı fikrini olgunlaştırırken bir başka gerçek de ülkenin içerisinde bulunduğu olumsuz sosyo-ekonomik yapıdır. Türkiye’nin o sırada içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal yapıdan çok daha iyi durumda bulunan birçok Avrupa devleti demokrasi fikrini hatırlarına getiremezken; Türkiye Devleti’nin kurucusu, eğitim düzeyi düşük, düzenli bir ordusu olmayan ve ekonomik açıdan tükenmiş bir ülkede cumhuriyet rejimini kurmak konusunda kararını vermişti. Çünkü ona göre “Türk milletinin tabiat ve şiarına en uygun olan yönetim, cumhuriyet yönetimidir”.
Atatürk’ün dış politika ve diğer dünya devletleriyle ilgili uzak görüşlülüğü de dikkate değerdir. 1932 senesinde Mac Arthur’un Atatürk’ü Ankara’da ziyareti sırasında konu, dış politikaya yöneldiğinde Atatürk, Mac Arthur’a Almanya’nın geleceği ile ilgili olarak şöyle söyler: “Eğer Alman milliyetçiliği kışkırtılacak olursa, bu millet Avrupa’ya ve dünyaya dert açabilir”. Bu cevap verildiği sırada henüz Hitler tarih sahnesine çıkmış değildi. Nitekim, Atatürk’ün kehanete benzer tespiti gerçekleşmiş, Hitler, Alman ırkının üstünlüğüne dayanarak Alman İmparatorluğu’nu kurma denemelerine girmiştir.
Atatürk’ün devlet adamlığı vasfını, ileri görüşlülüğünün yanı sıra vermiş olduğu kararlardaki isabetliliği de ortaya koymaktadır. Atatürk, kararlarının isabetli oluşunun sebebini; ilhamlarını gökten ve gaipten değil doğrudan doğruya hayattan, içinde yaşadığı yurt ve bağrından çıktığı Türk milleti ve milletler tarihinin yapraklarından çıkardığı sonuçlar olarak açıklamıştır. Bunun yanı sıra devlet adamlığının gereği olan akıl ve sağduyu ile çeşitli çözüm yollarından en uygununu seçebilmek Atatürk’ün kişiliğinde en üst noktaya ulaşmıştır.
Atatürk, tarih boyunca bağımsız yaşamış olan Türk milletine güvenerek, aklın ve bilmin gösterdiği yolda yürümek suretiyle gerçekçilikten ayrılmayarak, en güç engellerin aşılabileceğini göstermiştir. Atatürk, olayları değerlendirirken his ve telkinlere kapılmamayı daima kendisine esas almıştır. Gerçeklik, Atatürk’ün siyasî liderliğinin ister iç politika ister dış politika alanında olsun, en belirgin prensiplerinden biridir. Politika, “mümkün olanın sanatı” olduğuna göre gerçekçilik vasfının bir siyasî liderde bulunması gereken en önemli niteliklerden biri olduğu açıktır.
Fikir insanları Atatürk’ün gerçekçiliği ile çağdaşı Enver Paşanın hayalciliğini ve maceracılığını karşılaştırma ihtiyacını hissetmişlerdir. 1923’te Atatürk’le Ankara’da görüşen Amerikalı bir gazetecide bu konuda şu gözlemlerde bulunuyordu: “Enver Paşanın başarısızlığı ile Kemal Paşanın başarısını karşılaştıracak olursanız, bunların strateji yönünden ne kadar farklı olduklarını görebilirsiniz. Enver, amacını gerçekleştirmek için dosdoğru gider, bir duvara çarptığı zaman onu yıkmaya çalışırdı. Sonunda yenik düştü. Kemal ise bir engelle karşılaştığı zaman, onu aşana kadar sabırla bekler; genellikle de amaçlarına ulaşır” .
