İki gün önce 25 Mart 2021 tarihinde Brüksel’de gerçekleşen AB Devlet Liderleri Zirvesi’nin ilk günü sonunda yayımlanan Zirve Bildirisi’nde AB’nin Türkiye ile ilişkilerinin Doğu Akdeniz başlığı altında bir dış politika konusu olarak ele alınmıştır. Bu durum bile AB Türkiye ilişkilerinin canlanması açışından önemlidir. Fakat bunun bedeli Doğu Akdeniz’de sondaj faaliyetlerine son verilmesidir. Bu adım atılmasıydı ilişkiler buzdolabında kalmaya devam ederdi.
Türkiye ile Yunanistan arasında istişarelerin başlaması ve Kıbrıs sorunun BM çatısı altında görüşmelerde ele alınacak olması da bir taviz olarak algılanmalıdır. Çünkü AB, Türkiye’nin sondaj faaliyetlerinin yasal olmadığını açıklamıştır. Bu politikaların tek taraflı ve uluslararası hukukun ihlali olarak nitelenmesi kabul edilemez.
AB Komisyonu’nun Gümrük Birliği’nin uygulanmasında karşılaşılan zorlukların giderilmesi ve Gümrük Birliği’nin yenilenmesi için AB Konseyi’nin çalışmaya başlaması çağrısı yerindedir. Almanya, insan haklarını gerekçe göstererek Gümrük Birliği’nin modernizasyonu görüşmelerini bloke etmişti. Şimdi Merkel böyle bir krizde onu masaya getiriyor ama sadece kapı aralanıyor. Çünkü, Gümrük Birliği’nin modernizasyonu başlama kararı yoktur.
Bu kapsamda Türkiye ile kamu sağlığı, iklim, terörle mücadele ve bölgesel konularda AB’nin yüksek düzey diyaloğa hazır olduğunun açıklanması olumludur. Yüksek düzeyli işbirliğinin geliştirileceği alanlar olarak kamu sağlığı, Covid-19, iklim krizi, terörle mücadele ve bölgesel konular genel sözlerdir. Türkiye’deki 4 milyon Suriyeli göçmene finansal yardım sağlamanın yollarını araması için AB Komisyonu’na talimat verilmesi de olumlu adımdır.
Bildiride, iktidarın dış politika alanında attığı “geri adımlar” takdir edilmektedir. Türkiye’de hukukun üstünlüğü ve temel haklarla ilgili durum konusunda endişe edildiği, insan haklarındaki gerilemelerin Türkiye’nin demokrasi, hukuk devleti ve kadın hakları konusundaki yükümlülüklerine ters düştüğü açıklanmaktadır. Bu konularla ilgili diyaloğun AB-Türkiye ilişkilerinin ayrılmaz bir parçası olduğunun altı çizilmektedir.
Avrupa Birliği üyesi ülkelerin liderleri, Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikasını değiştirmemesi durumunda yaptırım seçeneğinin “derhal” uygulanacağını 2 Ekim 2020 tarihinde açıklamıştır. Zirve sonunda yayınlanan bildiride Doğu Akdeniz’de Kıbrıs Rum tarafının egemenliğinin ihlal edildiği açıklanmış ve Ankara’ya Rum yönetimiyle diyalog kurması çağrısı yapılmıştır ama Kıbrıs’ta bir Türk tarafı olduğu görmezden gelinmiştir.
Bu bir çifte standarttır. Buna ben BOBON kriterleri diyorum. BO: Bizden Olanlar, BON: Bizden OlmayaNlar. Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti BON kapsamındadır. Bildiride, Ankara’ya olası yaptırımlar konusunda AB Anlaşması’nın 29 ve 215’nci maddelerine atıf yapılmıştır. AB Konseyi Başkanı Charles Michel, Türkiye’ye yönelik çift yönlü bir strateji izlediklerini açıklamıştır.
Türkiye ile olumlu ilişkinin “provokasyonlar ve baskılar durunca” başlayabileceğini açıklayan AB Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen, “Ankara’nın bu faaliyetlerini tekrarlaması halinde, AB elindeki tüm enstrümanları ve seçenekleri kullanacak. Elimizde derhal uygulamaya sokabileceğimiz bir alet çantamız var” demiştir. Bildiride, istikrarlı ve güvenli Doğu Akdeniz konusunda Türkiye ile işbirliğini geliştirmenin AB’nin stratejik çıkarına olduğu belirtilerek, “Doğu Akdeniz’de yasadışı sondaj faaliyetlerinin devam ettirilmemesini ve Yunanistan ile Türkiye arasında ikili görüşmelerin yeniden başlamasını memnuniyetle karşılıyoruz” denilmiştir. Bunun kabul edilmesi demek, Türkiye’nin Antalya körfezine hapsedilmesi demektir.
Bildiride Türkiye’ye yapılan çağrılar şunlardır: Uluslararası hukukun tek taraflı ihlalinden ve provokasyonlardan kaçınılmalı, temel haklar ve hukukun üstünlüğü sağlanmalı, siyasi partiler, medyayı hedef alan yaklaşımlar Türkiye’nin demokrasi, hukuk ve kadın hakları alanındaki sorumluluklarına ters düşmemeli, Türkiye Libya, Suriye ve Güney Kafkaslardaki krizlere olumlu katkı sağlamalıdır.
Sonuç olarak AB liderleri Demokles’in kılıcı gibi yaptırımları sürekli masada tutacak, “havuç / sopa” politikası izlemeye devam edecek, pozitif gündem olarak AB taahhüt altına girmeyecek, Gümrük Birliği’nin modernizasyonunda adım atmayacak, insan hakları ve demokratikleşmede eleştiriler ve üyelik süreci askıda kalmaya devam edecek, müzakere başlıkları pozitif gündemin parçası olmayacaktır.
Acaba bu durumda Başbakan Erdoğan’ın Rusya’nın St. Petersburg kentinde 22 Kasım 2013 tarihinde yapılan Türkiye-Rusya Üst Düzey İşbirliği Konseyi toplantısı sonrasında düzenlenen basın toplantısında AB’ye sitem ederek Rusya Devlet Başkanı Putin’e, “Şanghay İşbirliği Teşkilatı’na Türkiye’yi de alın. Bizi de bu sıkıntıdan kurtarın” önerisinde haklı mıydı sorusu gündeme gelmektedir.
Avrupa Birliği Türkiye ilişkilerinin yarım yüzyılı aşan geçmişi vardır. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne ortak üyelik için yaptığı başvurusunun üzerinden yarım yüzyıldan fazla, 14 Nisan 1987 tarihinde o dönemki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik başvurusu üzerinden 34 yıl geçmiştir. Bu süre içinde AB üye sayısı 6’dan 28-1’e çıkmıştır.
Türkiye, Avrupa Birliği kapısında 1959 yılından bu yana bekletilmektedir. Bunun sebebi Türkiye’nin Avrupalılığı konusunda süregelen tartışmalardır. Tartışmalar yeni değildir. Bu olgu son 200 yıldır devam etmektedir. Türkiye’nin yarım yüzyılı aşkın süredir devam eden Avrupa Birliği üyelik süreci, Cumhuriyetimizin ilanından sonraki en önemli çağdaşlaşma projesidir. Bu projenin gerçekleşmesi önünde çeşitli engeller vardır. Bu engellerden biri de Türkiye’nin demokratikleşme sorunudur.
Demokrasi, ülkelerin daha hızlı ekonomik gelişmesinde ortak paydadır. Günümüzde AB üyesi olan ülkeler, Birliğe üye olmadan önceki dönemlerde demokratik yapıdan uzaklaştıklarında, ekonomik gelişmeleri yavaşlamıştır. Demokrasi ve insan haklarına saygılı, ifade özgürlüğüne kısıtlama getirmeyen rejimle yönetilmek, ülkelerin ekonomik gelişmesine katkıda bulunduğu gibi, Avrupa Birliği üyeliği önündeki engelleri de büyük ölçüde ortadan kaldırmaktadır.
Türkiye’nin insan hakları ve demokratikleşme sorunları, Avrupa Birliği üyelik sürecinin ilerlemesini kısıtlamaktadır. Kopenhag siyasi kriterleri açısından Türkiye ile AB arasında önemli anlayış ve yorum farklılıkları vardır. Bu farklılıklar giderilmediği, demokrasi, insan hakları, hukuk devleti, ifade özgürlüğü gibi evrenselleşmiş tanımlarda farklılıklar bulunduğu sürece, taraflar arasındaki yakınlaşmayı sağlamak mümkün olmayacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ten bu yana batılılaşma, çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşma ve Avrupa ile bütünleşme hedefinden vazgeçmemiştir.
Avrupa Birliği’ne üyelik hedefi, Türkiye Cumhuriyeti’nin dış ilişkilerinde ortak üyelik başvurusunun yapıldığı 1959 yılından sonraki en önemli kilometre taşıdır. Türkiye, Avrupa Birliği’ne tam üyelik başvurusunu yaparken Türk toplumu için çağdaş değerleri hedef olarak seçmiş, bu değerleri önce kendi insanının refahı ve ilerlemesi için istemiştir.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne, tam üyelik başvurusunun altında imzası olan dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın değerlendirmesi günümüz için de geçerlidir: “Hiç beğenmediğimiz, istemediğimiz lafları duyabiliriz; ama cesaretli, aynı zamanda sabırlı, dikkatli, hesaplı olmamız mecburiyeti vardır. Ancak, bu şartlar altında muvaffak olabileceğimizi söyleyebilirim ve erken bir tarihte muvaffak olabileceğimizi söyleyebilirim. Ama meseleleri yanlış götürür, bir sansasyona götürürsek yanlışlıklar yaparız, bunda başarılı olmayabiliriz. Bu meseleyi, Türkiye’nin geleceğinde çok önemli bir değişiklik, çok önemli bir adım olarak görüyorum.”
Avrupa Birliği’nden esen sert rüzgarlara ve taraflar arasındaki sorunlara rağmen Türkiye, insan haklarına saygılı demokratik bir ülke olduğu sürece, ekonomik gelişmesini daha da hızlandıracak, AB ülkeleri ile arasında olan gelir farkını azaltacaktır ama tren çoktan kaçmıştır ve bir gün AB üyesi olamayacaktır. AB tarihinde 1959 yılından bu yana kapıda 62 yıl bekletilen başka bir ülke yoktur. Türkiye zaten ümidi kesmiştir. 1982 yılında rahmetli Dışişleri Bakanlığı dışında bürokraside rahmetli Turgut Özal’ın direktifi ile DPT’da tarafımdan kurulan “AET Dairesi” zamanla “Avrupa Birliği Genel Müdürlüğü” olmuştur. Daha sonra AB Bakanlığı kurulmuştur ama AB Bakanlığı kapatılmıştır. Hiçbir aday ülkede AB Bakanlığı adaylık sürecinde kapatılmamıştır.
Yazıları posta kutunda oku