CB Erdoğan için dış politika, bugüne kadar hep iç politikanın (= iktidarda kalmanın) bir aracı oldu. Kendisi bu siyaseti, iki süper devleti birbirine oynayarak uyguladı.
Bunun en belirgin ve somut örneğini, halen süren Suriye macerasında gördük. Kendisini iktidarda tutan Kıyametin Dört Atlısı’nı (İslamcı AKP + Irkçı MHP + Ehlileştirilmiş Ergenekon + Ulusolcular) birbirine yapıştıran tek tutkal olan Kürt karşıtlığını yurt dışında da sürdürmek için giriştiği “sınırdışı eylemler”de Erdoğan iktidarı, kendisine otokratik tabiat açısından çok benzeyen iki önemli unsuru devreye soktu: Suriye’ye Putin sayesinde girebildi, Trump sayesinde kalabildi.
Putin sayesinde girebildi, çünkü Rusya başkanı Erdoğan sayesinde NATO’yu çatlatmaya çalışıyordu; nükleer santrallerin yanı sıra S-400 olayı bunun en sivri örneğiydi. Trump sayesinde kalabildi, çünkü Trump dışarıdaki Amerikan kuvvetlerini azaltmak, Yakındoğu’da sorumluluğu Türkiye’ye kaydırmak istiyordu.
Rusya’da durum şimdi şöyle:
Yirmi yılı aşkın zamandır güçlü biçimde iktidarda olan Putin’e Navalni diye bir baş ağrısı çıktı; muhaliflikten atıldığı cezaevinde açlık grevine başladı. Sıkışan Putin kestirmeden gitti ve 2036’ya kadar başkan kalmasına olanak sağlayacak bir yasayı imzaladı. Bu iç politika pürüzünün üstüne şimdi çok önemli bir dış politika problemi bindi: 2014’ten beri Rusya taraftarı doğu bölgeleriyle kavgaya ve iç savaşa tutuşmuş Ukrayna iki gün önce NATO’yu Karadeniz’e çağırdı, Genel Sekreter Stoltenberg de “NATO Ukrayna’nın egemenliği ve toprak bütünlüğünü sağlam şekilde desteklemektedir” dedi.
ABD’de ise durum şöyle:
Trump gitti. Biden hem Rusya ve Çin’e karşı ABD etkisini artırmak istiyor, hem de malum, selefinin aksine Erdoğan’a pek yakın davranmıyor. Telefonlarına çıkmıyor. Halkbank’ı, Zarrab’ı ve Türkiye yöneticilerinin bazı “mülkiyet meselelerini” yedekte tutuyor. Türkiye’deki bazı kurum ve kişilere yönelik CAATSA yaptırımlarına ise (ki bunların uygulanmasını Trump önlemişti) dün itibariyle başladı.
Dışişleri emekli misyon şeflerinin daha önce 30 Ocak 2020’de partilere, STK’lere, kimi kurum ve kuruluşlara kısıtlı olarak dağıttığı bir Montrö (Montreux) bildirisi bu Nisan başında bir biçimde yeniden-dağıtıma girdi ve ortalığa döküldü.
Burada söylenen şuydu: Kanal İstanbul projesi deyip de Montrö’yü tartışmaya açmayın yoksa başımıza büyük iş alırız. Montrö, Boğazlar bölgesinde (İstanbul, Marmara, Çanakkale) Türkiye’ye ve bu arada Karadeniz’e kıyıdaş ülkelere (Rusya’ya) çok önemli güvenlik avantajları getiren, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı gibi bir belada bile tarafsız kalmasına olanak sağlayan bir sözleşmedir.
Yani, diyordu bildiri, değil Türkiye’nin Montrö’den vazgeçmesi, onun tartışmaya açılmasına izin vermesi bile mantıken düşünülemez.
Bu net uyarıya Erdoğan yönetimi hiç tepki vermedi. Sanki duymadı. Aksine, 24 Şubat’ta Erdoğan “Kanal İstanbul’u inadına yapacağız” dedi, projeye 20 Mart’ta devlet garantisi verildi, 27 Mart’ta da Bakan Murat Kurum imar planlarını onayladıklarını ve askıya çıkardıklarını duyurdu. Hakikaten, “inadına” bir durum var gibiydi ama neye inat olduğu belli değildi.
İnadına (yani körü körüne) bir durum yoktu aslında. Bilinçli bir durum vardı.
Kanal İstanbul hem yandaşlar için muazzam-ötesi bir rant projesiydi, hem de Erdoğan yönetiminin batan ekonomiye kan nakli için bir “dış merkez bankası” gibi kullandığı Katar için. Fakat bundan çok daha önemlisi, en başta söylediğim gibi, dış politika iç politikanın (= iktidarda kalmanın) bir aracıydı ve Erdoğan iktidarı, Trump desteğinden artık mahrum kaldığı ve Biden’la aynı ilişkiyi kurmaya çabaladığı için, Putin’i 2 farklı açıdan sıkıştırmaya girişmekteydi.
Birincisi, özellikle S-400 meselesi halledilmeden ABD’nin konuşmaya bile yanaşmadığı herkesin ağzındayken, Biden’la ısrar üzerine ısrar temas kurmaya, NATO’ya yaklaşmaya çalıştı. İkincisi, Putin’le sürtüşme pahasına Kanal İstanbul üzerinden Montrö’yü tartışmaya açmaya başladı.
Üstelik bu ikincisini, daha Biden gelmeden önce bile ABD’nin Montrö’yü delmek için teşebbüste bulunduğunu bile bile yaptı: ABD Suriye Özel Temsilcisi J. Jeffrey, Ankara’da büyükelçi olduğu 2009’da Emekli Koramiral Attila Kıyat’ı “Türk ve ABD Donanmaları Karadeniz’de çok iyi şeyler yapabilir. Türkiye ve ABD istedikten sonra kimse bir şey yapamaz” diyerek yoklamıştı ve tabii ki olay Deniz Kuvvetleri tarafından MGK’ye aktarılmıştı.
İşte Erdoğan yönetiminin ve bütün çevresinin Yargıtay, Danıştay ve YÖK dahil olmak üzere muazzam reaksiyon gösterdiği, hele de D. Bahçeli’nin ‘fırıncıya söyleyin, ekmek de vermesin’ demek dışında her şeyi sıraladığı bir ortamda geldi emekli amiraller bildirisi. (O D. Bahçeli ki, 2004 yılında 313 muvazzaf generale ve Genelkurmay başkanına teker teker mektup yazmıştı, siyasal iktidarı uyarın diye).
Oysa bu bildirinin içeriği diplomatlarınkinden farksızdı; makam aracı ve üniformasıyla tarikat evine gidip başında sarık namaza duran tuğamiralden bile, “basında çıkan kabul edilemez nitelikteki bazı görüntüler” demenin dışında bahsetmiyordu. Üstelik Bakan M. Kurum bildirinin çıktığı 4 Nisan günü, “Kanal İstanbul’u yapacağız! Şimdi her zamankinden daha çok inanıyoruz” dedi.
Ama emekli de olsa askerlerden gelmiş olması, AKP+MHP açısından kaçırılacak fırsat değildi. Çünkü iktidar, her türlü politikasının (iç, dış, ekonomik) battığı bir ortamda fazla yanlış işler yapmıştı, bunları unutturmak için mağduriyet şarttı.
Yanlış işler derken, bunları ikiye ayırmak lazım: Çok uğraşınca gerekçesi bir biçimde bulunabilecek yanlışlar, hiçbir biçimde bulunamayacak yanlışlar.
Ör. Dr. Gergerlioğlu’nun AKP+MHP iktidarına karşı insan haklarını ödünsüz savunması, hele de çıplak aramaları afişe etmesi çok rahatsız etmişti çünkü namazında-aptesinde bir Müslüman bunu nasıl yapardı. Ör. ekonomi kurmaylarının (TÜİK, AA, Merkez Bankası başkanları, Damat B. Albayrak, vb.) çamaşır değiştirir gibi değiştirilmesi anlaşılabilirdi, çünkü Erdoğan’ın 2019 belediye seçimleri sırasında belediye başkanlarının ekonomide etkili olamayacaklarını söylemek için, kendi göğsünü işaret ederek “Ekonominin sorumlusu benim, ben!” demiş olmasını unutturmak ve suçu birilerine bulmak gerekiyordu. Ve saire.
Fakat, kendi kendini tatmin dışında hiçbir gerekçesi bulunamayacak, ‘yahu bunları niçin yapıyorlar Allahaşkına!’ dedirten eylemlere imza atılmıştı: Cumhuriyet ve Liyakat nişanlarındaki TC rumuzunun ve Atatürk kabartmasının silinmesi gibi. Harp Okulları ile Astsubay Yüksekokulları’na giriş şartları arasında bulunan “irticai ve bölücü görüşleri benimsememiş veya bu faaliyetlere karışmamış olmak” hükmünün kaldırılması gibi.
İktidar açısından maalesef diyelim; bu “fırsat”ın nasıl heba olup gittiğini, Hürriyet’in manşet ve haberlerinin iki gün içinde nasıl değiştiğinden izlemek mümkün ve yeterli. Ve sonunda yandaşlar dışında kimseyi ikna edemeyince, olayın çaresizlikten nasıl CHP’ye ihale edilerek sürdürülmeye çalışıldığını. Çünkü hatalar öyle mağduriyet bahaneleriyle filan örtülemeyecek kadar vahim ve fazla.
Zamanın zaptiyesi mollanın birini koynunda koca bir sallama bıçakla yakalamış, molla “Yazılardaki yanlışları kazıyorum bununla” demiş. Zaptiyeler alay edince de izah etmiş: “Öyle yanlışlar oluyor ki, bu bile yetmiyor!”
Bir yanıt yazın