“Sizi ben bile kurtaramam” – Altemur KILIÇ
27 Mayıs’tan önce muhalefet partisi CHP Genel Başkanı İsmet Paşa (İnönü) “Şartların oluştuğunu” söylemiş ve zamanın iktidarını “Artık sizi ben bile kurtaramam” diye uyarmıştı… İktidarın medyayı susturmak maksadıyla kurmayı tasarladığı Tahkikat Komisyonu’nun görüldüğü celsede ben de oradaydım… Ve itiraf edeyim bu sözlere kızmıştım… Gerçi Tahkikat Komisyonu’nun kurulmasına karşıydım, ama Paşa’nın bu sözlerini aşırı bulmuştum..
Başbakan Adnan Menderes toplantıda İsmet Paşa’nın eleştirilerine karşı “İstiklal Mahkemeleri’ni siz kurmadınız mı? Basını susturmak için Takriri Sükun Kanunu’nu siz çıkarmadınız mı?” deyince Paşa cevap vermişti: “Evet doğru, ama oradan buraya geldik, siz o eski şartlara dönmek istiyorsunuz.” Ve sonra da eklemişti: “Şartlar tamamlandığında halklar için ihtilal meşru bir haktır. O zaman sizi ben bile kurtaramam…”
Sonrası malum… Sonunda da Menderes ve arkadaşları yargılanıp idama mahkum edildiler ve asıldılar…
Tabii olay bu kadar basit değil. Bu sonuca giden yolların ayrıntıları var…
Dedim ya ben bu sırada oradaydım ve olayların canlı tanığıyım… 1959 Ağustos’unda büyük heves ve heyecanla başladığım Basın Yayın ve Turizm Genel Müdürü ve Türkiye Radyolarından sorumlu olarak, yaklaşan fırtınanın tam gözüne düşmüştüm.. Bu benim Yassıada’da dokuz ayıma mal oldu!
Özetlemek gerekirse 27 Mayıs; bugünkü musibetlerin de anasıydı.. Basının, DP’ye ve kendisine karşı cephe alması ve zaman zaman asılsız haberler, haksız iddialarda bulunması, ülkeyi kalkındırmak için çalıştığına inanan Menderes’i üzüyor, kızdırıyor ve sert tepkilerine yol açıyordu. Medyayı araştırmak için bir Tahkikat Komisyonu kurulması, bu tepkilerin son halkası ve şartların tamam olmasıydı! Diğer taraftan gazeteciler mahkemelere veriliyor, Hilton adı verilen Ankara Cezaevinde hapsediliyordu.
Tahkikat Encümeni yasasının kabul edildiği celsede, İsmet Paşa’nın “Artık sizi ben bile kurtaramam” dediğini dinlediğim zaman ürpermiştim. Acaba bir bildiği mi vardı yoksa olacakları sezmiş mi idi? Ama neticede, kurtaramadı ve kendimizi Yassıada’da bulduk.
27 Mayıs’tan önceki aylarda ve günlerde ülke freni ve lastiği patlamış otobüs gibi uçurma sürükleniyordu… Birkaç arkadaş bunun farkındaydık ama adeta cezbeye tutulmuştuk. Uyarılarımız para etmedi ve otobüs uçurumdan aşağıya yuvarlandı… Ve otobüste ben de vardım… Bazıları öldü, bazılarımız da hafif yaralarla kurtuldu.
Ama ülkenin aldığı yaralar hâlâ işliyor, kanıyor ve kanatılıyor!
Tarihten ders alıyorlar mı? Almak istiyorlar mı?
Tarihten bir kesit
Kurtuluş savaşında Mustafa Kemal’in emir subayı, O’nunla birlikte Samsun’a çıkanlardan Muzaffer (Kılıç), tam Kan Abaza idi. Babamla kardeş çocuğu, yanında büyüdüğüm, bana Türk milliyetçiliğini aşılayan “amcam”dı… Mustafa Kemal’i canıyla korumuş, dik kafalı, sözünü esirgemeyen bir adamdı. Mustafa Kemal ona “Deli Çerkez” dermiş.
