Nasıl kurtuluruz bu AKP iktidarından?
BU AKP zulmünden kurtulup, şafaklara çıkmanın yolu nedir?
Hemen yanıtlayayım: Aydınlığa çıkmanın yolu, Kötülüklere, pisliklere karşı direnmektir…
Haksızlıkla, hukuksuzlukla Mücadele etmektir…
Zalimlere karşı koymaktır…
Karamsarlığa, umutsuzluğa, korkuya kapılmamaktır…
Atatürk’ün yolunda ve ışığında ilerlemektir…
Hem de eğilmeden, bükülmeden, üç kuruşluk menfaat için yalakalığa soyunmadan…
Bakıyorum, bazı arkadaşlar halkı karamsarlığa ve edilgenliğe sevk edebilmek için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar.
“Battık. Öldük. Bittik. Bu halktan ne köy ne kasaba olur… Bu halkla hiçbir yere gidilmez…”
Adamlar sanki felaket tellalı.
Benim bir bayan okuyucum, makalemden şu cümleyi alarak, Face’inin duvarında paylaşmış:
“HER ŞEYİN BİR BEDELİ VARDIR. Zamanı geldiğinde herkes yaptıklarının hesabını verecek, cezasını çekecektir…”
Sen misin bunu paylaşan…
“Hesap sorulacak” demiş ya… Bu felaket tellallarından birisi nasıl köpürmüş, nasıl küplere binmiş, nezaket kurallarını da çiğneyerek, bir bayana nasıl bir yorum göndermiş, şimdi bir bölümünü hep birlikte okuyalım.
Hiç değiştirmeden aynen aktarıyorum, yazım kuralı da hak getire:
“Yahu sen geri zekâlı mısın arkadaş salak salak kimseye boş boş boş umut aşılama insanları avutmuş olursun umut yok umut yok…”
Bu arkadaşa ve tüm felaket tellallarına şunu söylüyorum buradan:
Vatanı kurtarmak, aydınlığa, şafaklara ulaşmak istiyorsak, Atatürk gibi kararlı, dirençli olmalıyız. Olmak zorundayız…
O, daha Samsun’a çıkmadan önce, düşman donanmaları için söylediği “Geldikleri gibi giderler” sözü, Ata’mızın bu konudaki kararlılığını, mücadele azmini ortaya koyması açısından çok önemli bir ipucudur.
Düşmanlar kesin zafere ulaşsalar bile, Mustafa Kemal, yine savaşa devam edeceğini vurgulamıştı…
Kürt milletvekillerine “Bir gün bu taraflara gelirsem, Hazro Dağları beni saklar mı?” diye, sormuştu.
Aynı soruyu Dersim Mebusu Diyab Ağa’ya da yöneltmişti.
İkincisi, kararlılığın, direncin, dik duruşun yanında bir başka oluşuma daha ihtiyacımız vardır ki o da her yazımda yinelediğim gibi parti, grup farkı gözetmeksizin bir araya gelip, güç birliği yapmaktır.
Yeter ki o siyasal parti “Tam bağımsızlıktan, parlamenter rejimden, demokrasiden ve laiklikten” yana olsun…
Çünkü bu güne değin emperyalistler hep “Böl, parçala, yönet” taktiğini uygulayarak hedeflerine vardılar.
Üçüncüsü, bilinçlendirme çalışmalarında uygun zamanlarda ve saatlerde halkın arasına karışalım, köylere gidelim. Sokaklara çıkalım. Mahalleleri dolaşalım.
Kafaları sadaka ekonomisi ve din sömürüsü ile uyuşturulmuş vatandaşlarımıza Türkiye’nin gerçeklerini anlatalım.
Her yurtsever, en az 5 AKP’liyi ulusal cepheye kazanmak için çaba gösterse, sorun kökünden çözülmüş olur.
Zaten onlara körü körüne itaat edenlerin, sorgusuz sualsiz peşlerinden gidenlerin sayıları da çok kalmadı…
Aç, açık olan, Pazar atıklarından çürük sebze, meyve toplayarak çoluğunun çocuğunun geçimini sağlayan ana ve babalar da zaten gerçekleri görmeye başladılar.
Artık, bir eli yağda bir eli balda olup da yoksullara sadece ibadet yapmasını, dua etmesini, yalvarıp yakarmasını tavsiye edenleri halkımız tanıyor, görüyor…
Onlardan nasihat yerine aş, ekmek istiyor…
Artık, evine ekmeği bile borç yaparak götüren biçare, işsiz güçsüz halk, “Bunlardan ne köy, ne kasaba olur” demeye başladı bile…
Bu durumda ve ortamda Atatürkçülere, devrimcilere düşen görev eğitilmemiş, yetiştirilmemiş, insanlarımızı eğitmek, bilinçlendirmek, mücadelemize kazandırmaktır.
Örgütsüz, dağınık, hedefsiz, başıboş mücadele olmayacağını anlatarak Atatürkçü, devrimci partilere katılmalarını sağlamaktır…
Birlikten, bütünlükten güç doğacağını belirterek, birleşmelerini, bütünleşmelerini, haklarını aramalarını vurgulamaktır…
Amaçsız, hedefsiz, örgütsüz ne mücadele ne kurtuluş olur…