Kimler geldi, kimler geçti şu fani dünyadan…
Krallar, sultanlar, vezirler, cumhurbaşkanları, başbakanlar…
Hitlerler, Mussoliniler, Çavuşeskiler, Francolar, Evrenler, Menderesler…
Kimi asıldı, kimi kendini astı. Kimi duvar dibinde kurşunlandı, kimi yıllarca yatakta Azrail’le boğuştu…
“Her şeyin sahibi benim. Malın, mülkün, yerin göğün, denizlerin, insanların, her şey benden sorulur” diyenleri mi ararsın; “En iyisini ben bilirim. En kudretli benim… Haberim olmadan kuş bile uçmaz bu ülkede” diyenleri mi?
Onlar, görkemli, ışıl ışıl, varsıl bi dünyada cenneti yaşadılar… Ama halklarına, insanlarına cehennemi yaşattılar… Bebeler açlık, yoksulluk içinde kıvranırken, bir küçük azınlık yazlık, kışlık saraylarda, köşklerde, masal dünyasında yaşam sürdüler, sürmeye de devam ediyorlar…
Milyonlara zulmettiler… Aç, açık bıraktılar, dünyalarını zindana dönüştürdüler…
“Hep bana, rab bana” dediler…
Bölüşmek, paylaşmak, yardımlaşmak, desteklemek, arka çıkmak duygusunu ömürleri boyunca bilmediler, tanımadılar; yaşamadılar, yaşatmadılar…
İnsan sevgisinin, hayvan sevgisinin, doğa sevgisinin kıyısından bile geçmeyen yaratıklardı onlar…
Gün geldi başlar ayak, ayaklar baş oldu.
Yargı önünde, yüce divanlar önünde hesap verdiler. Akan gözyaşların ve çekilen acıların hesabı soruldu…
Hiçbirisi dünyaya direk kalmadı. Ne kendileri ne yandaşları… Ne koltuk değnekleri ne hokkabazları…
Onların emir kulları da üç kuruşluk dünya çıkarı için doğruya yanlış, yanlışa doğru; karaya ak, aka kara; çirkine güzel, güzele çirkin dediler…
Sırf sahiplerine yaranmak için yemedikleri halt, işlemedikleri suç kalmadı…
Sonra da bu dünyadan göçüp gittiler. Bir çukura atıldılar. Hiçbirisinin de bir böcek kadar değeri olmadı. Öldükleri gün unutuldular…
Bütün bunları neden yazıyorum?
Ülkemizde bir adaletsizlik, bir hukuksuzluk çarkıdır dönüp, duruyor…
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarını bile takmıyorlar, görmezlikten geliyorlar… Büyük yargı kurumları emir eri gibi hizmet görüyor. Kendilerinden ne istenirse onu yapıyorlar.
O zaman insan kendi kendine soruyor: Bu nasıl bir adalet, bu nasıl bir hukuk?
Şimdi halkımıza soruyorum, dürüst vatandaşlarımıza soruyorum:
Bir küçük azınlık, insanları sömürecek, ağlatacak; onlara acı çektirecek, bizim yurttaşlarımız yine bu zulmü seyredecek mi?
Bana dokunmayan yılan bin yaşasın mı diyecek?
Bu nasıl bir dünya? Bu nasıl bir ülke? Bu nasıl bir yönetim? Bu nasıl bir insanlık?
Bir hâkim, bir savcı çıkıp da vatandaşlarının, haklarını koruyamayacak mı? Onlara sahip çıkamayacak mı?
Doğruları, haklıları savunamayacak mı? Bu kadar mı zavallılaştık, bu kadar mı acizleştik?
Çevresinin, yakınlarının, torunlarının yüzüne gelecekte nasıl bakacak bu hukuk adamları?
İnsanlarımız, halkımız bu birbiri ile çelişen adalet kararları karşısında hangi yargıya, hangi hukuka güvenecek bundan sonra?
Hangi politikacıya, hangi Müslümana, hangi yöneticiye güvenecek?
Tüm vatanseverleri, tüm dürüst insanları uyarıyorum:
Senin ne kadar yaşam hakkın varsa öteki insanların, kurtların, kuşların, çiçeğin, böceğin de o kadar yaşam hakkı vardır…
Sizin nasıl çocuklarınız, yakınlarınız varsa onların da var.
Bu devran hep böyle devam etmez. Bu sömürü çarkı hep böyle dönmez…
“Keser döner, sap döner, gün gelir hesap döner…”
Gün gelir, divanlar kurulur. acıların, gözyaşların hesabı birer birer, tek tek sorulur.
Gün gelir, güvendiğin dağlara kar yağar. Kimsesiz, yapayalnız kalırsın.
Herkes kendisini, sevdiklerini, yakınlarını düşündüğü kadar başkalarını da düşünmelidir…
Herkes aklını başına toplamalıdır.
Üç beş kuruşluk çıkar uğruna başkalarına zulmetmemelidir.
Ne vatanını yağmalamalı ne de yağmalanmasına izin vermelidir…
Vatanının her karış toprağına sahip çıkmalıdır.
Atatürk der ki:
“Vatan ve milletini satan, dinden, imandan ve namustan bahsedemez…”