İran’da Türklük bilincine dayalı millî hareketin yeniden doğuşu
Rahim Cavadbeyli
Küresel aktörlerin mücadele sahası olarak önemini bugün de koruyan İran coğrafyası, demografik yapısı gereği Türk Dünyası için de anahtar pozisyondadır. İran Türklüğü üzerinde uygulanan stratejilerde “Azeri” kimliği enstrüman olarak kullanılmaktadır.
Türklük bilincine dayalı faaliyetlerin “millî hareket” olarak topluma mal edilmesi, temel itibarıyla 1979 yılında gerçekleşen İslami Devrim’den sonra bazı Türk aydınlarının bireysel çalışmaları sonucunda mümkün olmuştur. Bu millî hareketin çok da ön plana çıkmayan ve görülmeyen asıl fikrî temelleri, Osmanlı ve Kaçar Türk İmparatorluklarının son dönemlerinde gayrimüslim müttefik kuvvetlerine karşı Türk-İslam birliğini düşünen Sultan İkinci Abdülhamit ile Kaçar Şahları, Nasireddin ve Müzefereddin Şah ile başlayan ülküye dayanır.[1]
İran’da imzalanan 1907 “İran’ı Taksim Antlaşması”, 1919 “İran’ı Himaye Antlaşması”, 1921 “İran-Sovyet Dostluk ve İş Birliği Antlaşması” sonucunda yaşanan elim olaylar ve ülke nüfusunun yaklaşık üçte birinin yok olması, Kaçar Türk Devleti’nin 1925 tarihinde çökmesi ve İngiltere-Rusya eksenli Türk karşıtı Fars etnisitesine dayalı Pehlevi sisteminin kurulmasıyla her şey Türk milletinin aleyhine cereyan etmiştir.[2]
Diğer taraftan ise Osmanlı İmparatorluğu 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi, 10 Ağustos 1920 Sevr Antlaşması, 11 Ekim 1922 Mudanya Ateşkes Antlaşması ve nihayet 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması’yla çökmüş ve büyük Atatürk’ün önderliğinde unutulmaz kahramanlıklarla yürütülen Millî Mücadele sonucunda Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti, devlet siyasetini Türklüğe dayalı kursa da Atatürk’ten sonra farklı bir siyaset izlemiştir. Bu da düşünülen Türklüğü olumsuz etkilemiştir. Ama buna rağmen Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı Türk milletinin varoluşuna hayat vermiş ve sürekliliğini sağlamıştır. Sovyet Rusya’sının 1991 yılında parçalanması ve yeni yeni Türk Cumhuriyetlerinin doğması, Türklük cereyanlarının artmasına katkıda bulunsa da hâlâ Türklüğü savunan tek ülke Türkiye Cumhuriyeti’dir. Onun varlığı, İran Türklüğü için hayati önem arz etmektedir.
İran Türklüğü, yaklaşık 55 yıl içinde (1925-1979) gerçekten yok edilmeye çalışılmıştır. Bu 55 yıl içinde Türklüğü savunan sayılı çalışkan, faal aydın ve yeterince aktif olamayan siyasi şahsiyetimiz dışında dikkate değer bir harekete rastlamıyoruz. 1945-1946 yıllarında on binlerce şehit pahasına kurulan Azerbaycan Millî Hükûmeti konusunu ayrıca ele almamız gerekmektedir.
Evet, nasıl oldu bu Türklüğe dayanan kimlik davası devrim sonrası kendini göstermeyi başardı? 55 yıl boyunca Türk denmesi bile yasaklanmış bir ülkede Türk’ün yeniden kendini hissettirmesini sağlayan koşulların tartışmaya açılması, öğrenilmesi istenilen açıdan oldukça önemlidir.
Burada bu konumuz olmasa da kısaca değinip geçeceğiz. Türkiye’nin aksine İran’da Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türk kimliğine karşı iki eksenli (Rusya-İngiltere) Pers sistemi kurulmuştur. Bu ikilem; İran’ın bütün ekonomik, kültürel ve siyasal alanlarını da kapsamıştır. İran’da kurulan Türk karşıtı Pers sistemine karşı en güçlü alternatif kuvvetler, milliyetçe Türklerden oluşuyordu. Türkler, hem ülkenin oranca çoğunluğunu oluşturuyor hem de ekonomik ve siyasal alanda etkin rol oynuyorlardı. İran çapında faaliyet gösteren bütün örgütler, hatta bazı Türk karşıtı Panfarsist örgütler bile Türkler tarafından kurulmuştur, desek asla abartmış olmayız.[3]
Ruslarla İngilizlerin İran üzerinde asla sorun yaşamadıkları ve ortak siyaset yürüttükleri nadir konulardan biri, İran’da ve Güney Kafkasya’da Türk egemenliğine son vermek olmuştur. Bunun için de İran’da Türklerin etkisizleştirilmesi, Türk kimliğinin ortadan kaldırılması amacıyla asrın başlarında İngiliz ve Türk karşıtı kesimler tarafından üretilen Azerilik kuramı ön plana alınmıştır. Buna karşı Sovyetler de kendi Azerilik kuramını üretmiştir. Ruslar, Güney Kafkasya’da Türklüğü ortadan kaldırmak için bu Azerilik kuramını öne çıkarmışlardır. İran’da kurmuş oldukları Türk karşıtı Pers sistemini ayakta tutmak ve Türk kimliğini ortadan kaldırmak için İngilizler de bu Azerilik kuramını kullanmışlardır. Zamanla bu iki eksenli sistemin İran’da karşı karşıya gelmesi sonucunda ülkede solcu ve sağcı kesimler meydana çıkmıştır. Çoğunlukla Rusya eksenli siyaseti temsil eden solcuları tanımlamak üzere “Azeri solcular”, Batı yanlısı sağcıları ifade etmek içinse “sağcı Azeriler” deyimi ortaya çıkmıştır. Nitekim İran’da Türklük arka plana alınmış ve ortadan kaldırılmak istenmiştir. Bu Türk karşıtı siyaset o kadar etkin olmuş ki, Türklüğü temsil eden Türkiye bile İngiltere’nin bu Türk karşıtı tarih tezini kabullenerek, İran Türklüğüne karşı Azerilik kuramını kendi eğitim sistemine almıştır. Bu Azerilik kuramı o kadar etkilidir ki bugün, Türkiye’nin en etkin gazetelerinden olan Hürriyet; İran Türklüğünün sevdiği ve millî duygularını temsil eden Traktör Fabrikasına ait “Traktör” takımının desteklenmesi konusunda yayımladığı makalede, “İran Azerileri Fars olmak istemiyorlar, bizim gibi Türk olmak istiyorlar!” tarzında anormal bir manşet atmıştır. Ama anlıyoruz ki o makaleyi yazan hocamız, bizi desteklemek istemiştir. Fakat bu sinsi oyunun farkında değildir. Bu değerli hocamız bilmiyor ki ben Türk olmak istemiyorum, ben zaten Türk’üm. En azından onun kadar Türk’üm. Farabiler, Biruniler, İbn Sinalar, Yeseviler, Yunuslar ve onlar bu gibi yüzlerce şahsiyetlerin doğduğu yurdun Türk’üyüm.[4]
1979 Devrimi’nden sonra ikilem arasındaki çatlaktan yararlanan Türklük, millî hareket olarak doğdu
“Dünden Bu Güne Gerçek İran” başlıklı araştırmamızda bu ikilemi enine boyuna ele aldığımız için burada sadece Türklük hareketine değineceğiz. 1979 yılındaki İran İslam Devrimi, aslında Rusya ile İngiltere başta olmakla ABD karşıtı güçlerin, ülkeyi ABD’ye kaptırdıklarını düşünerek yapmış oldukları girişimlerin gölgesinde gerçekleşmiştir. Gerçekten de İran’ı kendi aralarında nüfuz bölgesine bölen İngiltere-Rusya kuvvetlerine karşı ABD, 1950’lerden itibaren kendi ağırlığını koymuş ve ülkede esas söz sahibi duruma gelmiştir. Tabii bu da ne Sovyetler ne İngiltere ve ne de Fransa gibi aracı konumundaki taraflarca hoş karşılanmamıştır. Sonuçta ise 1979 yılındaki İran İslam Devrimi ile ABD’nin ülkeden ve hatta bölgeden sökülüp atılması istenmiştir.
İran İslam Devrimi’nin dinî önderi Ayetullah Humeyni ve kendisi üzerinde büyük etkiye sahip yakın ekibinin en büyük başarısı, iki güçlü rakibi, İngiltere ve Sovyetler Birliği’ni, kurmakta oldukları kendi sistemleri içinde birleştirmeleri ve diğer alternatif güçlere ihtiyaç kalmadığına onları ikna etmeleri olmuştur. İster Sovyetler ister İngiltere olsun, her iki taraf kendi çıkarlarının kurulacak İran İslam Cumhuriyeti sisteminde korunacağına inanarak yan unsurların güçlerini geçici de olsa savunmasız bırakmayı uygun görmüşlerdir. Bu da Ayetullah Humeyni’nin gücüne güç katarak kendi sistemini kurmasına ve büyük yol kat etmesine olanak sağlamıştır. Ayetullah Humeyni; Sovyetlere bağlı solcuları ve İngiltere’ye bağlı sağcıları, onların yeşil ışık yakmasıyla kendi saflarına almış, İslam devrimcileriyle beraber yürümek istemeyenleriyse ülkeyi terk etmeye itmiştir. Direniş gösterenlerse ABD yanlılarıyla beraber, onların iş birlikçileri gibi nitelendirilmiş ve ortadan kaldırılmıştır. Nitekim İran İslam Cumhuriyeti görünüş itibarıyla bir bütün sistem olmasına rağmen, iki eksenli bir sistem olarak doğmuştur.