Atatürk’ün devlet adamlığı vasfının gerçekçi yönüne onun kaleme aldığı Nutuk’ta rastlamak mümkündür: “Değişik uluslararası ortak ve genel bir ad altında toplamak ve bu çeşitli ulus topluluklarını eşit haklar ve koşullar altında bulundurarak güçlü bir devlet kurmak parlak ve çekici bir siyasî görüştür. Ama aldatıcıdır. Dahası hiçbir sınır tanımayarak, dünyadaki bütün Türkleri de bir devlet olarak birleştirmek, ulaşılmayacak bir amaçtır. Bu, asırların ve asırlarca yaşamakta olan insanların çok acı, çok kanlı olaylarla ortaya koyduğu bir gerçektir. İslâmcılık ve Turancılık siyasının başarı kazandığına ve Dünya’yı uygulama alanı yapabildiğine tarihte rastlanmamaktadır. Soy ayrımı gözetmeksizin bütün insanları kapsayan tek bir dünya devleti kurma hırslarının sonuçları da tarihte yazılıdır. “Baskıncı ve yağmacı” olmak hevesleri, konumuzun dışındadır. İnsanlara her türlü özel duygularını ve bağlantılarını unutturup, onları kardeşlik ve tam eşitlik içinde birleştirerek, insancı bir devlet meydana getirme kuramının kendine özgü koşulları vardır. Bizim aydınlık ve uygulanabilir gördüğümüz siyasal yöntem “ulusal siyasa”dır… Tarihin dediği budur; ilmin, aklın, mantığın dediği böyledir.
Ulusumuzun, güçlü, mutlu ve sağlam bir düzen içinde yaşabilmesi için, devletin bütünüyle ulusal bir siyasa gütmesi ve bu siyasanın iç örgütlerimize tam uyumlu ve dolayı olması gereklidir. Ulusal siyasa demekle anlatmak istediğim şudur: Ulusal sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak varlığımız koruyup ulusun ve yurdun gerçek mutluluğuna ve bayındırlığına çalışmak; gelişigüzel, ulaşılamayacak istekler peşinde ulusu uğraştırmamak ve zarara sokmamak; uygarlık dünyasının uygarca ve insanca davranışını ve karşılıklı dostluğunu beklemektedir” .
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki Atatürk’ün dış politikası, bugünkü millî sınırlarımız içindeki Türk Devleti’nin güçlendirilmesi amacına yöneliktir. Atatürk Misak-ı Millî ile yeni Türk devletine kazanılması ve korunması mümkün gerçekçi bir sınır çizerek bu sınırlar dışında ise hiçbir maceraya atılmamıştır.
24 Nisan 1920 tarihli konuşmasında Atatürk bunu şöyle açılamaktadır: “Yalnız her ihtimale karşı hayat ve varlığımızı korumak için hariçten kuvvet, bir kuvvet kaynağı aramak lâzım gelirse, yine daima kendi görüşlerimiz baki kalmak şartıyla her kaynaktan istifade etmeyi caiz gördük”. Atatürk bu görüşü çerçevesinde Millî Mücadele sırasında Sovyetler Birliği ile yakın münasebette bulunmuş, bu ülkenin yardımı sağlanmıştır. Ancak dış politika alanındaki bu yakınlık iç politikayı etkilememiştir.
Atatürk’ün devlet adamlığı vasıflarından bir tanesi de kurulan devletin Türk milleti ve medeniyeti vasıflarına dayandırılması fikridir. Bunun isimlendirmek gerekirse Türk milliyetçiliği diyebiliriz. Atatürk’ün Milliyetçiliği, ümmetçilik ve Osmanlılık düşüncesine karşıdır. Onun hedefi Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü sınırları içinde Türklüğün korunması ve özgün bir Anadolu Türk kimliğinin oluşturulmasıdır. Sınıf ve din farkı gözetilmeksizin bütün Türkler bu kurulmuş olan devlet içinde milliyetçilik etrafında kenetlenmeli, fakat bu dünyanın hiçbir ülkesini tehdit etmemelidir.
