Bugün İstanbul’un Fethi’nin 568. yıl dönümüdür; kutlu olsun. İstanbul, tarihte Türkler tarafından iki kere fethedilmiştir. Birinci fetih 29 Mayıs 1453 günü Fatih Sultan Mehmet’in kumandasındaki Türk Ordusu tarafından, ikinci fetih ise 4 Ekim 1923 günü işgal güçlerinin Türk Bayrağı’nı selamlayarak şehri terk etmesi ve 6 Ekim 1923 günü, Mustafa Kemal Paşa’nın gönderdiği Şükrü Naili Paşa kumandasındaki Türk Ordusu tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu güzel şehri, bize armağan eden ecdadımızın ruhu şad olsun.
Dün Diyanetin bütün camilerde okuttuğu hutbenin konusu İstanbul’un fethi idi. Ancak hutbenin metninde bir kere bile Türk adı geçmedi; sanki Arap-İslam tarihinden bir kesiti aktarır gibi aktardılar cemaate. Üstelik tarihi tahrif ederek, olayları çarpıtarak ve rivayetleri bağlamından kopartarak yaptılar bunu.
Hutbenin girişinde dediler ki:
“Hicretin beşinci yılıydı. Uhud’da isteklerine ulaşamayan müşrikler, son kez Medine’ye büyük bir saldırı kararı almışlardı. Durumdan haberdar olan Peygamberimiz (s.a.s), her zaman olduğu gibi ashabıyla istişare etti. Savunma savaşı yapılmasına ve Medine çevresine hendek kazılmasına karar verildi. Müminler el birliğiyle hendeği kazarken büyük bir kaya parçasına denk geldiler. Bu devasa kaya ne yerinden oynuyor ne de parçalanabiliyordu. Ashabın ümidi tükenirken Resûl-i Ekrem (s.a.s) çıkageldi. O, bir yandan arkadaşlarının kırmakta zorlandığı kayayı parçalıyor diğer yandan da o günün şartlarında düşünülmesi bile zor olan, Kisrâ’nın, Kayser’in şehirlerinin fethedileceğini müjdeliyordu.”
Bu rivayetin kaynağı olarak da hadis derlemecisi Nesâî’nin Cihâd isimli eserinin 42. sayfasını (yada babını) göstermişler(*). Bu rivayet ne kadar doğrudur; Allah bilir! Ancak rivayetin içeriğine ve bağlamına bakınca, bu rivayetin sanki uydurma olduğu gibi bir zehaba kapılıyor insan. Zira Hz. Peygamber bir taş ustası değildi; onca genç, güçlü ve kuvvetli sahabelerinin arasında, onlardan çok daha güçlü ve acı kuvvet sahibi olduğuna ilişkin hiçbir bilgi de yok elimizde.
Mesela, o günün Arabistan’ının namlı pehlivanlarından ve çetin savaşçılarından birisi olduğuna dair bir kayıt bulunmamaktadır. Şu halde, böyle bir insanın, hiç kimsenin kıramadığı bir kayayı, parçalayıp un ufak ettiği akla ve bilime uygun değildir. Bunu Allah’ın yardımı ile açıklamak da yetersiz kalacaktır. Eğer her şeyi Allah’ın yardım ve inayetiyle açıklayacaksak; o zaman Peygamber’in onca zahmete girerek savaşmasına ve ashabını onca zahmete sokarak Hendek kazdırmasına da gerek yoktu. Tıpkı Prof. Dr. Ali Erbaş’ın, cemaati camilere toplayıp “Salgın” ve “Filistin” konusunda toplu dua yaptırması gibi, ashabını mescide toplar toplu dua ettirirdi. Peygamber’e kıyasla sıradan bir ilahiyatçı olan Ali Erbaş’ın duasını geri çevirmeyen Tanrı, biricik Peygamberinin duasını mı geri çevirecekti sanki!
Ancak hayır; İslam Peygamberi, en yakın arkadaşlarını feda etme pahasına, aklın ve bilimin gereğini yapmış, gerektiğinde zırhını giymiş, okunu ve yayını almış, kılıcını çekmiş ve düşmanla çatır çatır savaşmış, ordusunun başında seferlere çıkmış ve hatta Uhut’ta Müşriklerin attığı taşlarla yaralanıp gazi olmuştur!
Öte yandan Hz. Peygamber, Hendek savaşının arifesinde neden Kisra’nın (Sasani/İran hükümdarı) ve Kayser’in (Bizans İmparatoru) şehirlerinin fethedileceğini söylemiş olsun. Çünkü o andaki tehlike Bizanslılardan ve İranlılardan değil, Mekkeli müşriklerden geliyordu. Dolayısıyla Peygamber, Hendek Savaşı’nın yapıldığı 627 yılında, böyle bir sözü söylemiş olamaz. Söylese söylese, Mekke’nin fethedileceğini söylemiş olabilir.
Peygamber, eğer Bizans, yani Kayser’in şehirlerinin düşeceğini söylediyse(**)bunu ancak 629 yılında bugün Suriye topraklarında (Şam yakınlarında) bulunan Mute’de Bizanslılarla yapılan ve İslam ordusunun perişan olduğu, Hz. Peygamberin çok sevdiği azadlı kölesi Zeyd’in ve Amca oğlu Cafer b. Ebi Talip’in (Hz. Ali’nin ağabeyi) de aralarında bulunduğu pek çok kişinin şehit olduğu savaştan sonra söylemiş olabilir! Yani savaştan sonra, İslam Ordusu Medine’ye döndükten sonra yapılan bir değerlendirme toplantısında, üzüntülü olan ashabına moral ve umut vermek için söylemiş olmalıdır.
Kisra’nın, yani İran merkezli Sasani Hükümdarı’nın şehirlerinin fethedileceği hakkında beyanda bulunduysa, bunu da ancak 628 yılında Kisra Hüsrev Perviz’e gönderdiği ve kendisini İslam’a davet ettiği mektubun, Kisra tarafından yırtılarak kendisine hakaretler ettiği ve aşağıladığı haberini aldıktan sonra söylemiş olabilir ki; Bizans’ın elinde/etkisinde bulunan Suriye ile Sasanilerin elinde/etkisinde bulunan Irak toprakları, ikinci Halife Hz. Ömer döneminde ele geçirilmekle, Hz. Peygamber’in siyasi öngörüsü, üzerinden 10-15 sene bile geçmeden tahakkuk etmiştir.
Bugün Hacca gidenlere, Medine yakınlarında, Hendek Savaşı’nın cereyan ettiği söylenen bir mevki gezdirilir. Etrafı çevrili olan alan, 5-10 dönüp genişliğinde var veya yoktur. İçinde, sahabenin önde gelenlerine ait olduğu ve savaş sırasında kullanıldığı söylenen üç beş kişilik üstü açık derme çatma mescitler (bir nevi namazgâhlar) vardır. Medine, o sırada sadece o küçük alandan ibaret olmadığına göre; sanırım savaş sırasında Müslümanlar o alana sığındılar ve şehrin işgaline göz yumdular.
Yani, Hendek Savaşı’nı, Medine Şehri’nin etrafının çepeçevre hendekler kazılarak korumaya alınması şeklinde anlamamak ve abartmamak gerekir. Tıpkı bugün hala ayakta duran ve pek çok şehrimizde bulunan sınırları belli Kaleler gibi anlamak uygun olacaktır! O dönemdeki imkanlarla, koca bir şehrin etrafının, atların ve insanların geçemeyeceği genişlik ve derinlikteki hendeklerle çepeçevre çevrilmesi, zaten akıl dışıdır.
Bana kalırsa Müslümanlar ve elbette Diyanet İşleri Başkanlığı, dini ve tarihi kaynaklardaki rivayetleri aktarırken aklı ve bilimi devreye sokmalı, bu rivayetleri olduğu gibi aktardıktan sonra, tıpkı bizim yaptığımız gibi, bu rivayetlerin başka türlü de olabileceğini söyleyerek Müslümanları düşünmeye ve akıl yürütmeye sevk etmelidir.
Ayrıca, Türk Milletinin tarihi başarılarını ve kazanmış olduğu muhteşem zaferleri, sadece İslam’ın Zaferiymiş gibi anlatma kötü alışkanlığını bir an önce terk etmelidirler. Oysa İstanbul, Fatih Sultan Mehmet ve ordusu, o dönemde Müslüman olmasalar bile zaten fethedilebilirdi. Çünkü o sırada hem savaş gücü, hem asker sayısı, hem ateş üstünlüğü, hem de mühendislik bilgisi bakımından Türk Ordusu, Bizans ordusundan çok güçlüydü. Kendisi de aynı zamanda bir Mühendis olan Fatih Sultan Mehmet, hem Türk mühendislerini devreye sokarak, hem de Macar asıllı Urban gibi yabancı mühendisleri getirterek devasa toplar döktürmüştü mesela.
Fatih Sultan Mehmet, kendisinin ve çevresindekilerin mühendislik dehasının yanı sıra, etrafındaki devlet adamlarının siyasi dehalarını da devreye sokarak, Bizans’ın, Haliç’in ağzına kapattığı kalın halat ve zincirleri devre dışı bırakmak için, muhtemelen Haliç’in üst taraflarında ve doğu yakasında (Bugünkü Kasımpaşa, Hasdal, Sütlücü, Alibeyköy, Kâğıthane taraflarında) olmak üzere tersaneler kurup, gemiler yaptırmış olmalıdır mesela. O günkü gemileri düşününce, bunun mümkün olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.
Türk ordusunun ve herhalde Türk Milleti’nin, aynı hedefe kilitlenmiş halde bir ve beraber olmasına karşın, o sırada asker ve sivil bürokrasi de dahil olmak üzere; Bizans, siyasi çekişmelerin ve dini taassubun dibine vurmuş, Bizans toplumu birlik ve beraberliğini çoktan yitirmişti. Yani, tıpkı daha sonra Osmanlı’nın başına geldiği üzere; Bizans’ın tarihe karışması mukadderdi ve öyle de olmuştur.
Ancak nedense, bazı tarihçiler, tarih diye efsane anlatmayı, işin içine mucizeler sokmayı pek severler. Bu tür akılcı önermelerde bulunmak yerine, her nedense yine Allah’ın inayet ve yardımını, ayrıca öküzlerin ve Anadolu gençlerinin kas gücünü ve acı kuvvetini devreye sokarak, boğazda yapılan gemilerin, Tophane ve Kasımpaşa sırtlarını aşacak şekilde karadan yürütüldüğü, yani bir nevi yağlı ahşap raylar üzerine kaydırılarak sürüklendiği gibi fizik kanunlarını alt üst eden iddialar ileri sürerler. Evet, o küçük gemiler belki karada sürüklenmiştir ama bu iş, ta boğazdan başlatılarak ve bugünkü Beyoğlu yokuşlarını ve Tophane sırtlarını aşarak değil, olsa olsa Kasımpaşa, Hasdal ve Sütlücü’nin tepelerinde yapılan gemiler, Haliç’in doğu yamaçlarından, aşağı doğru kolayca kaydırılarak yapılmıştır.
İstanbul’un fethini, efsanelerle ve mucizelerle açıklayan hurafeci tarih anlayışının temsilcilerine sormak isterim; madem İstanbul, Tanrının yardım ve inayetiyle fethedildi, aynı Tanrı, İstanbul İtilaf devletlerinin eline geçerken ve Müslümanların Harîm-i İsmeti lekelenirken acaba nerelerdeydi? Yoksa Tanrı o sırada İngilizlerin ve Fransızların tarafına mı geçmişti? Hindistan’ın kurucusu Mahatma Gandhi bu gerçeği veciz bir şekilde şöyle vurgulamıştır: “Mustafa Kemal, İngilizleri yeninceye kadar ben Tanrı’yı da İngiliz(lerle birlikte) zannederdim!”
İstanbul’un Fethinin 568. yıl dönümü fethin ruhunu anlayan herkese kutlu olsun…
29 Mayıs 2021
_____________
(*) ,
** İstanbul’un fethine dair hadisin Ahmet b. Hanbel’e ait hadis albümü olan El-Müsned gibi (Müsned IV.325) güvenilir bir eserde de bulunduğu düşünülürse, böyle bir hadis sahih kabul edilebilir.