1979 Devrimi sonrası ABD yanlısı olmakla suçlanan ve acımasız müdahale ile bastırılan en büyük halk hareketi, yine 1925 tarihinde kendi egemenliğini kaybeden Türkler oldu. Türklerin; Ayetullah Şeriatmedari’nin önderliğinde kurmuş oldukları “Müslüman Halk Partisi” çatısı altında 60 yıllık Türk düşmanlığına son verilmesi, tamamen demokratik değerleri kapsayan, çağdaş, hukuki düzenin kurulması amacıyla başlatmış oldukları sivil mücadele, Azerbaycan başta olmak üzere Kaşkaylar ve Horasan Türklerinin ABD iş birlikçisi olmak ve ayrımcılıkla suçlanmasına yol açtı. Bu hareket, Ayetullah Humeyni tarafından ağır bir biçimde bastırıldı.
İran Türklüğünü temsilen meydanda bulunan “Müslüman Halk Partisi” içinde farklı fikrî gruplar bulunmasına rağmen, sonuç itibarıyla bu hareket bir Türk halk hareketiydi. Bu partide, Sovyetler Birliği’nin dünya komünizmine ihanet ettiğini düşünen bağımsız Türk komünistler bulunuyordu. Sovyetlerin gericilerle beraber yürüdüğünü ve Azerbaycan solcularına ihanet ettiğini düşünen bağımsız sol Türk milliyetçileri vardı. Sol ve sağ ayrımının yapılmasının Türklük için ne kadar zararlı olduğunu anlayan, Türk egemenliğinin ülkede 1925 tarihinde kaybedildiğine inanan ve Türklüğün yeniden bilinçli bir şekilde doğmasını isteyen az sayıda Türk milliyetçisi aydın da bulunmaktaydı. Ama bunların sayıları gerçekten çok azdı. Büyük çoğunlukla da İslami değerleri ön planda tutan kesimler bulunmaktaydı.
Bunlar, İran’da Pehlevi sisteminin çökmesinde en etkin rol oynamışlardı; o bakımdan Devrim’in asıl sahipleriydi. Bu hareket, Pehlevi rejimine en yıkıcı darbeyi, 18 Şubat 1979 tarihli isyanla Tebriz’de indirmişti.
55 yıl boyunca Türklüğünden uzaklaştırılmış olan Türk toplumu, millî bilincini kaybetmek üzereydi. Türkçülük değil, sadece Türklük vardı; o da sadece duygularla var olabilirdi. Türklük bilinçli bir biçimde ele alınmamıştı. Onu ele alacak kesim de yok denilecek kadar azdı. Toplumun Türkçülüğü, milliyetçiliği sadece duygularda kendini gösteriyordu. Türklük bilinci, duyguların ötesine geçmekte zorlanıyordu. Bu hareketin, Türk milletinin asıl hedeflerini net bir biçimde belirleyerek ön plana almamasının arkasında da üst düzey makamların Türklük düşüncesinden ve kimliğinden yoksun olmaları ve esasen bağımlı olmaları yatıyordu. İran İslam Devrimi’nden sonra İran Türklüğü için, öncelik Velayetifakih (siyasal otoritenin din adamlarının elinde olması) yönetim biçimine karşı durmak değildi. Türk milleti için en hayati önem taşıyan ve olmazsa olmaz talep, kendi kimliğini yok etme siyasetinin tamamen ortadan kaldırılmasının yasal güvenceye alınması; Türk dilinin Fars dili ile beraber resmî, hukuki devlet dili olması ve ulusal özerkliğinin tanınması olmuştur. Ama bu hareketin içindeki etkin şahsiyetlerin çoğunluğunun öncelik tanıdıkları amaç, Türk milletinin uzun vadeli çıkarları doğrultusunda yürümek değil, daha çok güç dengesini esas alan mücadele olmuştur.
Ayetullah Şeriatmedari’nin önderliğinde kurulmuş olan “Müslüman Halk Partisi” bir kere çok sesliliğin hâkim olmasından dolayı yürüyemeyecek bir konumdaydı. Müslüman-Türk halkının yok edilmek istenen Türk kimliğinin korunması ve yasal güvenceye alınması öncelikli hedef olması gerekirken üst düzey yetkililer, Sovyetler Birliği-İngiltere eksenli kurulmakta olan sisteme karşı direnmeyi ön plana almışlardır. Ülkede İran Cumhuriyeti, İran Sosyalist Cumhuriyeti veya İran İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşu davasına sürüklenmiştir. Tabii bunun da bedelini yine mağdur Türkler canlarıyla ödemiş oldular.
Bu davada, Türklük için önemli olan ve milletimizin asıl hedef ve uzun vadeli çıkarlarını ön planda tutan iki kesim mevcut olmuştur. Bunlardan biri, Sovyetlerin işçi kesimi üzerinden yürüyen bir Rus İmparatorluğu olduğuna, Türk milletine düşmanlık ettiğine vurgu yapan ve bağımsız Türk milliyetçiliği fikrini savunan solcu Türk milliyetçiler olmuştur. Bu kesim halktan kopuk değildi. Halka yakındı. Halkla beraber yürümeyi başarıyordu. Eylem ve teori tarafları güçlüydü. Bu kesimin önderliğini; hayatını Türk milletine adamış büyük dava ve bilim adamı olan, dahi Türkolog, tarihçi ve siyaset adamı rahmetli Prof. Dr. Muhammed Tagi Kirişçi yapmıştır. Bu büyük şahsiyet, aynı zamanda günümüz millî hareketin vazgeçilmez akıl hocası olmuştur. İkincisi ise Türkçü tefekkürün kültürel zeminde ana hattını savunan sağcı kesim olmuştur. Bu kesimin manevi önderliğini dünyaca tanınmış cerrah ve ünlü Türkolog rahmetli Prof. Dr. Cavad Heyet yapmıştır. Ayrıca vurgulamam gerekiyor ki merhum Ali Tebrizli’nin, İran İletişim Bilimlerinin kurucusu merhum Notgi’nin, Şair Bulut Karaçurlu’nun, ünlü yazar Ali Kemali’nin ve diğer bazı değerli millî şahsiyetlerimizin bu harekette müstesna rolü olmuştur. Bu sonuncu kesim, Ayetullah Şeriatmedari ve Ayetullah Humeyni kavgasında çoğunlukla kenarda durmayı tercih etmişlerdir. Bizim bugün sahip olduğumuz millî hareketin fikrî temelleri ağırlıklı olarak bu iki kesimden kaynaklanmıştır. O dönemde ağırlıklı olarak İslami değerleri ön planda tutan, direk siyasal konulara girişmeyen, ancak Türklüğü unutmayan diğer bir kısım da olmuştu ki, onların sonraki faaliyetleri oldukça etkili olmuştur.
Ayetullah Humeyni görünüş itibarıyla bir bütün olan, aslında ise iki eksenli bir bütün olan sistemini kurdu. İran İslam Cumhuriyeti kendi sistemini kurar kurmaz 1980’de Irak-İran Savaşı patlak verdi. Bu savaş; ülkenin ekonomik, askerî ve altyapı oluşumuna büyük zararlar verse de sistemin kendisini pekiştirmesine, taban üzerine güçlü altyapı oluşturmasına, muhalefeti ortadan kaldırmasına imkân sağladı.
Devrim sonrası Tebriz’de Bağımsız Azerbaycan Demokrat Partisi’ni kuran Prof. Dr. M.T. Kirişçi, Türk milletinin hak ve hukukunun yasal güvenceye alınmasını parti programı olarak sunduğu ve sistemin bazı hassas damarlarına bastığı için Pantürkist damgasıyla yargılanıp hapse atılmıştır. Yani sistem tüm muhalefeti var gücüyle bastırmıştır. Bu süreç, 1988 yılına kadar devam etmiştir.
Devrim sonrası ve savaş döneminde hapsedilen Türk kimliğine bağlı sayılı şahsiyetlerimizin hapisten zamanla tahliye olmaları, eski solcuların büyük çoğunlukla Türk milliyetçiliğine alt niyetli ve bazen de gönüllü biçimde geçiş yapmaları, İran Türklüğünün yeniden kültürel zeminde daha güçlü biçimde gündeme gelmesini sağladı. Tabii burada eski solcuların bazen Azerilik üzerinden yürümeleri ayrıca bir büyük sorun kaynağı olarak karşımıza çıkmaktadır. Konumuz olmadığından bu meselenin üzerine gitmiyoruz. Hapisten tahliye olduktan sonra farklı etkinlikler ortaya koyan en büyük ve etkin şahsiyetimiz ünlü Tarihçi ve Türkolog Prof. Dr. Muhammed Tagi Kirişçi’nin, millî hareketimizin hem eylemsel yönünün hem de ilmî ve teorik tarafının güç kazanmasında eşsiz emeği olmuştur.
Bu faaliyetler kültürel zeminde 1989 yılından itibaren Tebriz ve Tahran’da yeniden aktif biçimde gündeme gelmiştir. Tahran’daki faaliyetler esas itibarıyla Dr. C. Heyet’in manevi önderliğinde Varlık dergisiyle kültürel zeminde yazar-çizer kesimle devam ettirilmiştir. Tebriz kesimi ise Dr. Kirişçi’nin önderliğinde bunu Türklük bilincine dayalı bir siyasi cereyan olarak ele almaya başlamıştır. Kirişçi, bunun içinde hem eylemlerle hem de yazıp yayımlamakta olduğu eserlerle bu millî hareketin ilmî ve teorik yönünü oluşturmaya çalışmıştır.
C. Heyet ve çevresi; İran Türklüğünün dili, İslam sonrası tarihi, edebiyatı, gelenek ve görenekleri üzerine oldukça değerli çalışmalarıyla dar kısımda millî bilincin gelişmesini sağlıyordu. Kirişçi ise girişimleriyle halkın içinde olarak insanları Settar Han, Hiyabani, Bağban Eloğlu ve bu gibi kahramansı, hamasi şiirsel eserleriyle heyecana getiriyordu. Diğer taraftan dilci ve tarihçi olarak İran ve Azerbaycan Türklüğünün yerel Türkçesinin dil bilgisine yönelik “Azerbaycan Türkçesinin Morfolojisi”, “Türkçenin Leksikolojisi”, “Türkçenin Sentaksisi”, “Ana Dili Bilgisi” gibi değerli ilmî eserleriyle Türk millî bilincini topluma aşılıyordu. Kirişçi’nin en değerli eseri ve İran’da bir ilk olan “İran Türklerinin Eski Tarihi” adlı 1.600 sayfalık hacimli iki ciltli tarih eseridir. Bu eserle İran’da Türk varlığının 10 bin yıl önceye dayanması bilimsel verilerle ispat edilmeye çalışılmıştır ve aksine Fars dillilerin Hindistan üzerinden son 2.700 yılda bölgemize ilkel bir kavim olarak geldiklerini ispat ediyordu. Bu eserlerin yayımlanması, kendi millî kimliğinden yoksun bırakılmış İran Türklüğü için bir devrim niteliğindeydi.
Kirişçi, Tebriz’de yeni eylemlerine ve toplumsal faaliyetlerine 1989 yılında başlamıştır. Benim de içinde yer aldığım faaliyet metotlarından birini gençlik için bir örnek olur diye, burada vermeyi uygun buluyorum. Biz ilk faaliyetimizi 1993 yılında ilk kez olarak “Gelin tabiatı temizleyelim – Gelin doğayı temiz tutalım” şeklindeki Türkçe sloganlarla tatil günü olan cumaları halkın dinlenmek için geldiği Aynalı Dağı’na yürüyerek başlattık. Bu yürüyüşlerde Türkçe sloganlar atarak doğaya atılmış çöpleri toplardık. Toplanan çöplerle yakılmış ocak etrafında halkın bir araya gelmesini sağlardık. Burada Türk tarihi, edebiyatı ve gelenek-görenekleri hakkında bilgiler verilir, oyunlar oynanır, Türkçe müzik icra edilir ve bildiriler dağıtılırdı. Bu faaliyetler, sonraları Tebriz’in Şirince ve Yam gibi diğer dinlenme ve gezi bölgelerinde sürdürülmüştür. Kirişçi’nin isteği üzerine ilk kez millî ve siyasi olarak uyguladığımız yürüyüş, 1997 yılına tesadüf eder. 1997 yılı Temmuz ayında ilk kez Babek Kalesi’ne 35-40 kişilik bir grupla yürüdük. Bu başlattığımız yürüyüşün katılımcı sayısı 2001 ve 2002 yıllarında bir milyonu bulmaktaydı. Bu faaliyetlerimizle beraber gayriresmî biçimde evlerde kurmuş olduğumuz Türkçe eğitim kursları ağırlıktaydı. Aynı zamanda bazen Karabağ’ın işgaline karşı düzenlediğimiz protesto yürüyüşleri ve diğer buna benzer eylemlerimiz de oluyordu. 1993-2003 yılları arasındaki faaliyetlerimizle ilgili hatıralarım yazılıdır. Burada onlara değinmek istemiyorum.
Kirişçi’nin millî hareketle ilgili bazı önemli sözlerini burada vermeyi uygun buluyorum:
“Millî hareketin zaferi Türklük üzerinden milletleşmek yoluyla mümkündür.” “Bizim milletimiz Türklük bilincini yükseltmeli, kendi kimliğini bilinçli olarak algılamalı ve benimsemelidir.” “Bizim, milletleşmeden zafer kazanmamız mümkün değildir.” “Her şeyden önce Türklük üzerinden milletleşmeliyiz, bunu da ilk önce kültürel faaliyetlerimizle yapmalıyız. İran tarihi hakkında yazılmış eserler ve yapılmış çeviriler büyük çoğunlukla bilgi çarpıtmaya ve bilgi yönlendirmeye tabi tutulmuştur. Bizim en önemli görevimiz bu bilgi kirliliğine son vermek, orijinal metinleri halkımıza iletmek ve gerçek Türk tarihiyle yeniden canlanmalarını sağlamaktır.”