Atatürk 20 Mart 1923’de Konya’da Türk Ocağı Salonunda yaptığı konuşmada milliyetçilik konusunda şöyle demiştir: “Bahusus bizim milletimiz, milliyetinden tegafül edinişin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu dahilindeki akvam-ı muhtelife hep millî akidelere sarılarak, milliyet mefkûresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden, koğulunca anladık. Kuvvetimizi zaafa uğradığı anda bizi tahkir, tezlil ettiler. Anladık ki kabahatimiz kendimizi unutmalığımızmış, Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvelâ bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün ef’al ve harekâtımızla gösterelim; bilelim ki millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin şikarıdır”.Atatürk’e göre Kurtuluş Savaşı’nın ve Türk inkılâbının başarıya ulaşmasının sebebi, Türk milletinin yüksek siyasî ve medenî karakteri ile memleket meselelerinde şuurlu birliğe dayanmasıdır.
İnkılâpçı Atatürk
Savaş sonrasında sıra devletin tam anlamı ile kurulmasına gelmiştir. Atatürk’ün asıl büyüklüğü ve devlet adamı kişiliği bu dönemde belirgin olarak ortaya çıkar. Bu dönem, millet egemenliğine dayanan ulusal devletin kuruluşunun geliştirildiği, sosyal, ekonomik ve politik sorunların çözümü ile birlikte, bunlara ek olarak ulusun çağdaşlaşması, çağa ulaşması için girişilen inkılâpların yapıldığı dönemdir.
Bir batılı düşünüre göre “gerçek devlet adamlığı bir milleti olduğu biçimden olması gereken biçime dönüştürme sanatıdır”. Bu tanımlama Atatürk’ün inkılâp ve reformlarını ifade etme adına bire bir örtüşmektedir. Çünkü Atatürk’e göre inkılâp, Türk milletini son yüzyıllarda geri bırakmış olan kurumları yıkarak yerlerine milletin en yüksek uygarlık gereklerine uygun ve ilerlemesini sağlayacak yeni kurumları koymuş olmaktadır.
“Atatürk, Türk milletinin tarihinden çıkarttığı gerçeklerden onun medenî vasıflara malik olduğuna inanıyordu”. Atatürk inkılâp yapılması zorunluluğu gören ve aynı zamanda başarabilen insandır. Atatürk, inkılâp fikri ile inkılâp gerçeğini en dahiyane bir şekilde birleştirildiği için büyük bir devlet adamıdır. Şevket Süreyya Aydemir, “Atatürk’ün bir inkılâpçı olduğunu” belirtikten sonra, “onun bir inkılâp dervişi, inkılâp hastası ve bağnaz bir inkılâp softası olmadığını” söyler ve şöyle devam eder: “Onun inkılâpçılığına, kontrol edilemeyen içgüdüler, sınırlar, belirsiz, baş döndürücü hedefler, duygu ve heyecan unsuru değil, mantık hâkimdir. Hem de yalnız akıldan gelen ruhî bir heyecanın mantığı da değil. Aynı zamanda tarihî mantık…” .
Atatürk, tarihin akışı içinde Türk milletinin yönünü, kaderini değiştirmiş, ancak bunu yaparken tarihin akışına, zorlama yoluyla müdahale etmemiştir. Bütün inkılâplar onun cesaret gösterdiği olağanüstü kararlarıyla gerçekleşmiş, tarihî şartlar ise bu değişmeleri zorunlu kılmıştır. Millî hakimiyet anlayışına dayalı cumhuriyet rejiminin bünyesinde saltanat, hilâfet ve ümmet müessesesini yaşayabilmesi mümkün değildi. Atatürk, hamlelerini bu şartla yapmıştır. Ama bütün bunları yaparken tarihî şartları görmesini, hesaplamasını bilmiştir. Bütün bunlardan çıkan sonuçla Şevket Süreyya Aydemir; “Atatürk’ün inkılâpçılığı sınırlıdır” demiştir. Ona göre, “bu sınır, çağının akımlarına gözü kapalı kendini kaptırmadan bir taraftan ülkesinin ve milletinin imkânları, diğer taraftan mantığın ve bir üstün kurmaylık hesabının çerçeveleri ile çevrilmiştir. O, soyut bir fikir ve cezbe çabasına kaymadan, hareketleri, icrası kabil olan fikirlerin mantığına dayanan bir inkılâpçı, yahut ıslahatçı, reformcu bir aksiyon adamı olarak kaldı. Kendi yapabileceği ile kendinden sonrakilerin yapması lâzım gelenlerin sınırını zorlamadı ve aşmadı”.
