Prof. Dr. Zübeyir SALTUKLU
zubeyirsaltuklu@hotmail.com
Bu yazımda hiç araya girmeden 14 Eylül 1931 günü Dolmabahçe Sarayı balkonunda bir sohbet sırasında -22 yıl vatan savunması için cepheden cepheye koşan, 38 yaşında ordu ve devlet başkanı olan, genç denilecek 57 yaşında vefat eden – Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kendi ağzından çıkan ifadeleri sizlerle paylaşmak istedim. “Bizim kuşağın gençlik yıllarında Osmanlılık telkin ve etkileri hâkimdi. İmparatorluk halkını meydana getiren Türk’ten başka milletlere, bu arada yanlış din anlayışıyla Araplar’a, sarayın, ordu ve devlet ileri gelenleri arasında bulunan ırkdaşlarının etkisiyle Arnavut’lara özel bir değer veriliyor, onlardan söz edilirken ‘kavm-i necib’/ soyu temiz kavim’ deyimi ile sıfatlandırılarak bu duygunun belirtilmesine çalışılıyor, memleketin sahibi ve devlet kurucusu olan Türk’ler, ikinci planda gelen önemsiz halk yığını sayılıyordu. Şair Mehmet Emin Yurdakul’un, ilk defa Manastır Askeri İdadisi’nde öğrenci iken okuduğum ‘Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur’ mısraıyla başlayan şiirinde, bana milli benliğimin, gururunu tattıran ilk anlatımı bulmuştum. Fakat ben asıl bunu, orduya katıldığım ilk günlerde, bir Anadolu çocuğunun gözyaşlarında gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağım oldu. Kendimi hiçbir zaman Osmanlılığın telkin ettiği başka milletleri öven ve Türklüğü aşağı gören eksiklik duygusuna kaptırmadım.
Bakınız nasıl oldu? Kurmaylık stajı için -3 Şubat 1905- verildiğim süvari alayı, Hayfa’da bulunuyordu. Kışla ile deniz arasında geniş bir talim alanı vardı ve piyade acemi eğitim dönemi yeni başlamıştı. Erleri bölgeden toplanmış Arap gençlerinden, öğretici kadro da deneyimli ve Anadolu’lu kıta çavuşlarından olan Türk delikanlılarından kurulu idi. Katıldığım bölüğün alaydan yetişmiş, Makedonya Türklerinden, ileri yaşlı bir yüzbaşısı vardı. Erler çavuşlar talim yaptırıyor, biz subaylar arada dolaşarak çalışmaları izliyor ve denetliyorduk. Yüzbaşı, çavuşlarına karşı sert davranıyor yeni erlere karşı ise fazla sevgi ve ilgi gösterir görünüyordu. Onların her hangi bir şekilde azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olmadığını ısrarla söylüyordu. Hâlbuki talimlerde, Türkçe bilmedikleri için, çavuşların söylediklerini iyi anlayamayan kimi erlerin yanlış hareketlerinin, zaman zaman çavuşların sabırlarını tükettiği, sertçe davranışlarına yol açtığı da oluyordu. Bir gün yüzbaşı, bu yolda hareketten kendini alıkoyamayan bir çavuşunu mimlemiş ve talimden döndükten sonra, birlikte oturduğumuz bölük komutanlığı adasına çağırtmıştı. Takım komutanıyla birlikte gelerek yüzbaşısını saygıyla ve askerce selamlayan çavuş, yirmibeş yaşlarında dinç ve yakışıklı, ince bıyıklı, elmacık kemikleri fazla kabarık, uyanık bir Türk çocuğu idi. Yüzbaşı, onu milli onurunu ağır şekilde hançerleyen “…….Türk!” sözleriyle azarlamaya başlamıştı. “Sen nasıl olur da kavm-i necib-i Arab’a bağlı, Peygamber Efendimiz’in mübarek soyundan olan bu çocuklara sert davranır, ağır söz söyler, onların kalbini kırarsın. Kendini bil, sen onların ayağına su bile dökmeye layık bile değilsin…” gibi gittikçe anlamsızlaşan fakat yaşlı yüzbaşının samimi inancından kuvvet alan sözlerle hakaret ediyor, gittikçe asabileşiyordu. Ben dikkatle çavuşun yüz ifadesini izliyordum. Başlangıçta üstünde bir babaya duyulan saygının içtenliği okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen haklı bir isyanın ateşleri gözlerinden okunmaya başlamıştı. Fakat gerçekten emre uymanın simgesi olan her Türk askeri gibi bu da iç duygularını gemlemesi bildi. Sessizce göz pınarlarından dökülmeye başlayan yaş damlaları, yanaklarından birbirini kovalayarak bıyıkları üstünde toplanıyor ve kendini böylece yatıştırmaya çalışıyordu. Ben, bir taraftan üzgün ve sinirli, bu sahneyi seyreder ve söylenenleri dinlerken, bir yandan da içimde isyan duygusu şahlanıyor ve şöyle düşünüyordum: “O erin bağlı olduğu millet, birçok bakımdan soyu temiz olabilirdi. Fakat çavuşun, yüzbaşının ve benim bağlı olduğumuz milletin de tarihleri şerefle dolduran büyük ve soylu bir millet olduğu da bir an şüphe götürmez bir gerçekti. Türklük hakkında o günkü görüş ise, doğrudan doğruya Türk aydınlarının kendi kendini bilmemesinden ve başka milletlerde şu veya bu sebeple üstünlük var sayarak, kendini onlardan aşağı görüp nefsine olan güveni yitirmesindendir. Artık bu yanlış görüşe son vermek, Türklüğümüzü bütün soyluluğu ile tanımak ve tanıtmak gerekmektedir” dedim ve andan beri inandığım bu gerçeğe bütün Türklerin inanmasını, bununla övünüp kendine güvenmesini ilke bildim.” Başımızı yer eğdirmeyen, bizlere onurluca yaşamayı öğreten Atatürk ve silah arkadaşlarını rahmet anıyor, saygılarımı arz ediyorum. Ruhları şad olsun. Ne mutlu Türküm diyebilene……
Kaynak: Faik Reşit Unat, Ne Mutlu Türküm Diyene. Türk Dili Dergisi, Sayı 146, Kasım 1963, s,77-78. Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, 2005, s, 305-307.
DOĞUTÜRK
Bir yanıt yazın