Geçen gün internette bilmediğim bir anısını okudum. Kendisi anlatmış: “Ankara’da Samanpazarı yoluyla Ulus’a geçiyorduk. O zamanlar Samanpazarı’nda bulunan üç beş dükkândan birisi Ali Efendi isimli bir kitapçıya aitti. Kitapçı dükkânının kepenklerinde, nefis bir halı asılmış duruyordu… Bu çok nefis halı Mustafa Kemal’in dikkatini çekti. Hemen arabayı durdurup indik. Kitapçı, Ata’yı görünce “Buyrun Paşam!” diyerek heyecanla bir emri olup olmadığını sordu. Paşa da bu halıyı çok güzel bulduklarını söyledi… Ali Efendi, “Paşam, bu halı bir müşterimin. Paraya ihtiyacı olmuş, satılması için bana bıraktılar” dedi.
Paşa bu halının çok kıymetli olduğunu, bunu halı sahibinin nereden almış olabileceğini öğrenmek istediler. Kitapçı ezile büzüle, “Paşam, emanet koyan isminin söylenmemesini özellikle rica ettiler, müsaade ederseniz ismini söylemeyeyim” dedi… Paşa daha da çok merak edip: “Çocuk, belki halıyı almak isteyeceğiz. Kimin ve kaça olduğunu öğrenmek isteriz” dediler. Kitapçı: “Paşam 40 lira istemişlerdi” deyip yine halı sahibinin ismini vermedi. Fakat Paşa ısrar edince kitapçı istemeyerek ve sıkılarak “Abdülhalim Çelebi Hazretleri’nin, Paşam” dedi… Abdülhalim Efendi, Mevlânâ sülalesinden gelmiş, Konya milletvekili olarak Mecliste görev yapıyordu. Kapısı herkese daima açık, cömert, gayet güzel konuşan, Mevlevi kalpağı ile gezen, akıllı, sevimli, hoş sohbet, özü-sözü doğru bir kişiydi… Atatürk, bu cevabı alınca çok duygulandı ve bana dönerek dükkana 40 lira bırakmamı emretti. Hemen parayı bıraktım, halıyı aldım…
Atatürk “Abdülhalim Efendi, halısını satacak kadar parasız kalıyor; ama kapısını kimseye kapamıyor” diyerek üzülmüştü. Kitapçıya: “Halıyı biz alıyoruz. Fakat halıyı Abdülhalim Efendi’nin evine yollayınız, biz oradan aldırırız. Akşam üzeri de kendilerine bir kahve içmek için geleceğimizi söyleyiniz” dediler.
Aynı akşam Abdülhalim Efendi’nin evine gittik. Eve girdiğimizde baktım halı, kapı arkasında paketli olarak duruyordu… Abdülhalim Efendi: “Paşam halıyı almışsınız. Fakat halı evime geri geldi. Müsaade ederseniz, arabanıza koyduralım” dedi. Atatürk de: “Abdülhalim Efendi, halı yine bizim olsun. Biz arada sırada sana kahve içmeye geldikçe onun üzerinde kahvemizi içeriz” diyerek halıyı açtırdılar ve odaya serdirdiler.
Kahveler içildi ve sohbet edildi. Giderken Abdülhalim Efendi yine bizi kapıya kadar uğurlayarak: “Paşam” dedi, “Eğer müsaadeniz olursa halıyı…” derken Atatürk sözünü keserek mütebessim: “Abdülhalim Efendi, onu sana emaneten bırakıyoruz. Her gelmemizde onu burada görmek ve üzerinde oturmak isteriz” diyerek veda edip ayrıldılar…
Tarihten Mustafa Kemal’den duygusallığından alicenaplığından bir kesit!