Toplumların çağdaş gelişmenin dışında kalmayacağı, bu gelişmenin dışında kalanların yoklamaya mahkum olacağı gerçeğini gören Atatürk’te inkılâp fikirlerinin ortaya çıkması Afet İnan’a göre 1908 İkinci Meşrutiyet İnkılâbı’nın eksik kalması karşısında Mustafa Kemal’in direnişi ve inkılâpları, ikmal etmek gayesidir. Hürriyetin ilânı ile yapılan harekette, Türk inkılâbının eksik kaldığı ve inkılâbı bizzat tamamlayacağını bir Erkân-ı Harp Kolağası iken söylemiş olan Mustafa Kemal, idealinin mahreki üzerinde hiç sapmadan yürümüş ve bütün siyasî hayatı boyunca daima inkılâpları ikmal etmek gayesini gütmüştür. Atatürk’te inkılâp yapma fikrinin daha Millî Mücadele başlamadan önce ortaya çıktığına dair diğer bir vesikayı da onun Hatıra Defteri’nde kaleme aldığı yazıdan çıkarmak mümkündür. 6 Temmuz 1918’de günlük hatıra defterinde Atatürk o anda duyduklarını şöyle yazmıştır: “Benim elime büyük salâhiyet ve kudret geçerse, ben hayat-ı içtimaiyemizde arzu edilen inkılâbı bir anda bir “Coup” ile tatbik edeceğimi zannederim” .
Atatürk’ün asıl özlemi olan çağdaş bir devlet kurmak istemesi Atatürk’ün gördüğü, diğerlerinin sezemediği, “toplumların, çağdaş gelişmenin dışında kalanların yok olmaya mahkûm olduğu” gerçeğidir. Atatürk’ün bu konudaki sağlam ve tutarlı yorumu Atatürk’ün “büyük” diye nitelenmesinin başta gelen etkenidir.
Atatürk “asrîleşmeyi” ve “çağdaşlaşmayı”, her girişimin ön şartı olarak görmüştür. 1922’de savaşın yeni bittiği bir sırada milletine şöyle seslenmişti: “Memleket behemehal asrî, medenî, müteceddid olacaktır. Bizim için bu hayat davasıdır”. 1927’de sürdürülen inkılâpların sonuçlarını şu şekilde değerlendirmiştir: “Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asrî ve bütün mana ve eşkâliyle medenî bir heyet-i içtimaiyye haline isal etmektedir. İnkılâbımızın umde-i asliyesi budur. Beş altı sene içinde kendimizi kurtarmışsak, bu zihniyetimizdeki tebeddüldendir. Artık duramayız. Behemehâl ileri gideceğiz”.
Özer Ergenç’e göre Türk inkılâbının dayandığı temelde ve Atatürk’ün düşünce sistemi içinde “hiçbir uygarlık tek bir dinin, tek bir ulusun eseri değildir. Uluslararası tüm insanlığın katıldığı bir çabanın ürünüdür”. Ona göre, insanlığın çeşitli dönem ve mekânlarındaki tüm gelişmelerden yararlanarak o noktaya gelmiştir ki; ondan üstün, ona rakip, ona karşı koyacak başka bir uygarlık yoktur.
Atatürk, yalnız maddî ve teknik unsurlarda değil, Türk toplumunun dünya görüşünde, bir bütün olarak modernleşmesinin gereğine inanmıştır. Bunun için daha önceleri geleneksel toplumun direnmesi nedeniyle modernleşmenin yalnız teknik ve usullerde gerçekleşebileceğini düşünenlerin başarısızlığına düşmemiştir. O’nun istediği Türk toplumumun düzenini, sosyal, kültürel ve hukuk yapısını batı uygarlığı tipine çevirmektedir.
