Atatürk ve Doğu Türkistan -Abdulhamit Avşar
Sovyetler Birliği dağılıncaya kadar Türkiye’nin dış politikası, -özellikle kendi soydaşlarına bakan yönüyle-, tanımamazlık, görmemezlikten gelme ilkesi üzerine kurulmuştu denilebilir. Bunun temel gerekçesi olarak da, Atatürk’ün “yurtta sulh, cihanda sulh” sözü gösteriliyordu. Ancak Atatürk, dönemin şartlarında bu sözü söylerken, dış Türkler, bu bağlamda örneğin Doğu Türkistan hakkında neler düşünüyordu? 1930’lu yıllarda Doğu Türkistan’da yaşanan gelişmeler karşısında nasıl bir tutum takınmıştı? Bu makalemizde, bu sorulara somut olay ve belgeler ışığında kısa cevaplar vermeye çalışacağız.
İlk göz atacağımız, Afet İnan’ın “Atatürk’ün yazdırdığı tarih soruları” dediği belgeler olacak. “Atatürk Hakkındaki Hatıralar ve Belgeler” adlı kitapta yer alan ve orta öğretim ders kitaplarının içeriklerinin nasıl olması gerektiğinin çerçevesini çizen soru listesinde “Çin Türkeli denilen yerler nerelerdir?” sorusu da yer alıyordu. Dolayısıyla bu soruya verilecek cevap çerçevesinde genç nesillere Doğu Türkistan’ın tanıtılması ve Türklerin anayurdu olarak bilinmesi sağlanmış oluyordu.
Atatürk’ün Doğu Türkistan’a ilgisini, özellikle, 1931’de başlayıp 12 Kasım 1933’te “Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti (DTİC)” adında bir devlet kurulmasıyla sonuçlanan bağımsızlık mücadelesi sırasında daha somut olarak görüyoruz.
Bu dönemde, bir yandan Anadolu Ajansı ve hükümetin resmi yayın organı olan gazetelerde, Doğu Türkistan’da yaşanan gelişmeler sürekli olarak kamuoyuna duyuruluyor,[1] bir yandan da diplomatik anlamda, bağımsızlık mücadelesine destek veriliyordu. Nitekim dönemin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü (Aras), konuyla ilgili kendisine yöneltilen bir soruya, Türkiye’nin, “kendi dilini konuşan bir diyar”da yaşanan gelişmelerden memnuniyet duyacağının doğal olduğu şeklinde cevap veriyordu.
Aynı şekilde, 1933’te, Afganistan’daki Alman Büyükelçisinin ülkesine gönderdiği bir raporda da, “… Türk Hükümeti, Şarki Türkistan Türkleri’nin hareketlerine yakınlık duymakta ve Sovyet Hükümeti’nin hoşuna gitmeyecek bazı şeyleri de el altından yapmaya çalışmaktadır” deniliyordu.
Şüphesiz bu gelişmeler Atatürk’ün bilgisi dışında gerçekleşemezdi. Nitekim 12 Kasım’da bağımsızlık ilan edildikten hemen sonra bu haberin ilk duyurulduğu ülkenin Türkiye olması ve yeni devletin bayrağının, rengi dışında, tüm nitelikleriyle al bayrağa benzemesi tesadüf değildir. Aynı şekilde, DTİC’nin kurulma sürecinde Türkiye’den giden kimi şahısların önemli işlevler üstlendiği de bilinmektedir.
Yine, Memduh Şevket Esendal gibi, Türk lehçelerine vakıf ve Doğu Türkistan meselesini yakından bilen bir insan, Doğu Türkistan’ın sınır komşusu Afganistan’a büyükelçi olarak gönderilmiştir. Esendal göreve başladıktan sonra ilk icraatlarından biri olarak, Doğu Türkistan’la ilgili bilgi toplamaya başlamış, oraya gidip gelenler aracılığıyla bir istihbarat ağı oluşturmuş ve Afganistan’a çıkan Uygurlarla da yakın bir irtibat içinde olmuştur.
Bunların yanı sıra, Esendal’ın görevi sırasında, Atatürk’ün talimatıyla bir grup Doğu Türkistanlı eğitim için Türkiye’ye getirilmiş ve harp okullarına yerleştirilmiştir. Türk ordusunun çeşitli kademelerinde generallik rütbesine kadar görev yapan, ardından Doğu Türkistan Vakfı’nı kurarak çok sayıda Uygur gencinin yetişmesini sağlayan rahmetli Mehmet Rıza Bekin bunlardan biridir.
Dönemin arşivleri ve basını incelendiğinde bunlar gibi birçok bilgi, belge bulmak mümkündür. Bu bağlamda sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Mustafa Kemal Atatürk, Doğu Türkistan’dan haberdardı, oradaki gelişmeleri yakında takip ediyor, gerekli desteği açık ya da gizli olarak vermeye çalışıyordu. Ve Doğu Türkistan’ın geleceği için yetişmiş insana olan ihtiyacı da çok iyi görmüş, bunun için gerekli adımları da atmıştı.