Şeriatçıların, tarikatçıların toplum içinde iki görevi vardır:
Bunlardan birincisi yeniliklere, çağdaş düşünceye, uygarlığa, bilime karşı çıkmak; ikincisi, ülkesi aleyhine yabancılarla işbirliği yapmak… Osmanlının son dönemlerinden bu yana bu görevi aksatmadan yerine getirmişlerdir.
Dinci kesim, bilimden hiç hoşlanmaz. Bilimi, fenni sevmez. Örneğin Darvin’e inanmaz.
Oysa bilim çağdaşlık, yenilik demektir. Değişim, gelecek demektir. Şeriatçıların en büyük düşmanı ise değişimdir, yenileşmedir.
Çünkü değişimin, yenileşmenin olduğu yerde ne hurafe vardır, ne üfürükçülük ne muska… Bilimin temel dayanağı akıldır, dincilerin ise inançtır. Hurafelerdir. Bu nedenle bilimin, tekniğin tüm toplumda yaygınlaşması, gericilerin ve gericiliğin sonunu getirmek, Ortaçağ karanlığından kurtulmak demektir.
Onlar, depremleri, doğal felaketleri bir takım gizli güçlerle açıklamaya çalışırlar. Çözümü Ortaçağ’da ararlar. Ama korona döneminde aşı için kuyruğa ilk girenler de yine onlar oldu.
Yobazlar, geçmişte neden Köy Enstitülerini kapatıp, köylünün eğitim ve öğretimini engellediler?
Neden halkımızın okumasını istemezler? Neden onun bilinçlenmesine karşı çıkarlar? Neden çağdaş eğitim kurumları yerine Kuran Kursları açarlar? Neden yüz binlerce öğretmeni işsiz güçsüz dolaştırırlar?
Çünkü onlar yığınları ancak bir takım hurafelerle, boş inançlarla kendilerine bağlamakta, öteki dünya vaatleri ile üzerlerinde egemenlik kurarak sömürebilmektedirler.
İşte bu nedenle kitlelerin bilinçlenmesinden ödleri kopar…
Halk düşünmeye, kendi mantığı ile olayları yorumlamaya, gerçekleri ve sahtekârların gerçek yüzünü görmeye başladığı zaman işleri bitmiş demektir. AKP’ye “evet” oyu çıkan bölgelerin geri kalmışlığı bu olgunun gerçek niteliğini kanıtlamaktadır.
İşte dinciler Atatürk’ü bu yüzden sevmezler. Yani “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” dediği için sevmezler.
Çünkü bilim dogmacılığa, değişmeyen inanç kurallarına karşıdır. “Hayatta tek gerçek yol gösterici bilim, fen” olduğu zaman inanç, vicdanlara yerleşmek zorundadır. Din Allah’la kul arasında kaldığı sürece sömürü kaynağı, afyonlama aracı olmaktan çıkar ve siyasal İslamcılara yaşam hakkı tanımaz.
Onlar Atatürk’ü, ”Din daima siyaset aracı, menfaat aracı, istibdat aracı yapıldı. Bu hal Osmanlı tarihinde böyle idi, Abbasiler, Emeviler zamanında böyle idi” dediği için sevmezler. Onlar, o yüce adamı “Din, devlet ve dünya işlerinden ayrılmalıdır” dediği için desteklemezler.
Dincilerin ikinci görevi ise “yabancılarla ülkesi aleyhine işbirliğine girişmektir.” Bunun örneklerine tarihin her dönemde tanık olmaktayız.
Sömürgecilerle işbirliği yapan bu irtica takımı Kurtuluş Savaşında Mustafa Kemal’i engelleyebilmek, efendilerine hizmet edebilmek için elinden geleni ardına koymadı.
Sait Mola’lar, Şeyhülislam Dürrizadeler, Derviş Vahdetiler, Anzavurlar kolları sıvayıp, isyanlar çıkardılar. 31 Mart isyanını gerçekleştirdiler, Menemen’de Kubilay’ı kestiler.
Mustafa Kemal Atatürk bu ihanetleri, en ince ayrıntısına kadar Nutuk’ta anlatarak, gözler önüne sermişti. İşte onun kaleminden, işbirlikçi Sait Molla’nın İngiliz Rahip Frew’ya yazdığı bir mektup:
“Verilen (İngilizler tarafından A.E) iki bin lirayı Adapazarı’nda Hikmet Bey’e gönderdim. Oradaki işlerimiz pek yolunda gidiyor, Karacabey ve Bozkır’dan bir haber alamadık…”
Daha sonra 1919’da ortaya çıkan Bozkır Ayaklanmaları da göstermiştir ki bu isyanlarda İngiliz parmağı vardır ve tüm isyanlar, “hoca, hacı” unvanlı kişiler tarafından düzenlenmiştir. “Hoca Abdullah, Hoca Talat, Hacı Hasan” gibi isimler bunlardan sadece birkaç tanesidir.
Ama bu ihanet takımının yanında birçok yurtsever dindarın ulusal Kurtuluş Savasına yaptığı hizmetleri asla yadsıyamayız ve bu gerçeği de burada söylemeden geçmeyelim.
Ulusal Kurtuluş Savaşını işgalci güçlerle bütünleşerek engellemeye çalışan bu ihanet çeteleri, Cumhuriyetin ilanından sonra da kurulan modern Kemalist düzeni benimsemeyerek, çıkardığı isyanlarla 1923 Devrimine savaş açmıştı. Bu isyanların tümünde İngiliz parmağı vardı.
Falih Rıfkı Atay, aydınlanma konusunda şunları söyler:
“Şark (Doğu) milletlerine ilk öğretilecek hakikat şudur: Her yerde mücedditler (yenilikçiler), fes ve sarığın üstündeki sarıktan evvel, silindir şapkanın üzerindeki sarığı çıkarmalıdırlar…” (Falih Rıfkı Atay, “Garp Düşmanı” Hâkimiyeti Milliye, 13 kânunusani 1929; Taner Timur, Türk Devrimi, AÜSBF yayınları, Ankara 1968, s.100, Aktaran Prof. Alpaslan Işıklı)
Bugünkü ortam Falih Rıfkı’nın anlattığı o günkü ortamla nasıl da benzeşiyor. “Silindir şapkalarının üzerinde sarıkla dolaşan politikacılar”, ulusal düşünceden, tam bağımsızlık bilincinden nasıl da korkuyorlar. Sanki şeytan görmüş gibi oluyorlar. Çünkü onlar için önemli olan ulus, ulus devlet değildir; ümmettir, kuldur…
İşte siyasal İslamcılar Atatürk’ü bu nedenle sevmezler. Yani “İstiklal-i Tam”, tam bağımsız bir Türkiye istediği için, “özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” dediği için sevmezler.
Ama korkunun ecele faydası yoktur. Mütareke yıllarındaki emperyalizm ve yerli ortakları, nasıl o zaman Atatürk’ü yenememişse, günümüzün Şeyh Sait’leri, Seyit Rıza’ları da onu asla yenemeyecek, öldüremeyecektir.
Yüce önder sonsuza dek yaşayacaktır…
Anıtkabir’i ziyaret edenlerin sayısı her geçen gün daha da artmaktadır. Ziyaretçi sayısı artık milyonun altına düşmemektedir…
Bu gerçek de gösteriyor ki tüm dünyanın şeriatçıları bir araya gelse, onu unutturmak için kitaplardan resimlerini kaldırsa, heykellerini yakıp yıksa, duvarlardan adını silse, gönüllerden Atatürk sevgini silemeyeceklerdir vee her geçen gün artan, büyüyen bu sevgi seli içinde kaybolup, gideceklerdir…