Atatürk’ün başlattığı Türk inkılâbı batı kültür çevresi ile Türk kültür çevresinin uyumunu kendi özelliklerini koruyarak gerçekleştirme amacına yöneliktir. Bu özelliği ile farklı kültür çevrelerinin uyumunu sağlayan bir atılımın ilk örneğidir. Bu haliyle Türk toplumuna yeni bir zihniyet, yeni bir görüş ve yeni bir düşünce getirmiştir. Değişik bir ifadeyle söylemek gerekirse Atatürk, Türk Rönesansını başarmış, köhneyi atarak yerine mükemmeli getirmiştir. Ancak O, yalın bir batı hayranı değildir. Onun için batılılaşmak körü körüne bir taklidin, fantezi bir beğenişin sonucunda değildir. Gelişmelerin çok hızlı olduğu bir çağda Türk insanının da batılı insan gibi onurunu ve ulusal varlığını, başka egemenliklerin baskısı altına koymadan özgür bir düzen içinde gelişme olanaklarına kavuşabilmesidir.
Ünlü İngiliz Tarihçisi Arnold J. Toynbee, Atatürk’ün inkılâpçı yönünü ve başarısını takdirle, hiçbir ülkede rastlanmayacak şekilde kısa bir zamanda inkılâpçı bir programı uyguladığını, batı dünyasının geçirdiği gelişmeleri, rönesans, reform, aydınlanma çağı ile Fransız Devrimi ve sanayi devriminin hepsini Türk inkılâbının bir insan ömrü gibi kısa bir zamana sığdırdığını ifade eder.
E. Herriot’a göre “Türk inkılâbı bir ruh eseridir. Onu idare eden şahsiyet, asrî hayatın, siyasî ve sosyal meselelerin halli çaresini ancak ilimde bulabileceğine vakıftır, milletleri sevk ve idare eden insanların ahlâk yollarında ayrılmamalarının vahim bir ihtiyatsızlık olduğunu da bilmez değildir”.
“Atatürk millî ve askerî başarıyı Cumhuriyet’le mühürlemiştir. Halife olmak, padişah olmak kendisi için kolay bir şey olduğu halde bunlara iltifat etmemiştir”. O, gerçekçi bir davranışla yeni kurulan devletin ihtiyaçlarını öngörerek halkına huzur ve refahı sağlayacak bir politika uygulamıştır. Padişah olmak, halife olmak yeni devletin yapısı ile bağdaşamazdı, inkılâbın prensiplerine aykırı idi, medenî ve ileri bir toplum anlayışının karşısında idi. Halkın idaresine dayanarak cumhurbaşkanı olmak onun ideali idi. Başarılı inkılâp hamlesi, Atatürk’ün inkılâpçı yönünü belirttiği gibi Türk toplumunun gerçek ihtiyaçlarını görerek ona yönelmesi, üstün politika ve devlet adamı olarak da özelliğini ortaya koymaktadır.