İran-Irak Savaşı BM Güvenlik Konseyinin 598 sayılı Ateşkes Antlaşması’yla 19 Ağustos 1988 tarihinde sona ermiştir. Bu savaş, her iki taraf için yüz binlerce can kaybı, milyarlarca ekonomik zararla sona eren bir yenilgiydi. İlginç olan şu ki İran-Irak Savaşı’nın sona ermesi, Ayetullah Humeyni’nin 1989 tarihinde ölmesi, İran’da iki eksenli sistemin 1989’dan itibaren Ayetullah Seyyid Ali Hamaney’in yüksek dinî önder olarak tayin edilmesi ve Haşimi Rafsancani’nin cumhurbaşkanı olarak seçilmesi, Sovyet Rusya’sında halk hareketlerinin başlaması ve 1991 yılında Sovyetlerin parçalanması ayni döneme tesadüf etmiştir!?
İran’da Haşimi Refsancani cumhurbaşkanı olduktan hemen sonra ülkede millîleştirilmiş fabrika, kurum ve kuruluşların yeniden özelleştirilmesine, İngiltere eksenli siyasi anlayışın yeniden egemen olmasına, Pehlevi dönemi Türk düşmanlığını esas alan enstitülerin açılmasına başlanmıştır. Bu Türk düşmanlığının yeniden ön plana alınması, tabii ki Türk kimliğine bağlı aydın ve bazı dindarlar tarafından asla hoş karşılanmamıştır.
Bir taraftan ülkede Cumhurbaşkanı Refsancani’nin önderliğinde İngiltere eksenli güçlerin atak yapması, çökmekte olduğu zannedilen Sovyet Rusya’sının İran’daki etkinliğinin ortadan kaldırılması girişimleri ve Türk düşmanlığına yönelik faşist Fars enstitülerinin kurulması, diğer taraftan ise Kuzey Azerbaycan’da büyük Elçibey’in önderliğinde Türklük üzerinden Bütov (bütün) Azerbaycan ülküsünün gündeme taşınması, İran Türklerinin Türklük konusunda bilinçlenip faal olması için gerekli siyasi koşulları hazırlamış oldu. Nitekim İran’daki Türklük, 1980’lerin sonlarından itibaren bir Millî Hareket olarak doğdu ve büyümeye başladı. Bu hareket, 1995 Millî Meclis seçimlerinde azami toplumsal tabana ulaşarak büyük bir atak yaptı.
1995 yılında Dr. Mahmut Ali Çehregani’nin[5] millî sloganlarla Millî Meclise aday olması, Tebriz’den 500 bin ses almasına rağmen Meclise alınmaması, yeni toplumsal itirazların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Nitekim millî hareket yeni aşamaya girmiştir.
Burada 1996-2000 tarihleri arasındaki faaliyetlerimizin sebep ve sonuçlarının tartışılması söz konusu olmadığı için faaliyetlerimize değineceğiz. Bu 4 yıl içinde ben ve diğer dava arkadaşlarımız Dr. Çehreganlı ile omuz omuza yürüdük. Bu 4 yılda İran Türklüğünün en büyük itiraz mitinglerini Tebriz’de düzenledik. Bütün tehlikeleri göze alarak faşist Fars düzeninin gözüne dimdik bakarak on binlerce bazen yüz bini aşkın Türk insanının katılımıyla yaptığımız mitingler, Türklük bilincinin topluma aşılanmasında, millî ruhun halk tabanlarına ulaşmasında çok etkin olmuştur. Bu açıdan o dönemi hep saygıyla anıyorum ve saygıyla anılması gereken bir dönem olduğunu düşünüyorum. O dönemki mücadelemiz sonucunda; Türklük bilincinin en uzak Türk bölgelerine, il, ilçe, kasaba, köy ve hatta Yörüklerine kadar uzanması sağlanmış oldu.
Türklük bilincine dayalı millî hareketin örgütlenmesi konusu en temel sorun olarak karşımızda
20 yılı aşkın bir süredir ki Türklük bilincine dayalı Milli hareketin örgütlenmesi üzerinde çalışılmıştır. Maalesef belli nedenlerden dolayı istenilen başarılı sonuçlar elde edilmemiştir.
Diğer taraftan Azerbaycan hükûmeti, diaspora siyasetini kendi açısından değerlendirdi, gerçek uluslararası koşulları göz önünde bulundurarak hareket etti. Dünyanın herhangi bir ülkesinde Azerbaycan adına faaliyet etmek isteyen dernek, merkez, kurum ve kuruluşları kendi denetimi altına alma çabasına girdi. Bu siyaset, Azerbaycan hükûmeti açısından oldukça önemliydi. Ancak bu durum, İran Türklüğünü temsil eden Güney Azerbaycan millî hareketçilerinin mensuplarını çeşitli grup ve merkezlere yönelmeye itti. Tabii bu da Güney Azerbaycanlıların çeşitli ülkelerde 150’yi aşkın dernek, merkez, kurum ve kuruluşlar arasında dağılmasına yol açtı. Kısacası bu süreçte hareketçiler, 40 milyonluk İran Türklüğünü temsil etmeleri gerekirken çoğunlukla Azerbaycan Hükümetinin diaspora eylemcilerine dönüştüler.
İlginç olan şu ki bu 150’yi aşkın dernek, merkez, kurul ve kuruluşun üye sayısı 2011 yılında elde edilen bilgilere göre tahminen 600 kişiyi aşmamaktadır. Aslında sadece Türkiye üzerinden millî hareket adına dosyayla Birleşmiş Milletlere başvuruda bulunan ve Batı ülkelerine gidenlerin sayısı, son 13 yılda 6 bin kişiyi bulmaktadır. Son 10 yılda Türkiye’de eğitim alan öğrencilerimizin sayısınınsa tahminen 5 bin kişinin üzerinde olduğu belirtilmiştir. Bunun büyük çoğunluğunu, özbeöz İran Türkleri oluşturmaktadır. Bu öğrencilerin büyük çoğunluğu Türk millî kimliğine bağlı insanlardı. Bu öğrencilerin yaklaşık bini Türkiye’den eğitime yardım bursları alıyor. Diğer taraftan İran’ın veri tabanlarına göre yurt dışındaki İranlıların tahminî sayısı 4-5 milyon olarak belirtilmiştir. Bu 4 milyonluk nüfusun yaklaşık %70’ni milliyetçe Türkler oluşturmaktadır. Çünkü İran muhalefetinin büyük çoğunluğunu değişik akımlarda faal olan milliyetçe Türkler oluşturmuştur. Aynı zamanda bu rakamlar sadece siyasileri değil, öğrencileri ve diğer konularla ilgili yurt dışına yerleşmiş kesimleri de içermektedir. Bu 4-5 milyon insanın göç tarihleri 100 yıl önceye kadar uzanmaktadır.
Değineceğimiz diğer önemli bir konu da son 20 yılda İran Türklerinin ülkede düzenledikleri mitinglerin sayısı ve katılımcı itibarıyla diğer muhalefet hareketlerinden hiç de az olmamasıdır. 2006 Olaylarında verilen rakamlara göre sadece 100 bin kişi İran Güvenlik Örgütü tarafından gözaltına alınmış ve adına dosya açılmıştır. Bu çeşitli kent ve kasabalarda yapılan mitinglerin katılımcı sayısının, toplam olarak bir buçuk milyonun üzerinde olduğu belirtilmiştir.
Son 15 yılda Türkiye üzerinden milliyetçi dosyasıyla Batı’ya yerleşen arkadaşların tahmini sayısı tahminen 6 bini bulmaktadır. Son 10 yılda Türkiye’de eğitim alan öğrencilerimizin sayısı ise 5 binin üzerindedir.
Türkiye’de 5 bin öğrenci, Türkiye üzerinden millî ve siyasi dosyayla Batı ülkelerine yerleşen 5 bin mülteci ve geçmiş dönemlerde sayısı milyonlarla ölçülen çeşitli dünya ülkelerinde yaşayan soydaşlarımızın bulunduğu bir durumda, millî davayı temsil etme iddiasında olan dernek, merkez, kurum ve kuruluşların üye sayısı 600 kişiyi aşmamaktadır.
Ama yurt dışında milli davamızı savunacak kesimin BMMYK[6]’ne verilen siyasi dosyaların ve Türkiyedeki öğrencilerimizin sayısına dayanarak en azından 12-13 bin kişinin üzerinde olduğunu söyleye biliriz. Hareket olarak seçmiş olduğumuz siyasi stratejinin, örgütlenmemiz ve İran Türklüğünü bir bütün olarak ele almamağımız açısından ne kadar yanlış yol takip ettiğimizi bu rakamlar açık şekilde gözler önüne sermektedir. Millî Hareketin yazar-çizer kesiminin yeterince faal olmaması diğer önemli zaaflarımızdan biridir.
Sonuç olarak 40 milyon İran Türklüğünü – Güney Azerbaycan’ı temsilde iddialı olan, üye sayısı 600’ü aşamayan 150’yi aşkın dernek, merkez, kurul ve kuruluşlarla bir yere varılmaz ve varılması mümkün değildir. Bunun için potansiyel olarak sayısı milyonlarla ölçüle bilecek kapasiteye sahip bir hareketin doğru ve mevcut koşullara uygun stratejiyle örgütlenmesi önem arz etmektedir.
Bu konudan sonra İran’ın etnik yapısına ve genellikle İrandaki Türklerin sayısı üzerine gerekli son bilgileri vermemiz uygun olur diye düşünüyorum. Aşağıdaki bilgiler yazarın yenice yayınlanmakta olan ‘Kürt Topluluklarının Kökeni ve İran Türkleri’ kitabından alıntıdır.
İran’ın etnik yapısı
İran’ın etnik yapısı üzerine şimdiye kadar devlet organları tarafından statistik sayım geçirilmemiş, geçirilmişse de açıklanmamıştır. İran’ın etnik yapısına yönelik çeşitli yerli ve uluslararası özel şirket ve enstitülerin çalışmaları olmuştur. Maalesef bu çalışmalar da temel itibarı ile İran’ın uyduruk Pers tarihini göz önünde bulundurarak etnik çoğunluğun Fars dillilere ait olduğuna vurgu yapmışlardı. İlginç olan şu ki bu çalışmaların hiç birinin metodik yöntemlerine değinilmemiştir. Yani, bu çalışmalar hangi metodlara ve belirli verilere dayanarak Fars dillilerin çoğunlukta ve Türklerin azınlıkta olduğunu belirtmişlerdi!
Biz, , , , , , , İranica, Britanica, ve onlar diğer Enstitü ve merkezlerin gayri resmi sitelerin ve , , gibi resmi sitelerin konuyla ilgili yaklaşık 600 sayfası ve onlar diğer çalışma ve araştırmaların üzerinde incelemeler yapmışız. Bu çeşitli enstitülerde ve internet sayfalarında yer alan rakamlar büyük oranda çarpıtıcı ve doğru olmayan yakamlar içeriyorlar. Genellikle kaydettiğim merkerzlerin verilerine göre Fars dilliler %50, %51, %60, %61, %65, bazen %83, Türkler ise %13, %16, %18, %22, %24, olarak gösterilmektedir ki bu tamamen yanlış ve bilgi çarptırmaktan başka bir şey değildi. Bu farklı ve garazlı verileri inşaallah ikinci (Dünden Bu Güne Gerçek İran) başlıklı kitabımızda geniş biçimde bütün incelikleriyle ele alacağızdır.[7]
Şu an kaydedilen çalışmalar içerisinde İran’ın etnik yapısına yönelik orantılı biçimde gerçekliği çok da çarpıtmayan iki çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmaların birin de Fars dilliler %33, Türkler ise %35 olarak gösterilmektedir.[8]
İkinci çalışma da ise İran Türklerinin sayısı %44.5 olarak tespit edilmiştir.[9] Bu iki çalışma diğer garazlı bilgilere göre daha gerçekçi yaklaşımdır diyebiliriz.
Ama bizim için daha çok önemli olan üç resmi merkez tarafından çeşitli zamanlarda İran’ın etnik yapısına yönelik ileri sürülen fikirlerdi.
Birincisi, İran’ın Dışişleri Bakanı Ali Akber Salehi’nin 2012 tarihinde Türkiye ziyareti esnasında geçirdiği basın toplantısında İran Türklerinin sayısını %40 olarak kaydetmesidir.[10]
İkincisi, 2009 tarihinde İran’ın Eğitim Bakanı Hacı Babayi’nin ülkenin etnik yapısına ve iki dilli öğrencilerin eğitim seviyesinin Fars dillilerden orantılı olarak daha düşük-zayif olduğuna değinerek, ülke nüfusunun %70’nin gayri Fars olduğuna vurgu yapmasıdır. Bu ise şu demektir ki verilen biligilere göre Fars dilliler ülke nüfusunun %30’nu oluşturmaktalar.[11]
Üçüncüsü, Dünya Bankası Ülke Profilleri veri tabanına göre 66,1 milyonluk İran nüfusunun %42’sinin Türklerden oluştuğunu belirtiyor. Bu ise ülkedeki Türklerin sayısının yaklaşık 25 milyon olduğu demektir. (Ütük 2002: 10).[12]
İran’ın etnik yapısı ile bağlı çalışmamızda diğer bir önemli kaynak oluşturan faktör, İran’ın son 150 yılıyla bağlı yerli ve yabancı araştırmacıların verilerinin incelenmesidir. Bu konuyu gelecek eserimiz de daha geniş biçimde ele almayı düşünüyoruz. Kısacası şöyle söyleyelim ki Şüar, Afşar Yezdi, Ahmet Kesrevi ve başka bu gibi Pan-Farsist ve Türk karşıtı yazarların birçoğu İran nüfusunun yarısından çoğunun Türkçe konuştuklarını bilirterek, bunu bir sorun olarak ele almışlar ve nasıl çözüleceği yönünde çeşitli gayri insani teoriler üretmişlerdi. İran Türklerinin tanınmış Milli simalarından Prof. Dr. Muhammed Tagi Zehtabi (Kirişçi) “İran Türklerinin Eski Tarihi” adlı ünlü eserinin ön sözünde bu Türk karşıtı yazarların ileri sürdükleri verelere ve kendi saha araştırmalarına dayanarak İran nüfusunun %51’nin Türklerden oluştuğunu bilirtmiştir. Bu rakam bizce de gerçekliğin minimum-en az kısmını oluşturmaktadır.
İran’da Türklük hareketinin yeniden doğuşu
Konu Hakkında okumaya devam et: Türklük
Bir yanıt yazın