Atatürk”ün Dış Politikası: Yurtta Barış, Dünyada Barış
Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri
Atatürk iş başında olduğu sürece, Türkiye‟nin iç ve dış politikasına onun karizmatik liderliği yön vermiştir.
Ulu önder, bitip tükenmeyen enerjisine karakterindeki mutlak bağımsızlık ve hürriyet eğilimine, atılgan ve çabuk karar verme, verilen kararı enerji ve kararlılıkla takip etme yeteneğine rağmen, bir mantık ve hesap adamıdır. Hayalperest ve duygusal değildir. Akılcı ve realisttir. Bu gerçekçi yaradılış Tanrının nadirattan lütfettiği bir seziş kabiliyeti ile de donatılmıştır.
Atatürk gerçekçi yapısının bir sonucu olarak yeni Türk Devleti‟nin dış politikasını saptarken, Türkiye‟nin jeopolitik konumu, tarihi gelişme çizgisi, Cumhuriyetin kuruluş felsefesi ve dünyanın içinde bulunduğu konjonktüre uygun hedefler belirlemiştir.
Bu hedeflerin en başta gelenlerinden biri, Anadolu vatanı etrafında bütünleşmiş, tam bağımsızlığına sahip, millî bir siyaset takip eden çağdaş bir devlet oluşturmaktır. Atatürk amaçlanan millî siyaseti şöyle tanımlıyor: “Millî sınırlarımız içinde her şeyden evvel kendi kuvvetimize dayanıp varlığımızı koruyarak, millet ve memleketin gerçek mutluluğuna ve imarına çalışmak, …erişilmeyecek hayali emeller peşinde milleti uğraştırmamak ve zarara sokmamaktır.”
Görüldüğü gibi, bu gerçekçi politika, günün şartları ve Türkiye‟nin gücüyle orantılı, maceradan uzak ülkenin ihtiyacı olan barışa yöneliktir. Amaç millî hudutlar içinde, kendi gücümüze dayalı, tam bağımsız olarak çağdaş Türkiye‟yi yaratmaktır.
Çağdaşlaşma nasıl sağlanacaktır? Devletin bir daha 1918‟lerdeki duruma düşmemesi için, çağ dışı olmuş bütün kurumlarının topyekûn değişmesi ve onların yerine yeni ve günün ihtiyaçlarına cevap veren çağdaş kurumların oluşturulması gerekmektedir. Bunun gerçekleşmesi, içte ve dışta barışın devamlı olmasına bağlıdır. Dolayısıyla yeni Türkiye Devleti “yurtta barış, dünyada barış” ilkesini samimiyetle benimsemiştir. Bu barışçı politika, yıllarca süren savaşlarla fakir ve yorgun düşen Anadolu halkına huzur, güven ve refah getirecek, ülkenin çağa ayak uydurabilmesi için gerekli zamanı kazandıracaktır.
Atatürk, dürüstlük ve kararlılıkla uyguladığı bu tutumu şöyle açıklar: “Dış siyasetimizde dürüstlük, memleketimizin güvenliğine ve gelişmesinin korunmasına dikkat, hareket tarzımıza kılavuz olmaktadır. Esaslı düzenleme ve gelişme içinde bulunan bir memleketin hem kendisinde ve hem çevresinde barış ve huzuru ciddi olarak arzu etmesinden daha kolay izah olunabilecek bir nitelik olamaz”
1929‟da ki bir demecinde de, “Dış işlerinde dürüst ve açık olan siyasetimiz özellikle barış fikrine dayalıdır. Milletlerarası herhangi bir meselemizi barış vasıtasıyla çözümlemeyi aramak, bizim menfaat ve anlayışımıza uyan bir yoldur. Bu yol dışında bir teklif karşısında kalmamak içindir ki, güvenlik ilkesine, onun vasıtalarına çok önem veriyoruz. Milletlerarası barış havasının korunması için, Türkiye Cumhuriyeti yapabileceği her hangi bir hizmetten geri kalmayacaktır.”
Anlaşmazlıkların barışçı yollardan hukuka uygun olarak çözümlenmesi gerektiği görüşünü, Atatürk sadece sözleriyle değil, dürüst ve samimi uygulamalarıyla ortaya koymuştur. Türkiye Lausanne sonrası çıkan pürüzleri hep hukuk yoluyla çözüme bağlamış, zora dayalı uygulamalardan dikkatle kaçınmıştır. Musul, Montreux ve Hatay davalarında olduğu gibi. Ancak bu bir teslimiyetci, “ne pahasına olursa olsun” bir barış politikası değildir.
O sıralarda dünyanın en güçlü devletleriyle komşu olan (Suriye sınırı ile Fransa, Irak sınırı ile İngiltere, Oniki Ada ile İtalya, Ermenistan ve Gürcistan sınırları ile Rusya ile sınırdaştır) Türkiye, ülkesinin güvenliği için, her türlü güvenlik önlemlerini almayı, daima ön plânda tutmaya, büyük bir özen göstermiştir. Dolayısıyla güvenlik güçlerini her türlü saldırganı caydıracak bir seviyede bulundurmaya özel bir dikkat sarf etmiştir. Özetle Atatürk, ancak güçlü durumda, barışın korunabileceği kanaatindedir.
Türk dış politikasına yön veren diğer bir etken, ülkenin üç kıt‟a arasındaki hassas jeopolitik konumudur. Dolayısıyla Türkiye dış güvenliğini sağlamak için, basiretli her türlü maceradan uzak, daima uyanık ve etrafa güven verici bir politika izlemeyi ilke olarak benimsemiştir. Böyle bir politika ancak sağlam bir devlet bünyesi ile oluşturulabilir.
Ulu önder bunu şöyle ifade eder: “Dış siyasetin iç teşkilâtla uyumlu olması gerekir. Batı‟da ve Doğu‟da başka başka karaktere, kültüre ve ülkeye sahip birbirinden farklı unsurları tek bir sınır içinde toplayan bir devletin iç teşkilâtı elbette temelsiz ve çürük olur. O halde dış siyaseti de köklü ve sağlam olamaz. Böyle bir devletin iç teşkilâtı özellikle millî olmaktan uzak olduğu gibi, siyasî ilkesi de millî olamaz… Milletimizin güçlü, mutlu ve istikrarlı yaşayabilmesi için, devletin millî bir siyaset izlemesi bu siyasetin iç teşkilâtımıza tam olarak uyması ve ona dayanması gerekir”
Kendi içinde barışı sağlıyamıyan bir devlet, er geç yabancı devletlerinin müdahalelerine yol açar. Dolayısıyla Lausanne‟dan sonra Atatürk, Türkiye‟nin içeride güçlenmesini sağlayacak olan inkılâpları gerçekleştirmeyi ön plâna almıştır. Böylece devlet ve toplumun sağlam bir yapıya kavuşması amaçlanmıştır. Çağdaşlaşma yolunda ciddî aşamalar kaydeden, yurt içinde birlik ve dirliği sağlayan Türkiye’nin dış dünyada da etkinliği haliyle artmıştır.
Atatürk, Türk dış politikasını yönlendirirken başka devletlerin haklarına saygılı davranmak, kendi haklarını asla çiğnetmemek, yabancı devletlerle ilişkileri eşit şartlar içinde dürüst olarak ve güvenilir biçimde yürütmek gibi çok yönlü, kişilikli bir yol izlemiş ve bu yol onu başarıya götürmüş, Türkiye‟ye saygınlık ve güvenirlilik kazandırmıştır.
Atatürk’ün Dış Politika Uygulamaları (1923-1930)
Cumhuriyetin ilânından Atatürk‟ün üfulüne kadar geçen dönemi, dış politika açısından iki kısımda gözden geçirmek gerekir. Birinci dönemde, Lausanne Antlaşması ile ilgili sorunlar gündemi belirler. Bu dönem 1930‟a kadar gelir. İkinci dönemde ise, Türkiye bir taraftan kendi etrafında ittifaklar yoluyla bir güvenlik çenberi oluştururken diğer taraftan Lausanne‟da eksik kalan meseleleri çözümleme yoluna girer. Bunları sırasıyla görelim.
a) 1923-1930 Dönemi: Lausanne Sonrası Meselelerin Çözüme Kavuşturulması
Lausanne Antlaşması 24 Temmuz 1923‟te imza edilmişti. TBMM antlaşmayı 23 Ağustos 1923‟te onayladı. Fransa, İngiltere ve İtalya’nın onaylamaları Ağustos 1924‟e kadar sürüklendi. Büyük devletler Lausanne‟da verdiklerini, uygun bir zamanda geri almanın hesabı içinde görünüyorlardı.
Bunlar Cumhuriyet idaresi ülkede istikrarlı bir yönetim sağlayabilecek mi beklentisi içinde, eski alışkanlıklarını, bir takım olup bittilerle kabul ettirmek istemekteydiler. Kapitülâsyonlar döneminden kalma iç işlerine müdahale alışkanlıklarını devam ettirmek eğilimi göstermekteydiler.
Atatürk Türkiye‟si milletlerarası ilişkilerde tam eşitliği ilke olarak benimsemişti. Millî bağımsızlık ilkesine aykırı olan bu kabil girişimlere kararlılıkla karşı koydu. Örneğin başta İngiltere olmak üzere, bazı devletler, Ankara‟nın başkent olmasına karşı çıktılar. Büyükelçilerini Ankara‟ya göndermemekte direndiler. Cumhuriyet Hükümetinin kararlı tutumu karşısında bu direniş kırıldı. Birkaç yıl içinde elçilikler kendilerine parasız tahsis edilen mekânlarda yerlerini aldılar.
Keza ülkede bulunan yabancı okullar konusunda da, öğretimin birleştirilmesi bahsinde açıklandığı gibi kararlı davranıldı ve bu okulların Türkiye Cumhuriyeti yasalarına ayak uydurmaları sağlandı.
Boğazlar Komisyonuna özel bayrak tanınması girişimini de Türkiye enerjik bir şekilde geri çevirdi.
Musul Meselesi: Dönemin olaylarını yönlendiren en önemli sorun, Musul meselesidir. Hatırlanacağı gibi, Lausanne‟da barışı kurtarmak için, Musul meselesi barış sonrasına bırakılmıştı. Buna göre, sorun iki taraf arasında dokuz ay içinde, görüşmelerle çözümlenecekti. Eğer görüşme yoluyla çözüm bulunmazsa, konu Milletler Cemiyeti‟ne havale edilecek, bu arada her iki tarafta statüko‟yu bozacak bir faaliyette bulunmamayı kabul etmişlerdi. Bu arada yerel bir reis Süleymaniye ve çevresini ele geçirmiş, İngilizler duruma müdahale ederek bölgeyi işgal etmişlerdi. Ayrıca Asurî kabileleri de Türkiye‟ye karşı saldırgan hareketlere başlamışlardı. Türkiye durumu protesto etmişti.
İki taraf meseleye çözüm bulmak için 19 Mayıs 1924‟te İstanbul‟da bir araya geldiler. Türk delegesi Fethi Bey (OKYAR), Türkiye‟nin görüşünü özetle şöyle dile getirdi: Musul Misak-ı Milli sınırları içindedir ve mütarekenin imzalanmasından sonra işgal edilmiştir. Halkının üçte ikisi Türk ve Kürtlerden oluşmuştur. Bu halk Türkiye‟ye katılmayı istemektedir. Coğrafî açıdan da Musul Türkiye‟nin bir parçası sayılır. Buna karşılık İngiliz delegesi, Türk görüşünü kabul etmediği gibi, üstelik halkının bir kısmının Hristiyan olduğu gerekçesiyle Hakkâri ili üzerinde hak iddia etti. Anlaşma imkânı olmadığı görülünce, 5 Haziran 1924‟de görüşmelere son verildi. Lausanne Antlaşmasının ilgili maddesi gereğince, Musul Milletler Cemiyetine havale edildi.
Milletler Cemiyeti her iki tarafı dinledikten sonra, tarafların statükoyu bozmamaları yolunda bir karar aldı ve durumu yerinde tespit etmek için bir komisyon oluşturdu. Komisyon 1925 Eylül’ünde Milletler Cemiyetine sunduğu raporda, Musul’un Irak’a katılmasını, ayrıca Kürtlerin haklarının garanti edilmesini, sınır olarak da Brüksel‟de tespit edilen geçici sınırın kabul edilmesini tavsiye ediyordu. Türkiye karara hukukî gerekçelerle itiraz etti. Cemiyet Meclisi konu ile ilgili olarak Milletlerarası Daimi Adalet Divanından görüş istedi.
Divanın görüşü Cemiyet Meclisince benimsenmiş ve Musul bölgesi İngiltere‟ye bırakılmıştır. Karar Türkiye‟de büyük tepki uyandırdı. Türk – İngiliz ilişkileri gerginleşti. Ancak Türkiye daha fazla ileri gidemedi. Çünkü on yılı aşkın bir savaştan yeni çıkılmıştı. Dışardan tahrik edilen Şeyh Sait ayaklanmasının hatıraları çok yeniydi. Ülke içinde hızlı bir inkîlâp temposu yürütülüyordu. Bunların sonuç vermesi barış ortamına bağlıydı. Diğer taraftan Türkiye’nin Fransa, Yunanistan ve İtalya ile olan ilişkilerinin gelişmesi, Türkiye’nin İngiltere ile olan münasebetlerinin gelişmesine odaklanmış gibiydi. Fransa ile Suriye sınırının çizilmesi askıdaydı. Yunanistan ile “établis” anlaşmazlığı devam etmekteydi. Mussolini‟nin Faşist İtalyası, emperyalist emeller peşindeydi ve Güneybatı Anadolu’ya yönelik ciddi tehditler oluşturmaktaydı.
Bu şartlar altında, Türkiye İngiltere ile anlaşmayı tercih etti. Milletler Cemiyeti Meclisi‟nin kabul ettiği karar çerçevesi esas alınarak, 5 Haziran 1926‟da Musul İngiltere‟ye bırakıldı. Buna göre, sınır olarak Brüksel‟de çizilen hat, Türkiye lehine ufak tefek değişikliklerle kabul ediliyordu. Anlaşmaya göre Irak hükümeti, Musul üzerindeki haklarından vazgeçen Türkiye‟ye Irak petrol gelirinden alacağı aidatın % 10‟unu yirmi yıl süreyle verecekti. Daha sonra Türkiye petrol üzerindeki hakkından 500.000 İngiliz lirası karşılığında feragat etmiştir.
Musul meselesi, Türkiye‟nin Batı‟ya karşı güvensizliğini artırmış ve onun Sovyet Rusya ile bağlarını güçlendirmesine neden olmuştur. Bu sırada Sovyetler de Almanya‟nın Batı devletleriyle yapmış olduğu Lokarno Antlaşmalarından tedirgin olmuşlar ve sınırlarını çeviren devletlerle saldırmazlık antlaşmaları imzalamaktaydılar. Kendilerini Batı‟nın tehdidi altında hisseden iki devlet 17 Aralık 1925‟te Paris‟te Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Paktı‟nı imzaladılar.
Bu antlaşma Sovyetlerinin feshettiği 1945 yılına kadar Türk dış politikasının temel taşlarından biri olarak kalacaktır.
Musul meselesi Türkiye‟nin Sovyetlere yönelmesinin yanı sıra Milletler Cemiyeti‟ne olan güvensizliğinin çoğalmasına neden oldu. Cemiyet haktan yana değil, güçlüden yana tavır koymuş, bölge halkının isteklerini dikkate almamıştı.
Antlaşmanın diğer bir sonucu, Türkiye‟nin Batı devletleriyle olan anlaşmazlıklarının çözümüne, ilişkilerin yumuşamasına yol açmasıdır.
Nitekim Musul meselesinin çözüme bağlanışı İngiltere ile olan gerginliğin yumuşamaya geçmesiyle birlikte, diğer Batılı devletlerle olan ilişkilerde olumlu bir yola girdiler. Örneğin Fransa ile Suriye sınırı ile ilgili anlaşma tasarısı hazırlandığı halde, Fransa antlaşmayı ancak Musul işinin karara bağlandığını öğrendikten sonra, 30 Mayıs 1926‟da imzaladı. İtalya ise, Musul krizi esnasındaki tehditkar tavrını bırakmış, Fransa’nın etkinliğinde olan Küçük Antant‟a karşı bir denge oluşturmak amacına yönelmişti. Bunun için Türkiye ile Yunanistan‟ı uzlaştırmak ve onlarla yapacağı anlaşma ile Fransa‟ya karşı Balkanlarda dengeyi sağlamak istemekteydi. Dolayısıyla Türkiye ile 30 Mayıs 1928‟de Tarafsızlık ve Uzlaşma Antlaşması imzalanmıştır. Buna göre, taraflar birbirlerine yönelmiş olan antlaşmalara girmeyecekler, taraflardan birine saldırı halinde tarafsız kalacaklardı.
Dönemin etken olaylarından biride Yunanistan ile olan anlaşmazlıkların çözüme bağlanmasıdır.
Türk-Yunan “établis” Anlaşmazlığı: Lausanne‟da yapılan anlaşmaya göre, Türkiye’deki Rumlarla, Yunanistan‟da kalan Müslüman – Türk azınlığı mübadele edilecekti. İstanbul’a yerleşmiş olan Rumlar ile Batı Trakya Türkleri mübadele dışında tutulmuşlardı. Anlaşma gereğince, Türk ve Yunan temsilcilerinin katıldığı milletlerarası bir komisyon kuruldu ve 1923‟te çalışmalarına başladı. Ama bir süre sonra İstanbul’a yerleşmiş olan (établi) Rumlar deyiminin yorumlanmasında, Türk ve Yunan temsilcileri arasında anlaşmazlık çıktı.
Türkiye “yerleşmiş” deyiminin Türk kanunlarına göre belirlenmesini istemekteydi: Yunan tarafı ise, İstanbul’da mümkün olduğu kadar Rum bıraktırmak için, 30 Ekim 1918‟den önce İstanbul’da bulunan her Rumun “yerleşmiş” sayılmasını savunuyordu. İki taraf anlaşmayınca konu Milletler Cemiyetine, oradan Milletlerarası Daimi Adalet Divanına gitti. Divan‟ın yorumu da anlaşmazlığı gideremedi ve gerginlik çoğaldı. Yunanistan Batı Trakya’daki Türklerin mallarına el koyunca, Türkiye’de İstanbul’daki Rumların mallarına el koydu. Olay iki ülke arasındaki diğer siyasî alanlarıda etkilemeye başlayınca, 1 Aralık 1926‟da Atina‟da bir anlaşmaya varıldı. Buna göre:
Yunanistan‟da bulunan Türklere ait emlâk, muhtelit bir komisyon tarafından saptanan fiyat üzerinden Yunan Hükümeti tarafından satın alınacaktı.
Türkiye‟de bulunan ve 1912‟den önce ülkeyi terkeden Rumlarla genel olarak diğer Rumlara ait (İstanbul dahil) emlâk sahiplerine iade edilecekti.
Bu arada Patrik Arapoğlu Konstantin ile ilgili meselede çözüme bağlanmıştı. Arapoğlu Konstantin 1924‟te Patrik seçilmişti. Halbuki muhtelit Komisyon kararına göre, mübadeleye tâbi Rumlar arasındaydı. Yunanistan Patrik‟in mübadele dışı tutulmasında ısrar ediyordu. Yunanistan meseleyi Milletler Cemiyeti‟ne ve La Haye Divanına götürmek istedi. Türkiye adı geçen kuruluşların bu konuda yetkisiz olduklarını ileri sürdü. Ancak Konstantin’in Patriklikten çekilmesi üzerine, ilişkiler yumuşadı. İki taraf arasında daimi elçiler teati edildi.
İtalya’nın Akdeniz’de İtalya-Yunanistan ve Türkiye’yi içine alan bir dostluk ve ittifak sistemi kurma gayretleri, Türkiye ile Yunanistan’ın yakınlaşmasında oldukça etkili oldu. Fakat bu konuda esas tayin edici faktör, uzak görüşlü iki lider Atatürk ve Venizelos’un tavırları oldu. Venizelos’un Yunan Meclisi’nde antlaşmalara sadık kalacağını açıklaması, Türkiye’nin de barış istediğine inandığını söylemesi, ilişkileri iyileştirdi.
Bu yaklaşım Ankara’da gereken ilgiyi gördü. 10 Haziran 1930‟da mübadiller meselesi çözüme bağlandı. Buna göre, geldikleri tarih ne olursa olsun mübadele dışında tutulan İstanbul Rumları ile Batı Trakya Türklerine “établi” yerleşmiş sıfatı tanınacaktır. Ayrıca her iki ülkenin azınlıklarına ait mallar konusunda da düzenlemeler yapılarak dostça ilişkilere yol açılmıştır. Böylece temeli atılan dostluk Venizelos‟un 27-31 Ekim 1930 tarihlerinde Ankara ve İstanbul‟u ziyaret etmesi, ertesi yılda İsmet Paşa’nın Yunanistan’ı ziyareti ile pekiştirildi. Venizelos Türkiye‟de iken imzalanan üç ayrı antlaşma ile ilişkiler karşılıklı dostluk ve itimat esasına oturtuldu. Öyle ki Venizelos 12 Ocak 1934‟de Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü‟ne aday olarak göstermiştir.
İngiltere ve Yunanistan ile ilişkilerin normalleştirilmesi, Atatürk’ün dış politikasına 1930 sonrasında, yeni ufuklar açmıştır.
Diğer Batılı Devletlerle Olan İlişkiler: 1923-1930 arasında, Türkiye’ye karşı dostça olmayan davranışlar içinde olan Batı karşısında, Türk dış politikası Milli Mücadele döneminde olduğu gibi Sovyet Rusya‟ya yönelmiştir. Özellikle Milletler Cemiyeti‟nin Musul konusunda, İngiltere lehine karar alması üzerine, Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması imzalanmıştı. Aradaki rejim farkına ve ideolojik kuşkulara rağmen ilişkiler olumlu yönde gelişmeye devam etti. 1927 yılında bir ticaret anlaşması yapıldı. 1928‟de her iki devlet Briand-Kellog Paktına katıldılar.
Bu pakt “savaşın bir millî siyaset aracı olarak kullanılmamasını” öngörmekteydi. Rusya ile komşuları arasında bu pakt esaslarına göre hazırlanan Litvinof Paktına Türkiye‟de 1 Nisan 1929‟da Ankara‟da imzalanan ve 1925 Antlaşmasına ek hükümler getiren protokolle katıldı. Protokolun 2. maddesine göre, iki taraf birbirlerine bildirmeden ve mutabık kalmadan denizden ve karadan komşu oldukları devletlerle siyasî anlaşma yapmamayı kabul ediyorlardı. Özetle Türkiye‟nin Sovyetlerle olan ilişkileri Batı devletleriyle olan ilişkilerine göre şekillenmiştir. Türkiye Batıya yaklaştığı ölçüde, Sovyetlere karşı daha mesafeli davranmıştır.
Fransızlarla önde gelen mesele Osmanlı borçları, Suriye sınırı ve Misyoner okulları gibi konulardı. Suriye sınırıyla ilgili anlaşma, Musul meselesine paralel olarak 1926‟da anlaşmaya varılmıştı. Türkiye’de bulunan misyoner okulları Türk yasaları uygulanmak suretiyle çözümlenmişti. Bir Fransız şirketi tarafından işletilen Adana-Mersin demiryolunun satın alınması konusundaki anlaşmazlık, hattın 1929’da Türkiye tarafından alınmasıyla noktalandı. Bunlara karşılık, Osmanlı borçları meselesi ilişkileri zedelemekteydi.
Lausanne Antlaşmasında, Osmanlı borçlarının antlaşmada ön görülen ilkeler çerçevesinde, ilgili alacaklılarla Türkiye arasında yapılacak görüşmelerle sonuçlandırılması kabul edilmişti. Oldukça zor geçen tartışmalar 13 Haziran 1928‟de sonuçlandı. Bu anlaşma ile ödenecek borç miktarı ve ödeme şekli tespit edildi ve Osmanlı Duyunu Umumiyesi ortadan kaldırıldı. Ancak 1929 dünya iktisadî bunalımı, bütün dünyada olduğu gibi, ödeme zorluğu yarattığından meselenin kesin çözümü 1933‟e kadar sarktı. Bu sefer Türkiye için daha elverişli bir borç sözleşmesi yapıldı.
1930‟a gelindiğinde Türkiye, Lausanne Antlaşması ile ilgili sorunlarını çözümlemiş ve istikrarlı bir dış politikası yürütebilecek bir düzen oluşturmuştu.
b) 1930-1938 Dönemi: Dünya Krizi Ortasında Atatürk’ün İstikrarlı, Çok Yönlü Politikası
Türkiye komşuları ile olan ilişkilerini düzelttiği bir ortamda, 1930‟lu yıllarda dünya barışını gölgeleyen olaylar peşpeşe patlak vermeye başladı. Uzakdoğuda Japonya‟nın Mançurya‟ya saldırması; bu saldırı karşısında Milletler Cemiyeti‟nin etkin bir önlem alamaması, zayıf devletleri düşündürmüş, saldırgan politika izleyenleri de cesaretlendirmişti. Faşist İtalya‟da Mussolini‟nin saldırgan bir politika izlemesi, Almanya’da 1933‟de Hitlerin başında bulunduğu Nasyonal Sosyalistlerin iş başına gelmesi ve Versailles Antlaşmasını tanımamasıyla, barışın tehlikeye gireceği anlaşılmıştı.
Bu gelişmeler neticesinde, Birinci Dünya Harbi sonunda oluşan düzeni değiştirmek isteyen devletlerle onu korumak isteyen devletler olmak üzere iki grup oluştu. Birincilere revizyonistler, ikincilere antirevizyonistler denildi. Türkiye Birinci Dünya Savaşı sonunda büyük haksızlıklara uğradığı halde, Atatürk’ün gerçekçi politikası sonucu ikinci grupta, barışı korumak isteyenler safında yer aldı. Atatürk‟ün dürüst ve güven veren dış politikası sonucu, Türkiye 1932‟de Milletler Cemiyeti’ne girmeye davet edildi. Türkiye Milletler Cemiyetine katıldıktan sonra, teşkilâtın barışı korumak konusunda girişimlerini inançlı bir şekilde destekledi.
Atatürk bütün devletlerle iyi ilişkiler kurmaya özen göstermiş, ama barışı bozmak isteyen devletlere karşı, revizyonist olmayan devletlerle işbirliği yapmayı ön plâna almıştır. Bu arada Millî Mücadele’den beri iyi ilişkiler sürdürdüğü güçlü kuzey komşusu ile de ters düşmemeye de itina etmiştir.
Devamlı barış, milletler arası ortak güvenlik sistemlerinin etkili bir şekilde kullanılmasıyla mümkün olabilirdi. Milletler Cemiyeti’nin silâhsızlanma ile ilgili gayretleri olumlu sonuç vermemiş, aksine 1933‟ten sonra silahlanma ivme kazanmaktaydı. Bu durumda Atatürk, Türkiye’nin etrafında, bir güvenlik ve dostluk çemberi oluşturmak istedi. “établi” meselesinin çözümlenmesinden sonra Yunanistan ile olan pürüzlü konular kaldırılmıştır. Türkiye’nin Balkan ülkeleri üzerinde bir iddiası yoktu. Saldırganı caydıracak ve Balkan ülkelerinin sınırlarını garanti altına alacak bir gruplaşmadan yana ağırlık koydu.
İlk önce Yunanistan ile 14 Eylül 1933‟te müşterek hudutları garanti altına alan, milletlerarası meselelerde karşılıklı danışma ve işbirliğini öngören bir antlaşma yapıldı. Antlaşma, Batı Trakya hududu konusunda Yunanistan ile anlaşmazlıkları bulunan revizyonist bir politikayı benimsemiş olan Bulgaristan’ı tedirgin etmişti. Türkiye’nin Bulgaristan’ın Türk-Yunan Paktına katılması için yaptığı gayretler sonuçsuz kaldı. Buna karşılık, Bulgaristan ile Dobruca konusunda anlaşmazlığı bulunan Romanya ile 17 Ekim 1933‟te bir dostluk ve saldırmazlık paktı yapıldı. Bunu 27 Kasım 1933’te Yugoslavya ile yapılan aynı nitelikteki bir antlaşma takip etti.
Türkiye‟nin üç Balkan devleti ile yaptığı antlaşmalar aynı nitelikteydi. Dolayısıyla dört devlet 9 Şubat 1934‟de bir araya gelerek Balkan Antantı‟nı gerçekleştirdiler. Balkan Antantı ile taraflar sınırlarını karşılıklı olarak garanti ediyorlardı. Birbirlerinden habersiz herhangi bir Balkan devleti ile siyasi antlaşma yapmamayı taahhüt etmekteydiler.
Atatürk 1935 Mayısında anlaşmayı şöyle değerlendirdi: “Geçen dört yıl içinde bir önemli hâdise de Balkan Paktı’dır. Dört devlet; kendi güvenleri için ve Balkanların, karışma ve karıştırma konusu olmaktan çıkması için içten bir kanaatle birbirlerine bağlanmışlardır. Balkanlı bağdaşıklarımızla gittikçe artan bir beraberlik ve dayanışma siyasası güdüyoruz… Asıl dikkate değen, Balkan Paktı’nın daha bir yıl içinde arsı ulusal barış için büyük bir etken olduğunun anlaşılmasıdır. Balkan Paktı gittikçe Avrupa barışının başlıca temel taşlarından biri olmak yerindedir.”
Balkan Paktı Devletleri, İtalya’nın Habeşistan’a karşı giriştiği saldırıda, Milletler Cemiyeti’nin iktisadî zorlama önlemlerine birlikte katıldılar. Montreux Konferansında da birlikte hareket ettiler. Ancak Anti-revizyonist bir politika güden İtalya ve Almanya’nın girişimleri karşısında etkili olamadılar. Yugoslavya’nın 24 Ocak 1937‟de status quo‟dan memnun olmayan Bulgaristanla bir dostluk antlaşması yapması ardından İtalya ile anlaşması; Yunanistan’ın da İtalya’ya karşı yumuşak bir tutum izlemeye başlaması, İkinci cihan harbi öncesinde Paktın etkinliğinin azalmasına yol açmıştır.
Batıda sınırlarını güven altına alan Türkiye gittikçe artan İtalyan tehdidi karşısında Doğuda da önlemler almak zorundaydı. Doğuda İranla olan sınır olayları çözüme bağlanmış İran Şahı Rıza Pehlevi‟nin 1934‟de Atatürk‟ü ziyaretiyle aradaki dostluk bağları perçinlenmişti. İtalya‟nın Habeşistan‟ı istilâsı ve sömürge alanları olarak Asya ve Afrika topraklarından bahsetmesi, bölge devletleri arasında kuşkular meydana getirmişti. Türkiye, İran ve Irak arasında Ekim 1935‟te bir gruplaşma oluştu.
Ancak İran ve Irak arasındaki sınır anlaşmazlığı sebebiyle, iş uzadı. Bu anlaşmazlık halledilince adı geçen üç devlete Afganistan‟ın da katılmasıyla 8 Temmuz 1937‟de Tahran‟da Sâdâbat Paktı imzalandı. Antlaşmaya göre dört devlet, aralarındaki dostluk ilişkilerini devam ettirmeyi, ortak sınırların dokunulmazlığını, ortak çıkarları ilgilendiren konularda danışmayı, birbirlerine karşı bir saldırı hareketine girişmemeyi, uyuşmazlıkları Milletler Cemiyeti‟ne götürmeyi Kellok Paktı‟na bağlı kalmayı taahhüt etmekteydiler.
Atatürk, Balkan ve Sâdâbat Paktlarıyla, ülkenin Batı ve Doğusunda birer güvenlik şeridi oluşturmuştu. Böylece Türkiye bölgede barış ve istikrarın devamı için en fazla güvenilen ve saygı duyulan dostluğu aranılan bir devlet haline gelmişti.
Yeni Boğazlar Sözleşmesi:
Atatürk Lausanne‟ın uygulanması ile ilgili sorunları çözümleyip komşu ve Türkiye ile ilgili devletlerle dostça ilişkiler kurduktan sonra, dikkatini 2 önemli mesele üzerinde yoğunlaştırdı. Bunlardan biri Boğazların statüsü, diğeri ise Hatay meselesidir.
Türkiye özlemini duyduğu barışa ulaşabilmek için, Lausanne‟da Boğazların statüsü konusunda ödün vermek zorunda kalmıştı. Buna göre, Boğazlardan serbest geçişin sağlanması için Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının kıyıları ile Marmara denizindeki adalar askersizleştirilmişti. Boğazlardan geçişi düzenlemek üzere bir Boğazlar Komisyonu kurulmuştu. Askersiz hale getirilen bölgenin herhangi bir saldırıya karşı güvenliğini, antlaşmaya imza eden devletlerle Milletler Cemiyeti garanti altına almışlardı.
1930‟dan sonra meydana gelen olaylar, Mançurya‟nın Japonya tarafından işgali, Habeşistan’ın İtalya tarafından istilâsı, Almanya’nın Versailles Antlaşması‟nın hükümlerine rağmen silahlanmaya başlaması ve Renanya‟yı işgali, silâhsızlanma ve ortak güvenlik çalışmalarının başarısızlığı gibi olaylar, Boğazlarla ilgili Milletler Cemiyeti garantisinin etkisizliğini ortaya koymuştu. Bu durumda Türkiye milletlerarası arenada Boğazların silâhsızlandırılmasının ülkenin güvenliği açısından oluşturduğu sakıncaları defalarca gündeme getirdi.
Antlaşmaların silâh zoruyla değiştirildiği bir ortamda, Türkiye’nin anlaşma ve uzlaşma yolunu seçmesi olumlu etkiler yarattı. İtalya’nın emperyalist siyasetinden rahatsız olan İngiltere Türkiye‟yi destekledi. Boğazlarla en fazla ilgili olan devletlerden Sovyet Rusya, Lausanne‟da Boğazların askersizleştirilmesine karşı çıkmıştı. Kendi güvenliği açısından Boğazların Türk egemenliğinde silahlandırılmasını desteklemekteydi. Balkan Paktına dahil ülkeler de Türkiye’nin yanında yer aldılar. Yalnız İtalya çekimser kaldı.
1923 Boğazlar sözleşmesini değiştirmek maksadıyla açılan konferans Montreux‟de açıldı. Yeni sözleşme 20 Temmuz 1936‟da imzalandı. Belge Türkiye, İngiltere, Sovyetler Birliği, Fransa, Japonya, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan ve Yugoslavya tarafından imzalandı. 29 maddeden oluşan sözleşme ticaret ve savaş gemilerinin ve hava ulaşım araçlarının geçişlerinin nasıl olacağını belirliyordu. Montreux ile Boğazlar Komisyonu kaldırılmıştı. Boğazların savunulması Türkiye‟ye bırakılmıştır.
Boğazlardan geçiş, Türkiye ve Karadeniz‟de kıyısı olan devletlerin güvenliğini sağlayacak şekilde düzenlenmiştir. Ticaret gemilerine tam bir geçiş serbestisi tanınmıştır. Savaş gemileri için geçiş serbestliği sözleşme hükümleri ile sınırlanmıştır. Karadeniz‟de sahili olmayan Devletlerin Karadenize geçirebilecekleri harp gemilerinin tonajı sınırlandırılmıştır.
Antlaşma 20 yıl süreyle geçerli olacaktı. Herhangi bir fesih talebi olmadığından sözleşme halen de yürürlükte bulunmaktadır.
Montreux sözleşmesi, Atatürk‟ün basiretli uzak görüşlü ve sabırlı politikasının parlak bir sonucudur ve Türkiye‟ye milletlerarası arenada büyük itibar ve ağırlık kazandırmıştır.
Hatay’ın Anavatana Kavuşması:
Atatürk, Montreux Sözleşmesinin imzalanmasından sonra, dış politika da ağırlığı, Hatay‟ın anavatana katılması konusuna yönlendirdi.
30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada, İskenderun sancağı henüz işgal edilmemişti. Ateşkesten sonra sancak önce İngilizler, sonra Fransızlar tarafından işgal edilmişti. Fransız kıtalarıyla beraber gelen Ermeni teröristlerin bölge halkına zulüm yapmaya başlamalarıyla Çukurova, Antep, Maraş ve Urfa‟da İşgallere karşı silahlı direnme hareketleri başlamıştı. İskenderun Sancağında da işgalcilere karşı mücadele bayrağı açılmıştı. Milli Mücadele‟nin siyasi programını oluşturan Misak-ı Millî, halkın çoğunluğunu Türk unsuru oluşturduğu için Sancağı millî sınırlar içine almaktaydı.
Ancak 20 Ekim 1921‟de Ankara İtilafnamesinde Fransa ile silahlı çatışmanın durdurulması karşılığında, Sancak Türkiye sınırları dışında bırakılmıştı. Fakat yapılan Antlaşmanın 7. Maddesi, İskenderun mıntıkası için özel bir idare tesis edilmesini, bölgenin Türk ırkından olan ahalisine harslarının gelişmesi için her türlü imkânın tanınması ve Türkçe’nin resmî dil olarak kabul edilmesini öngörmekteydi. Antlaşmaya ekli protokollerde da Türk çoğunluğun bulunduğu yerlerde Türk memurların kullanılması, Türk okulları açılması, Türkiye’nin İskenderun limanından yararlanması hükümleri yer almaktaydı.
Bu hükümler Hatay’ın geleceği bakımından Türkiye için hukuki dayanak noktasını oluşturmuştur.
Suriye üzerindeki Fransız Mandası Milletler Cemiyeti Meclisi tarafından 23 Eylül 1923‟de tasdik edildi. Daha sonra Suriye Anayasası ve İskenderun Sancağının statüsü belirlendi. Bu statü 1930‟da Milletler Cemiyeti tarafından onaylandı. Böylece Sancak milletlerarası bir statüye bağlandı ve malî ve idarî özerklik kazanmış oldu.
Bu statü sayesinde Sancak Türk toplumu mütevazı bir ölçüde de olsa etkinlik kazandı. Hatay’da Halk Partisi oluşturuldu. Hatay Türkleri Anavatan’da yapılan İnkılâplara ayak uydurdular. Şapka, Alfabe değişikliği gibi.
Buna paralel olarak Türkiye‟de İskenderun ve Havalisi Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti faaliyetini artırdı. Başkanlığı yürüten Tayfur Sökmen‟in ön -ayak olmasıyla Hatay‟lı çalışkan çocuklara tahsil imkanı sağlandı. Böylece ilerisi için kadro yetiştirilmesine çalışıldı. Bu arada Tayfur Sökmen Atatürk‟ün isteği üzerine bağımsız Antalya Milletvekili yapıldı. Hatay meselesiyle Atatürk özel bir şekilde ilgilenmekteydi. Konu bir zamanlama meselesiydi.
1936‟da Fransa‟da iktidara gelen hükümet, Suriye‟ye bağımsızlık veren bir anlaşmayı 9 Eylül 1936‟da imzaladı. Buna göre, Suriye üç yıl sonra bağımsızlığına kavuşacaktı. Bu durumda İskenderun Sancağının durumu ne olacaktı? Atatürk Sancak meselesinin çözümleme zamanını geldiğine karar verdi. Siyasî konjonktür Türkiye’nin lehineydi.
Avrupa’da Hitler 1933‟den beri iktidardaydı ve Versailles Antlaşmasını tanımadığı gibi, Alman ırkı için bin yıllık bir hayat sahası sağlamak politikası gütmekteydi. Aktif ve saldırgan bir politika peşindeydi. 1935‟te mecburî askerliği getirmiş, tümenlerini kırk ikiye çıkarma hazırlıkları içindeydi. 1936‟da Japonya ile Anti-komintern bir anlaşma imzalamıştı. Fransa, ufukta görünen savaş tehlikesinin tedirginliği içindeydi.
Türkiye İngiltereyle dostane ilişkiler kurmuş, Balkan Devletlerini etrafında toplamıştır. Bölgesinde ağırlığı olan bir devlet konumundadır.
Atatürk, meseleye hukukî açıdan yaklaşır. Suriye‟nin bağımsızlık isteğini destekler, ama sancağa da bağımsızlık verilmesini ister.
Atatürk 1 Kasım 1936‟da TBMM‟nin açılış konuşmasında: “Bu sırada milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük mesele, hakiki sahibi öz Türk olan İskenderun, Antakya ve havalisinin mukadderatıdır. Bunun üzerinde ciddiyet ve katiyetle durmaya mecburuz” sözleriyle konuya verdiği önemi vurgular.
Fransa Türkiye’nin Sancak‟a bağımsızlık verilmesi önerisini, oraya bağımsızlık vermenin Suriye’yi parçalamak anlamına geleceğini ve buna yetkisi olmadığını belirterek reddetti. Karşılıklı notalarla bir anlaşmaya varılamayınca, Fransa’nın isteği üzerine konu Milletler Cemiyeti’ne götürüldü. Cemiyet üç kişilik bir heyeti gözlemci olarak bölgeye gönderdi. Bu arada Sancak’ta gerginlik çoğalmıştı. Türkiye’de ise Atatürk bizzat devreye girmiş, Tayfur Sökmen’e İskenderun ve Antakya havalisine Hatay adını verdiğini söylemiş, cemiyetlerinin adını Hatay Egemenlik Cemiyeti olarak değiştirilmesini istemişti. Cemiyetin fahri genel başkanı olarak Tayfur Sökmen’in Türkiye ile Hatay arasındaki teşkilatlanmayı düzenlemesi kararlaştırılmıştır.
Gerginliğin artması üzerine, İngiltere araya girmiş iki tarafın görüşlerinin yakınlaşmasına yardımcı olmuştur. Anlaşmaya varılan hususlar Milletler Cemiyeti Meclisi tarafından benimsendi. Buna göre İskenderun ve Antakya içişlerinde tam bağımsız, fakat Suriye ile gümrük birliği olan bir Anayasa ile idare edilen “bir ayrı varlık” (entité distincte) oluyordu.
Anayasaya göre iki dereceli bir seçimle 40 milletvekili seçilecek, oluşan meclis bir cumhurbaşkanı seçecek, o da bir başbakan atayacaktı. Uzmanlar komitesinin hazırladığı rapor esas alınarak Türkiye ile Fransa arasında Sancak‟ın Millî bütünlüğünü güvence altına alan ve yeni Türkiye sınırını saptayan Antlaşma 29 Mayıs 1937‟de imzalanmıştır.
Böylece Sancak Devleti‟nin statüsü belirlenmişti. Sistemin işlemesi seçimlerin yapılıp meclisin oluşmasına bağlıydı. Suriye de Arapların protestosu vardı. Sancaktaki Fransız yöneticileri olumsuz bir tutum içindeydiler. Milletler Cemiyeti‟nin atamış olduğu bir komisyon tarafından hazırlanan seçim sistemi Türkler aleyhinde bir nitelik taşıdığı için Türkiye tarafından protesto edildi ve seçim yönetmeliğinin düzeltilmesi istendi. Fransa‟nın Hatay‟da yeni rejimi ilân etmemesi üzerine, Türkiye 1930 Türk-Fransız Dostluk Antlaşmasını feshetti; Suriye sınırında askerî hazırlıklara başladı.
Esasen Atatürk Hatay meselesini kişisel bir mesele olarak ele almıştı. “Büyük Meclis kürsüsünden milletime söz verdim, bu benim için bir şeref ve haysiyet meselesidir” demekteydi.
Seçim sistemi konusunda Türkiye ve Fransa arasındaki görüş ayrılıklarını gidermek için Milletler Cemiyeti devreye girerek Türkiye tarafının itirazlarını dikkate alan yani bir düzenleme yaptı ve seçimlerin 15 Temmuz 1938‟e kadar tamamlanmasına karar verdi. Fakat Hatay‟daki Fransız koloni memurları, Türk karşıtı kışkırtmalara devam etmekteydiler. Gerginliğin artması üzerine, Türkiye diplomatik girişimleri desteklemek için Suriye sınırına 30.000 kişilik bir yığınak yaptı.
Atatürk‟ün kararlılığı ve milletlerarası gelişmeler Fransa‟yı etkiledi. Bu arada Hitler Almanyası Mart 1938‟da Avusturya‟yı ilhak etmişti. Küçük Antant‟ın üyesi Çekoslovakya Alman tehtidi altındaydı. Berlin-Roma ittifakı gittikçe tehdit edici bir tavır içine girmekteydi. Fransa, hayati çıkarlarının bulunduğu Avrupa‟ya ağırlık vermek zorundaydı. Doğu Akdeniz‟de barış ve istikrarı temsil eden, bölgenin güçlü devleti, Türkiye‟yi karşısına değil, yanına almakta fayda vardı. Bu itibarla sert ve uzlaşmaz tutumunu değiştirdi.
Antakya‟da Türk ve Fransız heyetleri arasında 3 Temmuz 1938‟de yapılan bir anlaşma ile Hatay‟ın siyasî statüsünün iki devlet tarafından korunması, bunu sağlamak için her iki devletin Hatay‟a 2500 kişilik askerî bir kuvvet göndermesi kararlaştırıldı. Türk askeri yöre halkının coşkun sevinç gösterileri arasında 4 Temmuz 1938‟de Hatay‟a girdi. Aynı gün Türkiye‟nin feshettiği 1930 tarihli Dostluk Antlaşması yerine, yeni bir antlaşma yapılmıştır. Buna göre taraflar birbirleri aleyhine hiçbir anlaşmaya girmeyecekler, taraflardan biri saldırıya uğrarsa, diğeri saldırganlara hiç bir suretle yardım etmeyecekti.
Bu gelişmelerden sonra yapılan seçimlerde 22 Türk, 9 Alevî, 5 Ermeni, 2 Arap, 2 Rum-ortodoks milletvekili seçilmiştir. Meclis 2 Eylül 1938‟de açılmış, bütün milletvekilleri Türkçe yemin etmişler, Devlet Başkanlığına Hatay davasının yılmaz savunucularından Tayfur Sökmen seçilmiş, o da Başbakanlığa Abdurrahman Melek‟i atamıştır. Milletler Cemiyeti tarafından hazırlanan Anayasa kabul edilmiş, Devletin adı Sancak yerine, Hatay olarak değiştirilmiş ve göndere ay yıldızlı Hatay bayrağı çekilmiştir.
Hatay’ı bağımsız bir Türk Devleti durumuna getiren Atatürk, bölgenin anavatana bağlanmasını göremedi. Hatay’ın anavatanla birleşmesi, 23 Haziran 1939‟da Fransa ile yapılan bir anlaşmayla sağlanmıştır. Buna göre, Suriye ve Hatay’ın sınırı çiziliyor, Hatay Devleti vatandaşlarına uyrukluk seçme hakkı veriliyor, Türkiye Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygılı olmayı kabul ediyordu.
Bu anlaşmanın yapıldığı gün, Hatay Meclisi Türkiye’ye katılma kararını alarak yönetimi Türkiye Fevkalade Komiserine devrediyordu.
7 Temmuz 1939‟da çıkarılan bir yasa ile Hatay Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ili haline geliyordu.
Atatürk Hatay’la ilgili politikayı hukuk esasına dayandırmış, zorbalığın, olupbittilerin hükümferma olduğu bir ortamda amacına politik yoldan ulaşmıştır. Hatayla ilgili başarılı girişimler, Türkiye’nin politik arenadaki ağırlığını yurt içinde ve dışında artırmıştır.
Sonuç olarak şu hususu rahatça ifade edebiliriz: Atatürk dönemi, Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politika açısından da en başarılı dönemlerinden biridir. Cumhuriyetin ilanından sonraki dönemde, Türkiye Avrupa’nın en güçlü devletleriyle sınırdaş hale gelmiş, bunlarla çetin sorunları olan, siyasî alanda sınırlı Sovyet desteği dışında, siyasî yalnızlık içinde bir devletti. Atatürk bu şartlar içinde tecrit edilmiş Türkiye’yi, 1938‟de bütün devletlerle iyi ilişkiler içinde, çevresinde bir dostluk çemberi yaratmış olan ve desteği aranılan güçlü ve saygın bir ülke haline getirmiştir. Bu sonuç O’nun gerçekçi, dürüst, uzak görüşlü, çok yönlü ve ilkeli politikasının bir sonucudur.
Bir yanıt yazın