Onun önderliğinde başarılan inkılâp, milletimizi kendi köklerinden koparmamış, Türk milleti için akla ve bilme dayalı evrensel bir medeniyet ile kaynaşma, zengin bir senteze ulaşma yollarını açmıştır .Atatürk’ün giriştiği inkılâp hareketleriyle, batı medeniyetine Türkiye’nin kapılarını açması, bir kısım Osmanlı aydınlarını sarmış olan “aşağılık kompleksi”nin sonucu değildir. Son dönem Osmanlı ricalinde görülen “aşağılık kompleksi”, Türk olmaktan gurur duyan büyük milliyetçi Atatürk’te asla yoktur
Siyaset Adamı Olarak Atatürk
“Büyük siyasetçi, bağımsız bir devlette halkın huzur ve refahı ile o devletin devletler arası güvenliğini sağlamak için tutulan yolu en başarılı şekilde yöneten devlet adamıdır”.Kararlılıkla geleceğe yönelmeyi, icraatının prensibi, eyleminin teorisi sayan Atatürk’te sahip olduğu siyaset bilinciyle yaşadığı dönemin politik kurallarını analiz edebilmiştir. Atatürk’ün bir siyasetçi olarak üstün başarısı, karşılaştığı en çetin ve zor problemler karşısında en doğru ve ülke için en isabetli olan yolu görebilmesi, imkânları değerlendirebilmesidir. Milleti kültürel değerleriyle donanmış, çağdaş niteliklere bürünmüş bir biçimde görmeyi mutluluk sayan Atatürk; dış politikalardaki tutumu ile de “büyük devlet adamı” için gerekli olan donanımlara sahip olduğunu göstermiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkarları söz konusu olduğunda hiçbir ödün onun için düşünülemez. O, bütünlükleri için aynı düşüncededir. O, bütün ülkeleri için aynı düşüncededir. Bunun için hiçbir ülkenin, bir diğerinin çıkarlarına göz dikmemesi gerektiğine inanır. Şu sözler O’na aittir: “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’nin sabit, müspet ve maddî bir siyaseti vardır. O da, Türkiye’nin belirli millî sınırları içinde, hayatını ve istikbalini sağlamaktadır”.
Mustafa Kemal’in çağında yaşayan dünya liderleri içinde, kendi memleketinin dış siyaseti için böyle bir sözü, yalnız Mustafa Kemal Atatürk söyleyebilmiştir. Çünkü, diğer liderlerin hemen hepsinin gözleri kendi sınırlarının dışındadır.
Atatürk, milletlerarasında birliğin, dayanışmanın daima hareketli savunucularından biri olmuştur. Millî Mücadele sonrasında intikam peşinde koşan bir revizyonist de değildir . Bu sebeple onun hiçbir milletle anlaşmazlığı olmamıştır. Ölümünden önce ve Misak-ı Millî sınırları içinde olan Hatay davasını bile, dostça ve hukukî anlaşma yolları ile sonuçlandırdı. Önce Hatay’ı istiklâline kavuşturmuş, sonra Hatay kendiliğinden anavatana katılmıştır. Atatürk, Milletler Cemiyeti’nin emperyalist devletlerin nüfuz ve hâkimiyeti altında bulunduğunu da hiçbir zaman gözden kaçırmamıştır. Ama bu cemiyetin dışında kalınamayacağı da şu sözleriyle dile getirmiştir: “Manda dağıtan Milletler Cemiyetinin dışında kalan milletler arasında bulunmaktansa Milletler Cemiyetine bir Komiser göndermeyi tercih ederim”.
Siyaset adamı olarak Atatürk, geleceğini ancak Avrupa topluluğu içinde güvence altında görüyordu. O, coğrafi ve kültürel bakımdan iki farklı dünyada yaşayan ülkesini, öz kimliğini tehlikeye atmadan, Avrupa’ya yakınlaştırmak ve farklılıklarla birlikte insanlara, birlikte mutlu bir geleceğe ulaşacakları yolu göstermek gibi güç bir görevin üstesinden gelmiştir .Atatürk son nefesine kadar insanlığa, milletlerin birbirlerine yaklaşmaları, aralarında anlaşmaları gerektiğine inanmıştır. Atatürk için millî düşmanlık yoktu. Türk vatanına saldırılmadıkça, onun için her millet muhteremdi. Bu sebeple “Yurtta sulh, cihanda sulh” Atatürk’ün en büyük düsturu olmuştur. Romanya Dışişleri Bakanı Titulesko’ya 17 Mart 1937’de Ankara’da söylediği bazı sözleri belirterek onun bu anlayışına açıklık getirmek isabetli olacaktır: “Dünyanın filân yerinde bir rahatsızlık varsa, bana ne dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla meşgul olmalıyız. Hâdise ne kadar uzak olursa olsun bu esastan şaşmamak lazımdır. Beşeriyetin hepsini bir vücut ve her milleti, bunun bir uzvu saymak lâzımdır. Bir vücudun parmağının ucundaki acıdan, bütün vücut müteessir olur… İnsan, mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar, bütün cihan milletlerinin, huzur ve refahını düşünmelidir. Kendi milletinin mutluluğuna ne kadar kıymet veriyorsa,bütün dünya milletlerinin saadetine hizmet etmeğe de o kadar çalışmalıdır”.
Atatürk’ün bu düşünceleri neticesinde 1934’de Balkan Antantı, 1937’de Sadabat Paktı gerçekleşmiştir. Atatürk, cumhuriyetin ilânından sonra Balkanlarla ilişki kurmayı daima düşündü. Bunun için de hatta Yunan düşmanlığını ortadan kaldırarak Yunanistan’la anlaşıp, bu suretle dünyaya milletlerarası dostluğun bir misalini vermek istemiştir. Bir siyaset adamı olarak Atatürk’ün dış politikadaki amaçları şu şekilde özetlenebilir: “Devletler topluluğunda şerefli, haysiyetli, namuslu bir mevki sahibi olmak ve mutlaka istiklâline riayet ettirmek. Devlet için istiklâl kelimesinin muadili hayattır. İstiklâli olmayan bir devlet gerçek manada bir devlet değildir”.
Bu doğru ve açık düşünce, kurulan yeni devletin de dış politikasına temel taşı olmuştur. Atatürk’ün siyaset alanındaki büyük dehası ile milletlerin özgürlük ve bağımsızlık mücadelelerine yaptığı tesir de dikkat çekicidir. Atatürk, milliyetçi olmakla birlikte emperyalizme de karşı idi. O milliyetçiliği nispetinde en mükemmel bir emperyalizm karşıtı idi.Dünya tarihinde, devlet adamı ve başkumandan olarak icraat ve mücadelelerini fikriyata istinat ettirenlerin sayıları sınırlıdır. Zira sosyal ilimlere dayanarak analiz yapmak ve senteze varmak demek olan fikriyat, hem bilgi ve kültür, hem de istidat ister . Bir devlet ve siyaset adamı, başkumandan ve fikir adamı olarak temayüz eden Atatürk bu özelliklere sahip olarak: “…sözleri ve yaptıkları daha iyi bir cihan istikbaline doğru göz kamaştırıcı bir meşale gibi parlamaktadır. Öyle bir istikbale doğru ki biz onun ufuklarını bile görmeğe muktedir değiliz”.
Atatürk’ün 1937 yılında söylediği: “Türkiye bu dersi, dünya tarihi sayfalarına geçmiş sayısız trajediden almıştır” derken, Türk milleti’nin ödediği bedeli hatırlatmakta, “Türkiye’nin artık düşmanı yok. Olacak olursa bunun bir insanlık düşmanı olması gerekir” derken ise kendisi ve milleti adına ulaştığı noktayı işaret etmektedir.
Türkatası, soylu bir kişi, bir asilzâde değildi ama asil bir milletin evladı idi. Türk milletinin onu sevmesinin temel sebebi ise onun kişiliğinde kendini yeniden tanımasında, meziyetlerini ve karakterini onun bünyesinde görmesinden kaynaklanmaktaydı.Bugün gelinen noktada onun hakkında özellikle batılı yazarlar tarafından geçmişte yapılan eleştirilerin haksızlığı ve isabetsizliği ortaya çıkmıştır. O, sahip olduğu insani değerleriyle bütün dünyada kabul gören ve örnek alınan bir liderdir. O halde Atatürk’ü farklı bir dönemde yaşamış liderlerle kıyaslamadan, manasız benzetmeler yapmadan ve yanlış istikametlere çekmeden yaşadığı vetirede hak ettiği yere koymak suretiyle “tarih ilmi” mutlak hakem olarak tayin edilmelidir.
Prof. Dr. E. Semih YALÇIN – Gazi Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü