Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası

Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası

İlk safhası olan 1923-1932 döneminin temelini, Türk inkılâbının temel prensipleri ve Türk millî siyaset anlayışına uygun olarak Lozan’da çözülemeyen meselelerin çözümü oluşturmuştur. Bununla birlikte bu dönemde Lozan Antlaşmasıyla ortaya konan esasların uygulanması, büyük devletlerle olan ilişkilerin normalleştirilmesi, komşularımızla dostluk ilişkilerinin kurulmaya çalışılması dış politikasının temel özellikleridir. Ayrıca bu dönemde uluslararası genel gelişmeler yakından takip edilerek, içte ve dışta istikrarın sağlanmasına çalışılmıştır.

Kısaca Konu Başlıkları

Dış Politikanın Temel İlkeleri

Atatürk Dönemi Türk dış politikadaki temel ilkeleri şunlardan oluşmuştur:

Akılcı ve gerçekçi olmak.
Yapıcı ve barışçı davranmak.
Bağımsızlığımıza ve sınırlarımıza saygı duyan devletlerle iyi ilişkiler kurmak.
Diğer devletlerin iç işlerine karışmamak, kendi içişlerimize karışılmasına da fırsat vermemek.
Devletlerarası sorunları hukuka dayalı barışçı yollardan çözmek.
Dış politikanın iç teşkilata uygun olmasını sağlamak.
Milletin hayatı tehlikede olmadıkça savaşa girmemek.
Millî sınırlarımız içinde her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanarak varlığımızı sürdürmek.
Dengeli bir dış politika izlemek
İzlenecek politikalarda geçmişten ders çıkarmak.
Diplomasiye önem vermek.

Mustafa Kemal ATATÜRK

Türkiye-İngiltere İlişkileri (Musul Sorunu)

Milli Mücadele Dönemi’nde Türkiye’ye en çok sorun çıkaran ülke İngiltere olmuştu. Lozan Barış görüşmeleri sırasında Türkiye ile İngiltere arasında en çok tartışma yaratan konu Irak sınırı (Musul sorunu) olmuştu. İngiltere’nin Musul’u bırakmamak konusundaki ısrarı sürmüş ve antlaşmanın tehlikeye girmemesi için Musul sorununun daha sonra taraflar arasında görüşmeler ile halledilmesi uygun görülmüştü.

Lozan Antlaşması’nın üçüncü maddesinde: “Türkiye ile Irak arasındaki sınır sorununun dokuz ay içinde Türkiye ile İngiltere arasında barışçı yollardan çözüleceği” hükmü yer alıyordu. Bu hüküm gereği Türk-İngiliz görüşmeleri 1924 yılında İstanbul’da(Haliç Konferansı) başladı. Bu konferansta Türkiye, nüfus açısından, siyasi, tarihi, coğrafi, askeri ve stratejik nedenlere dayalı haklı gerekçelerini öne sürerken (Lozan’daki görüşler) İngiltere, Musul’un kendi mandaterliği altındaki Irak’a bırakılması konusunda ısrarını sürdürmüş ve bunun yanında Türkiye’den Hakkâri’ye kadar uzanan toprak talebinde bulunmuştur. Bu durumda konferans 5 Haziran 1924 yılında bir sonuca varmadan dağıldı.

Lozan Antlaşması’nın Musul ile ilgili hükmü, bu görüşmelerin başarısızlığı durumunda sonucun Milletler Cemiyeti’ne götürülmesini öngörmekteydi. Milletler Cemiyeti’nin ilk oluştuğu dönemde I. Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkan devletler üye kabul edilmediğinden Türkiye de bu organizasyonun dışında kalmıştı. Türkiye, tamamen İngiliz kontrolünde olan bu organizasyondan Türkiye lehine bir karar çıkmayacağına olan inancından dolayı Musul sorununu Milletler Cemiyetine götürmede tereddüt yaşamış, ancak sonunda Türkiye Musul sorununun Milletler Cemiyeti’nde görüşülmesine razı olmuştur.

İki taraf arasındaki görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine, İngiltere konuyu 6 Ağustos 1924’te Milletler Cemiyeti’ne götürmüştür. Bu konu 30 Eylül 1924’de görüşülmeye başlanmıştır. İlk aşamada bu konunun incelenmesi için tarafsızlardan (Macar, Belçikalı ve İsveç) kurulu bir komisyon oluşturulmuştur. Komisyonun çalışmaları sonucunda, Türkiye–Irak geçici sınırı (Brüksel Hattı) tespit edilmiştir. Komisyonun, Milletler Cemiyeti Konseyine verdiği raporda; Musul’un İngiltere mandası altındaki Irak’ın bir parçası sayılması gerektiğini ve Türkiye ile Irak arasındaki sınırın da Brüksel’de belirlenmiş bulunan çizgiden geçeceğini bildiren bir karar alınmıştır. Türkiye, Komisyonun kararını tanımadığını ve konseyin bu şekilde kesin bir karar alma yetkisinin bulunmadığını belirterek sert tepki gösterdi. Fakat buna rağmen konsey 16 Aralık 1925 tarihinde üçlü komisyonun raporunu benimsemiştir.

Türkiye ile İngiltere arasında Musul sorununun yaşandığı sırada Türkiye aynı zamanda ülkede çıkan Şeyh Sait isyanının bastırılmasıyla da uğraşmaktaydı. Ayrıca konseyin almış olduğu karara karşılık Musul’u geri almak için kuvvete başvurmaktan başka çare kalmamıştı. Ülke içerisinde yaşanan yeni yapılanma ve Şeyh Sait isyanı gibi iç nedenler buna imkân vermemekteydi. Bu nedenle Türkiye, Misak-ı Milliden taviz sayılabilecek bir geri adımı atmak zorunda kalmış ve 5 Haziran 1926’da imzaladığı Ankara Antlaşması ile Musul’u İngiliz mandası altındaki Irak’a bırakmıştır. Buna karşılık Türkiye’nin Musul petrollerinden 25 yıl süreyle % 10’luk pay alması kabul edilmiştir. Ancak daha sonra yapılan düzenleme ile Türkiye bu paydan 500.000 İngiliz Lirası karşılığında vazgeçmiştir. Böylece Türk-Irak sınır meselesi Türkiye’nin aleyhine sonuçlanmıştır. Fakat bu sorunun çözülmesinden sonra Türkİngiliz ilişkilerinde yavaş yavaş normalleşme ve yakınlaşma başlayacaktır.

Türkiye-Fransa İlişkileri

Fransa, daha Millî Mücadelenin devam ettiği günlerde kendi kamuoyunun da baskısıyla, Türkiye ile 20 Ekim 1921 Ankara İtilaf namesini imzalamış ve T. B. M. M Hükümeti’nin varlığını tanıyan ilk İtilaf Devleti olmuştur. Ancak Lozan Antlaşması’nın ardından Osmanlı Borçları Meselesi, Türkiye-Suriye sınırının tespiti konusu, Türkiye’deki Fransız Misyoner Okullarının durumu gibi konular iki ülke arasında çözüm bekleyen konular olarak kalmıştır. Bu nedenle bu dönemde Türk-Fransız ilişkileri bu sorunların çözümü çerçevesinde gerçekleşmiştir.

Türkiye-Suriye Sınırı: Türkiye-Fransa arasındaki ilk konu, Türkiye-Suriye sınırının çizilmesi meselesidir. 1921 Ankara İtirafnamesinde antlaşmanın imzalanmasından bir ay sonra Türkiye-Suriye sınırını çizmek üzere bir karma komisyonun kurulması öngörülmüştür. Fakat bu komisyon 1925 Eylül’ünde ancak kurulabilmiştir. Komisyonun faaliyetleri sırasında taraflar arasında sınır tespiti konusunda yaşanan gerginlik iki tarafın olumlu ve ılımlı tavır takınması sonucunda aşılmış ve18 Şubat 1926’da kabul edilen antlaşma ile sorun çözümlenmiştir. Ancak Fransızlar Musul sorunu çözülmeden bu antlaşmayı imzalamaya yanaşmamışlardır. Musul meselesinin çözümü kesinleşince, 30 Mayıs 1926’da iki taraf arasında İyi Komşuluk ve Dostluk Sözleşmesi adını taşıyan antlaşmaya imzalanmıştır. Buna göre taraflar, aralarındaki anlaşmazlıkları barışçı yollardan çözümleyecekler ve taraflardan birine yöneltilen silahlı saldırıda diğeri tarafsız kalacaktır.

Borçlar Meselesi: Lozan Konferansı’nda görüşüldüğü halde çözülemeyen konulardan biri Osmanlı borçları meselesiydi. Osmanlı’nın yabancı devletlere vermiş olduğu imtiyazlardan en fazla yararlanan devlet Fransa olmuştu. Bu nedenle Osmanlı en fazla Fransız vatandaşlarına ve devletine borçlanmıştı. Lozan Antlaşması’nın 46. maddesine göre borçların ödenmesi için müzakereler devam edecekti. Fakat Kapitülasyon geleneğini sürdürme eğiliminde olan Fransa, borçların ödenmesi noktasında Türkiye’ye sürekli sorun çıkarma eğiliminde idi. 13 Haziran 1928’de imzalanan anlaşma ile ödeme bir takvime bağlandı. Ödenecek borcun miktarı ve ödeme şekli bir formüle bağlandı. Ancak, 1929 dünya ekonomik buhranı Türkiye’yi de güç duruma soktu ve ödeme güçlükleri ortaya çıktı.

Bu sırada 1931 yılında Amerikan başkanı Hoover’ın adıyla yayınlanan Hoover Moratoryumu ile devletlerin borçlarının ertelenmesi gündeme gelmiştir. Türkiye’de bundan yararlanmak istemiş, ancak bu moratoryum savaş borçlarını kapsadığından Fransa bunu kabul etmemiştir.

Gerilen ortamda iki taraf arsında yapılan görüşmeler sonunda, 22 Nisan 1933’de Paris’te yeni bir anlaşma imzalandı ve borçlar meselesi de böylece çözümlenmiş oldu. Türkiye, Düyun-u Umumiye olan Osmanlı borçlarının son taksitini 1954 yılında ödeyerek bu borcu bitirmiştir.

Azınlık Okulları: Türkiye ile Fransa arasında yaşanan ikinci bir kriz Türkiye’deki Fransız misyoner okulları nedeniyle yaşandı. Lozan Antlaşması’nda bu konu çözümlenmiş ve bütün yabancı okulların Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanması kabul edilmiştir. Bu antlaşmayla yabancı okulların faaliyet alanları ve esasları belirlenmişti. Bu çerçevede Türk Hükümeti bir yönetmelik hazırlayarak, yabancı okullarda okutulan tarih ve coğrafya gibi derslerin Türkçe ve Türk öğretmenler tarafından okutulması kararlaştırılmıştır. Fransa ve Papalık duruma müdahale etmek istemişlerse de Türkiye, Lozan Antlaşması’na dayanarak bu durumun Türkiye’nin iç sorunu olduğunu belirterek görüşme tekliflerini reddetmiştir. Fransa konuyu daha ileri taşıyamamıştır. Ancak bu durum Türk-Fransız ilişkilerini zayıflatmıştır. 1925’te Türkiye’nin koyduğu kurallara uymayan bazı yabancı okullar kapatıldı. Diğer okulların kuralları kabul etmesiyle de sorun tamamen çözümlenmiştir.

Lotus-Bozkurt Davası: Fransızlara ait olan Lotus gemisi ile Türklere ait olan Bozkurt gemilerinin Midilli açıklarında Ağustos 1926’da çarpışması, Türk-Fransız ilişkilerindeki bir diğer sorun olmuştur. Bu çarpışmada Türk Bozkurt gemisi batmış ve sekiz Türk gemicisi ölmüştür. Bunun üzerine Lotus gemisi, İstanbul’a geldiğinde Türk makamları, her iki geminin kaptanını da tutuklayarak, yargıç önüne çıkarmışlardır. Fransız hükümeti, olay Türk karasularının dışında geçtiği için Türk yargısının konuyu bakmaya yetkili olmadığını ileri sürmüş, Türkiye ise kendi yargısını savunmuştur. Sonunda konu, her iki tarafın da isteği üzerine Uluslararası Adalet Divanı’na götürülmüş ve verilen kararla Türkiye’nin haklı olduğu kabul edilmiştir. Böylece bu mesele de iki devlet arasında sorun olmaktan çıkmıştır.

Adana–Mersin Demiryolu: Türkiye, kapitülasyonların bir uzantısı niteliğinde olan ve yabancı şirketler tarafında işletilen demiryollarının, millileştirilme politikası çerçevesinde, 1929 yılında Fransız bir şirketinin işlettiği Adana–Mersin demiryolunu satın almak istemiştir. Ancak bu durum iki ülke arasında yeni bir sorun oluşturmuştur. Sorunun çözümü amacıyla Fransa ile yapılan görüşmeler sonucunda bir anlaşma imzalanmış ve bu demiryolu hattı Türkiye’ye devredilmiştir.

Türkiye-Yunanistan İlişkileri

1923-1932 döneminde Türkiye ile Yunanistan arasında mübadele sırasında yaşanan etabli meselesi ile buna bağlı Patrikhane meselesi iki tarafın gündemini oluşturmuştur.

Mübadele Meselesi: Türk heyeti Lozan’a, ulus devletin oluşturulması çerçevesinde homojen yapının sağlanması amacıyla, Türkiye sınırları içerisinde yaşayan Rumların mümkün olduğunca fazla sayıda Yunanistan’a göç etmesi fikri ile katılmıştır. Ancak, nüfus değişimi konusu Türk heyetinin hiç beklemediği bir anda Müttefikler tarafından dile getirilmiştir.

Milletler Cemiyeti’nin göçmen sorunlarını incelemekle görevli yetkilisi Norveçli Dr.Fridtjof Nansen, iki ülkede gerçekleştirdiği görüşmeler sonucunda Yunanistan’daki Müslümanlarla, Anadolu’daki Ortodoksların isteğe bağlı olarak değiştirilebileceğini, İstanbul’daki Rumların değişim dışı tutulabileceğini önermiştir.

Aslında Yunanistan ve Türkiye konuya farklı açılardan yaklaşmışlardır. Yunanistan, kısıtlı sayıda yapılacak bir mübadeleye olumlu bakarken, Türkiye bu sayının mümkün oldukça yüksek tutulmasını ve Batı Trakya Müslüman Türklerinin bölgede çoğunluğu oluşturmaları nedeniyle mübadele dışı bırakılmalarını amaçlamıştır. Nüfus Mübadelesinin, Müttefiklerin ağırlıklarını koymaları neticesinde “zorunluluk” ilkesi çerçevesinde olacağı kararlaştırırmıştır.

Yapılan anlaşma çerçevesinde, İstanbul Belediyesi sınırları içinde 30 Ekim 1918 gününden önce yerleşmiş bulunan tüm Rumlar, İstanbul’da mukim (Etabli=Yerleşik), 1913 Bükreş Antlaşması’nın saptamış olduğu sınır çizgisinin doğusundaki bölgeye yerleşmiş tüm Müslümanlar Batı Trakya’da mukim olarak nitelendirilmişlerdir.

Bu gelişmeler çerçevesinde, Türk topraklarında yerleşik Rum Ortodoks dininden Türk uyruklular ile Yunanistan topraklarında mevcut Müslüman dininden Yunan uyrukluların, 01 Mayıs 1923 tarihinde başlamak üzere zorunlu mübadeleye tabii tutulacakları ve İstanbul Rumları ile Batı Trakya Müslümanlarının kapsam dışı bırakılacağının belirtildiği nüfus mübadelesini içeren sözleşme ve ek protokol 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanmıştır.

Bu sözleşmeyi uygulamak üzere Türk ve Yunan temsilcilerinden bir komisyon oluştu. Mübadele sırasında etabli ifadesinin tanımı yüzünden komisyondaki taraflar arasında anlaşmazlık çıktı. Türkiye bu deyimin anlamını Türk kanunlarına göre tayin edeceğini belirtirken, Yunanistan İstanbul’da mümkün olduğu kadar fazla Rum bırakmak amacıyla 1918 öncesinde bir şekilde İstanbul’da bulunan her Rum’un etabli sayılacağını ileri sürmüştür.

Milletlerarası Adalet Divanı’nın yaptığı tanımlama da sorunu çözemeyince iki taraf arasında ilişkiler gerginleşmiştir. Bu dönemde Yunanistan, Batı Trakya Türklerinin mallarına el koyarak buralara Türkiye’den gelen Rumları yerleştirmiştir. Buna karşılık olarak Türkiye de İstanbul Rumlarının mallarına el koyarak karşılık vermiştir. Gerginleşen ortam içerisinde savaş havası esmeye başladıysa da Venizelos, yaşanacak bir savaşın Yunanistan açısından iyi olmayacağı düşüncesiyle tutumunu yumuşatınca, Türkiye de buna karşılık verdi. Bunun üzerine iki taraf arasında 10 Haziran 1930 ahali anlaşmazlığını çözümleyen yeni bir anlaşma imzalanmıştır.

Böylece bu sorunun çözülmesiyle iki taraf arasında yakınlaşma başlayacaktır. Bu yakınlaşma tarafları Balkan Antantını oluşturmaya ve bölgede ortak hareket etmeye sevk edecektir.

Patrikhane Meselesi: Lozan’da Türk temsilcilerinin Patrikhanenin Türkiye dışına çıkarılma talepleri Batılı ülkelerce kabul görmemiş ancak Patrikhane’nin siyasetle ilgilenmeyerek, sadece dini işlerle mükellef bir kurum olarak İstanbul’da kalması kararlaştırılmıştır. Aslında Türk tarafı, Lozan görüşmeleri esnasında, Müttefiklerin GayriMüslimlerin askerlik muafiyeti koşuluna karşılık, Patrikhane’yi bir koz olarak kullanmış ve bunda başarılı olmuştur. Patrikhane meselesi Lozan Barış Antlaşması temel metni ve ek protokollerde yer almayarak, belirtilen statüde Türk iç hukukuna bırakılmıştır.

Nüfus Mübadelesi sırasında 1924 yılında boşalan Patriklik için yapılan seçimde mübadeleye tabi olan bir kişinin seçimi kazanması üzerine Türkiye bu duruma itiraz etmiştir (Patrikler de mübadele dışı tutulmuştur). Türkiye’nin yaptığı itiraz ve seçilen patriğin istifa etmesi sonucunda 1925 yılında mübadele kapsamına girmeyen biri patrik olarak seçilmiş ve bu sorun da ortadan kalkmıştır.

Türk-Sovyet İlişkileri

Osmanlı’nın son dönemlerinde sürekli mücadele edilen Rusya ile Milli Mücadele yıllarında iki taraf arsında dostane ilişkiler yaşanmıştır. Milli Mücadele döneminde ve sonrasında mevcut şartlar iki devletin birbirine yaklaşmasını zorunlu kılmıştır. Batılı devletler ile savaş halinde olan Türkiye 1921 yılının Mart ayında Rusya ile Moskova Antlaşmasını imzalayarak aradaki itilaflar ortadan kalkmıştır. Bu iki devletin yakınlaşmasının temel nedeni ortak düşmanlarla mücadele halinde olunmasıdır.

Moskova Antlaşması ile başlayan ilişkilerdeki gelişme Lozan sonrasında da devam etmiştir. Batılı devletlerin Türkiye ve Sovyetlere karşı olumsuz tutumları iki ülke arasındaki ilişkilerin gelişmesinde etkili olmuştur. Musul Meselesi sırasında Milletler Cemiyeti’nin takındığı tavır ve aldığı karar nedeniyle iki devlet 17 Aralık 1925 tarihinde Paris’te Tarafsızlık ve Saldırmazlık Antlaşması imzalamışlardır. Ülkeler arasında gelişen ekonomik ilişkiler çerçevesinde de 11 Mart 1927 tarihinde Ankara’da Ticaret ve Seyr-i Sefain Antlaşması imzalanmıştır.

İlk dönemlerde Türkiye’nin dayandığı tek büyük devlet konumunda olan Sovyet Rusya, Türkiye’nin Musul Meselesi’ni çözmesinden sonra ve İtalya ile Fransa arasında dostluk antlaşması yapmasıyla bu özelliğini kaybedecektir. Türkiye özellikle batılı devletlerle arasını düzelttikçe Rusya’ya daha az dayanacaktır.

Türkiye-İtalya İlişkileri

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte, Milli Mücadele sırasındaki dostça tutumları da göz önüne alınarak İtalyanlarla iyi münasebetler tesis edilme yoluna gidildi.

İtalya Musul meselesi sırasında İngiltere’yi desteklemiş ve bu vesileyle de Anadolu toprakları üzerindeki istilacı emellerini göstermişti. Ancak Türkiye’nin İngiltere ve Fransa ile ilişkilerini düzeltmeye başlaması İtalya ile olan ilişkilerini de olumlu yönde etkiledi. İtalya 1927 yılından sonra diğer batılı devletler gibi Türkiye’nin dostluğuna ihtiyaç duyan bir politika izlemeye başladı.

Avrupa’da Fransa ve İtalya’nın karşı karşıya gelmesi Türk-İtalyan ilişkilerini olumlu yönde gelişmesini sağlamıştır. Ayrıca Türk Devleti’nin gittikçe kuvvetlenmekte olan durumu karşısında yayılma politikasında başarılı olamayacağını anlayan Mussolini Ankara’ya karşı dostluk politikası takip etmek zorunda kalmıştır. Gerek Türkiye’nin batılı devletlerle münasebetlerini geliştirme arzusu gerekse İtalya’nın Doğu Akdeniz’de kuvvetli bir ittifak oluşturma çabaları iki devlet arasında 30 Mayıs 1928 tarihli Tarafsızlık Uzlaşma ve Adli Tesviye Antlaşması’nın imzalanması ile sonuçlanmıştır. Bu sırada İtalya, Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların çözümünde de yapıcı bir rol oynamıştı.

Türk-İtalyan ilişkileri, 1928 Antlaşması ile belli bir düzene sokulmasına karşın, 1930’ların başlarından itibaren İtalya’nın Doğu Akdeniz doğrultusunda genişleme ve yayılma politikasını tekrar gündemine alması, iki devlet arasındaki ilişkileri zayıflatmıştır.

Türkiye’nin İslam Ülkeleriyle İlişkileri

Türkiye bu dönemde Batılılaşma hareketleri çerçevesinde laiklik ilkesine de uygun olarak bir takım inkılâplar gerçekleştirirken, İslam âlemiyle dostluk ilişkilerini de geliştirmek istemiştir. Bu istek doğrultusunda ilk önce Afganistan ile yakın ilişkiler kurulmuş ve 1 Mart 1921’de Türk-Afgan Dostluk Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma ile iki ülke arasında ciddi bir dostluk sağlanmıştır. 1928’de bu antlaşmayı teyit eder nitelikte yeni bir Türk-Afgan Dostluk Antlaşması Ankara’da imzalanmıştır.

Türkiye’nin kısmen aktif olarak ilişkiler içinde bulunduğu bir başka İslam ülkesi ise bu dönemde İran olmuştur. İran ile sınır meseleleri yüzünden Türkiye’nin sorunları bulunmaktadır. Bu sıkıntılara son vermek amacıyla, iki ülke 1926’da bir Güvenlik ve Dostluk Antlaşması imzalanmışsa da, bu antlaşma problemleri çözmeye yetmemiştir. Bunun üzerine 1928’de ek bir protokol imzalanarak, 1926 antlaşması daha etkin hale getirilmiştir. Nihayet 1932’de İran ile bir Dostluk Antlaşması imzalanarak, hem sınır sorunları çözülmüş hem de dostluk ilişkilerinin gelişmesi sağlanmıştır.

Türkiye’nin bu dönemde diğer İslam ülkeleriyle ilişkileri çok iyi değildir. Bunun en önemli sebebi, Halifeliğin kaldırılmasına İslam âleminin tepki göstermesidir. Ayrıca bu dönemde genellikle Müslüman ülkeler, Batılı devletlerin sömürgesi durumundadır. Bu nedenle Türkiye ile İslam ülkeleri arasındaki ilişkiler, İngiltere ve Fransa’nın etkisi altında kalmıştır.

Ancak yine de bu dönemde mevcut olan bu tür olumsuzluklara rağmen, Türkiye’nin İslam ülkeleriyle ilişkileri zaman içinde gelişmiştir. Özellikle bu ülkelerde bağımsızlık mücadelelerinin başlaması sırasında, Atatürk bu mücadeleyi veren aydınlar için örnek teşkil etmiştir.

Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası - world flags dunya bayraklari

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir