ÜLKEMİZE YÖNELİK TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA ATATÜRK’ÜN ÖNERDİĞİ FİKİR VE TEDBİRLER
Prof. Dr. S. Esin DERİNSU DAYI
Türkiye, Balkanlar, Avrupa, Akdeniz, Karadeniz, Ortadoğu, Kafkaslar ve Asya ile bağlantılı bir ülke. Jeostratejik, jeopolitik, ekonomik, yer altı ve yerüstü kaynakları, genç insan gücü ile de önemli dinamik bir ülke.
Bütün bu özelliklerinden dolayı, hem Türkiye Cumhuriyeti Devletimize, hem de millî sınırlarımız içindeki toprak bütünlüğümüze; hâkimiyetin; kayıtsız şartsız milletimize ait olduğu temel ilkeye, millî bağımsızlığımıza, millî varlığımıza ve varlık sebeplerimize yönelik iç ve dış tehdit ve tehlikeler, geçmişte olduğu gibi günümüzde de artarak devam etmektedir.
“Bütün dünya bilmelidir ki; artık bu devletin ve milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da millî egemenliktir. Yalnız bir makam vardır o da milletin kalbi, vicdanı ve varlığıdır”.
Atatürk’ün Türk Milletinin ruhunu ve varlığını tanımayan veya düşman olanlara asla tavizi yoktu. Çünkü, Yeni Türk Devleti’nin yapısının ruhu, kayıtsız şartsız millî egemenliktir. Milletin egemenliğine, millî varlığına ve Misak-ı Millî sınırları içindeki millî sınırlarımız dahilindeki vatan bütünlüğümüze yönelik her türlü tehlike ve tehdit karşısında en ufak bir tahammülü yoktu.
Bu konuda, en ufak bir hoşgörü ve ihmalin olmasını bile kabul etmediği gibi, bu düşünce ve faaliyet içinde olanların da amansız düşmanı idi.
Atatürk’ün Yıldırım Orduları Grup Kumandanlığı’nın lağvedilmesinden sonra Adana’dan İstanbul’a geldiği 13 Kasım 1918 günü Boğaz’daki İtilaf Devletlerinin donanmasını gördüğünde yanındaki Yaveri Cevat Abbas’a söylediği “Geldikleri gibi giderler” cümlesi bu açıdan çok önemlidir. Bu kısa cümlenin de içinde bir liderin gelişinin ayak sesleri işitiliyordu.
Bu cümlede, milletin sıkıntılarına, çaresizliğine ve beklentilerine çare olacak bir liderin çözüm ve umud ile yola çıkışının işareti vardı.
Bu cümlede, devletinin ve milletinin varlığına, bağımsızlığına kasteden düşmanların ne kadar güçlü olursa olsun, onlar karşısında mücadele azim ve kararından asla vazgeçmeyecek ve kendisine inanan milletinden aldığı büyük bir güçle, milleti ile beraber “Ya İstiklâl, Ya Ölüm” mücadelesini yapacak gerçek bir liderin inancı vardı.
Atatürk’ün, 10 Haziran 1919’da yayınladığı genelgede; “Milletimle beraber milletin istiklali uğrunda nihayete kadar çalışacağıma mukaddesatım namına söz veririm” demesi yukarıdaki ifadelerini doğrulamaktadır.
Atatürk, nereden gelirse gelsin, kaynağı içerde veya dışarıda olan ve dışarıdan yönetilen, yönlendirilen; başka milletlerin millî doktrinlerine dayanan ve onlara hizmet eden her türlü fikir ve akımın karşısında idi. Bunlardan kaynaklanan, ülkemize yönelik tehditler karşısında da mücadele edilmesini isterdi.
Zaten, “Türkiye bütün düşmanlık dünyasına karşı kazandığı maddi ve manevi zaferlerle ölmez bir varlığa sahip olduğunu, parlak bir şekilde ispat etmiştir” ve edecektir de.
Atatürk’e göre; Türkiye’yi dinamik idealine “varmaktan alıkoyan iki kuvvet vardır. Biri dış düşmanlardır. Bunlar bizi bir sömürge haline koymak için ilerlememizi istemeyenlerdir. Fakat… bizim için bunlardan daha zararlı ve daha öldürücü bir sınıf daha vardır: O da içimizden çıkması muhtemel olan hainlerdir.
Aklı eren, memleketini seven, gerçeği gören kimselerden böyle bir düşman çıkmaz. İçimizden böyleleri çıkarsa onlar, ya aklı ermeyen cahiller, ya da memleketini sevmeyen kötüler, ya gerçeği görmeyen körlerdir. Cahil dediğimiz zaman mutlaka, okula gitmemiş olanları kastetmiyoruz, kastettiğim ilim, gerçeği bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okuma bilmeyenlerden de gerçeği gören bilginler çıkar”.
Bir devletin ve milletin siyasi, askeri, kültürel, ekonomik, hukuk, eğitim, sosyal vs. alanlardaki hayatına dışarıdan yapılacak her müdahale, o milletin bağımsızlığını tartışılır hale getirir.
Şüphesiz kendi yaşantısını sağlama yeteneğinden yoksun olan bir devlet ve millet de gerçek mânâda bağımsız olamaz.
Dolayısıyla devletin icra organları olan Yasama, Yürütme ve Yargı gücünün yetki, görev ve sınırları TC Anayasası ile belirlenmiş olup; bu yetkiler yerli ve yabancı başka bir kişi, kurum, kuruluş veya millet ve devlet ile paylaşılamaz.
“Siyasi kuvvet, millî irade ve egemenlik milletin bir bütün halinde ortak kişiliğine aittir; birdir, bölünemez, ayrılamaz ve devredilemezdi.”. İşte bundan dolayı 21 Kasım 1922’de başlayan Lozan Görüşmeleri, 4 Şubat 1923’de yarıda kesilmiş ve heyetimiz geri dönmüştü. Peki kesilmesinin sebebi ne idi? Çünkü Sevr ruhu ile hareket eden İtilaf Devletleri, Sevr’i tekrar olabildiğince yaşatmak, canlandır mak istiyorlardı.
İtilaf Devletleri’nin Heyetimize sundukları barış tasarısında anlam ve öz bakımından, istiklalimize zarar veren şartlar vardı. “Özellikle adli, mali ve iktisadi konulardaki maddeler çok ağırdı”.
Oysa Atatürk, “idari, siyasi, mali, iktisadi ve diğer konularda, millet ve memleketin haklarını ve istiklalini tam ve güvenilir bir şekilde elde etmek ve düşmandan kurtarılmış olan topraklarımızın kesin olarak boşaltılmasını şart koşmak esası”. üzerinde durmuş ve heyetimize de bu yönde talimatlar verilmişti.
Çünkü Atatürk’e göre; millet hâkimiyeti çok önemli idi ve “Hâkimiyet, hiçbir anlamda hiçbir şekilde, hiçbir renk ve hiçbir kılavuzlukta ortaklık kabul etmez”di.
Atatürk “Hâkimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir” derken ve bugün dahi TBMM duvarlarına yazılan bu sözün gerçek anlamını ve gücünü kavramamız ve sahiplenmemiz gerekiyor.
Gerek resmi, gerekse gayri resmi; gerek ferdi, gerekse milletçe atacağımız her adımda, yapacağımız her işte alacağımız her kararda; bu, millî menfaatlerimize uyar mı? Ona zarar mı verir, yoksa hizmet mi eder? Bağımsızlığımızın dayandığı temel niteliklere zarar mı, yoksa faydası mı olur? Bu sorularının cevaplarında, kesinlikle olumsuzluk ve olumsuzluk ihtimali dahi olmamalıdır.
“Türk milletinin maddi ve manevi huzuruna her şeyden fazla önem vermek”. ve bunu sağlamaya, korumaya çalışmak her Türk vatandaşının ilk hedefi olmalıdır.
“Milleti millet yapan, ilerleten ve yükselten kuvvetler vardır; fikir kuvvetleri ve sosyal kuvvetler…” dir.
Bununla beraber bütün bunların hepsi tek bir kuvvettir.
Millet, “dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu bir siyasi ve sosyal toplumdur” diye tarif eden Atatürk; Türkiye halkını, “ırkî veya dini ve kültürel yönden birleşmiş, bir diğerine karşı, karşılıklı hürmet ve fedakarlık hisleriyle dolu ve kaderi; geleceği ve çıkarları ortak olan bir toplum” olarak değerlendirir. Yine Atatürk’e göre Türk vatandaşları, “Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır”.
Atatürk, hem devletine, milletine yönelik her türlü tehdit ve tehlike ile hem de iç ve dış düşmanlara karşı “milletimizin tek bir vücud gibi gösterdiği birlik ve gayret sayesinde başarıya ulaştığını”17 (4 Ekim 1922) yaşayarak tecrübe etmişti. Kazanılan başarının, milletin kuvvetlerini birleştirmesinden ileri geldiğini biliyordu ve “aynı başarıları ileri de de kazanmak için aynı temele dayanmak ve aynı yolda yürümeyi tavsiye ediyordu”.
“Bir milletin ruhu zaptolunmadıkça, bir milletin azim ve iradesi kırılmadıkça, o millete hâkim olmanın imkanı yoktur.
Oysaki asırların yarattığı millî bir ruha, kuvvetli ve daimi bir millî iradeye hiçbir kuvvet karşı koyamaz” diyordu.
Millî ruhu, millî birlik ve beraberlik ruhunu zedeleyen ve manevi gücü zayıflatan, ülke insanlarının suni olarak bölünmesidir.
Bu nedenle Atatürk;
“Efendiler, bir memleketin, bir memleket halkının düşmandan zarar görmesi acıdır. Fakat, kendi ırkından büyük tanıdığı ve başlarında taşıdığı insanlardan vefâsızlık, felaket görmesi ondan daha acıdır. Bu, kalp ve vicdanlar için unutulmaz bir yaradır” der.
Yine, çok hassas olduğu bu konuda; “Bugünkü Türk milleti, siyasi ve sosyal topluluğu içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır. Fakat, geçmişin bu keyfi idare devirlerinin sonucu olan bu yanlış adlandırmalar, düşmana alet olmuş birkaç gerici ve beyinsizden başka hiçbir millet ferdi üzerinde, kederlenmekten başka bir etki meydana getirmemiştir. Çünkü bu milletin fertleri de, genel Türk toplumu gibi aynı ortak geçmişe, tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar… Bugün içimizde bulunan Hıristiyan, Musevi vatandaşlar, kader ve talihlerini Türk Milleti’ne vicdanı arzularıyla bağlandıktan sonra kendilerine yan gözle, yabancı gözü ile bakmak; medeni Türk milletinin asil ahlâkından beklenebilir mi” der.
“Milletin varlığını devam ettirmek için, fertleri arasında düşündüğü müşterek bağ, asırlardan beri gelen şekil ve mahiyetini değiştirmiş, yani millet, dini ve mezhebi bağlar yerine, Türk millîyeti bağı ile fertlerini toplamıştır”.
“Milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtri zekasını, ilme bağlılığını güzel sanatlara sevgisini, millî birlik duygusunu sürekli olarak ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek geliştirmek millî ülkümüzdür”.
“Vatandaşların saadet ve huzurunun Cumhuriyet kanunlarında ifade olunan millî birlikte saklı bulunduğunu, bundan dolayı vatan haricinden hiçbir iğfal ve tahrikin olamayacağını” ifade eden Atatürk, yapılan veya yapılacak olan olumsuz propagandalar ile, Türk milletinin kendi kendine yetemeyeceğini ve asla başarılı olamayacağına inananlara; “Efendiler, maddi ve özellikle manevi çöküş korku ile… güçsüzlükle başlar”.
Güçsüz ve korkak insanlar, herhangi bir felaket karşısında, milletin de uyuşukluğa düşmesine ve çekingen duruma gelmesine yol açarlar. Güçsüzlük ve kararsızlıkta o kadar ileri giderler ki, adeta kendi kendilerine hakaret ederler. Derler ki: “Biz adam değiliz ve olamayız! Kendi kendimize adam olmamızın imkanı yoktur: Biz, kayıtsız ve şartsız olarak varlığımızı bir yabancıya teslim edelim.
Türkiye’yi böyle yanlış yollarda çökme ve yok olma uçurumuna sürükleyenlerin elinden kurtarmak lazımdır. Bunun için bulunmuş bir gerçek vardır.
Ona Uyacağız. O gerçek Şudur:
Türkiye’nin düşünen kafalarını yepyeni bir imanla donatmak… Bütün millete taptaze bir manevi güç vermek” tir der.
Türk milletinin doğrudan doğruya kendisinin yaptığı Millî mücadele’ye millî ülkü ve millî onurun sebep olduğunu belirten.26 Atatürk, millî ülküye tam iman ve onun gereklerini tereddütsüz yerine getirmenin sonucunun mutlaka başarı olacağını biliyordu.
Çünkü “millî varlığımızın temeli, millî şuur ve millî birlikte” olduğundan; Millî birlik duygusunu sürekli ve her türlü vasıta tedbirlerle besleyerek geliştirmek millî ülkümüz” olmalıdır.
Millî varlığımızı millî şuur ve millî birlikle devam ettirmek isteyen “Türk esareti kabul etmeyen bir millettir, Türk milleti esir olmamıştır” Türkiye, esir olarak mahvolmaktansa, son nefesine kadar mücadele ve savaş vermeyi azmetmiştir”.
Kendisini yok etmek isteyen hiçbir güç karşısında eğilmeyen Türkler bir bağımsızlık savaşı vermişlerdir. Bu “ (Millî hareket) hareket milletin bir arzusudur. Hatta bir ihtiyacıdır. Bu arzu ve ihtiyacı doğuran şey de şahıslar değil, bizzat olaylardır. Devletini birlik ve bağımsızlığını tehdit eden meşru olmayan birtakım ihtirasat, topraklarımıza hiçbir hakka dayanmaksızın gerçekleşen saldırılar, tehlikeler karşısında millet birleşmek gereğini duymuştur. Böyle bir harekete macera demek bu harekatı takdir edenleri maceraperestlikle adlandırmak gafillik, garazlık değil midir?”32 diyen Atatürk, Türk milletinin kendisine yönelmiş tehdit ve tehlikeler karşısında birleşmek gereği duyarak, kendi arzusuyla millî mücadeleyi yaptığını; bu istek ve ihtiyacın şahıslarda değil olaylardan kaynaklandığını vurgulamaktadır. Yusuf Hikmet BAYUR, “Türk İnkılabı Tarihi” adlı eserinin “önsöz”ünde; Atatürk’ün gerçekleştirdiği inkılâbı, başarılı olmamış veya yarıda kalmış diğer inkılaplardan ayırt etmek için “Atatürk İnkılâbı” denilmesinin uygun olacağını düşündüğünü ifade etmektedir.
Ancak yaptığı bütün hizmetlerin şevk ve gücünü milletinden alan ve yaptığı tüm hizmetlerini de milletine mal etmek ısrarında olan Atatürk’ün, kendisine has tevazu ve her şeyde Türk milletini ileri sürmek isteğinden dolayı; bu son inkılabın adının “Türk İnkılabı”; dersin adının da, Türk İnkılabı adını taşımasını emrettiğini, bu emre uyarak da kitaba “Türk İnkılabı Tarihi” adının verildiğini açıklar.
Atatürk Kısa ömrüne ve az zamanda çok şey yapmasına rağmen “Benim Türk Milleti’ne, Türk Cumhuriyeti’ne ait görevlerim bitmemiştir. Sizler onları tamamlayacaksınız” diyerek, 1938’den günümüze, yapmış olmamız gereken ve yapmamız gereken çok şeylerin olduğunu hatırlatır ki, bizimde hatırlamamız gerekiyor.
Zaman zaman yaşanan bazı olumsuzluklara ve zorluklara rağmen Milletin kararına daima güvenen “Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağım oldu. Kendimi hiçbir zaman Osmanlılığın telkin ettiği başka ulusları öven ve Türklüğü aşağı gören eksiklik duygusuna kaptırmadım” diyen Atatürk; “Ne mutlu Türk’üm diyene”35 diyecek kadar Türklüğü ile övünen “Türk! Övün, çalış, güven”36 diyerek, kendisini ve gücünü tanımasını telkin eden; “Yüksel Türk… Senin için yüksekliğin sınırı yoktur”37 diyecek kadar, büyük ve yüce bir hedef gösteren vatansever bir liderdir.
Bugün biz, bu sözleri sloganlaştırdık, her yere yazdık ama, insanların ruhlarına, gönüllerine, akıllarına gerçek ve samimi duygularla yazıp yerleştirip gerçek bir bilinç oluşturabildik mi? Bugün bunu ciddi olarak sorgulamamız gerekiyor.
Atatürk, millî bilinci uyandırarak; millî bütünleşmeyi sağlamak istiyordu. Çünkü, geçmişte Türk aydınlarının kendini bilmemesi ve başka milletlerde şu veya bu sebeple üstünlük varsayarak kendini onlardan aşağı görüp nefsine olan güvenini yitirmesinden dolayı ciddi sorunlar yaşadığını biliyordu. Bundan dolayı “Artık bu yanlış görüşe son vermek Türklüğümüzü bütün asalet ve necabeti ile tanımak ve bu gerçeğe bütün Türklerin inanmasını, bununla övünüp kendine güvenmesini ülkü bildim” demektedir.
Atatürk’ün; bu sözlerinden millîyetçiliğin kendimize güvenin bir simgesi, kendimizi bir millet olarak tanımanın görüntüsü olduğunu söyleyebiliriz.
Atatürk’ün “Biz doğrudan doğruya millîyetperveriz ve Türk millîyetçisiyiz; Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur.
Bu topluluğun efradı ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluluğa dayanan cumhuriyet de kuvvetli olur” sözlerinden Cumhuriyetin, Türk kültürü ile kuvvetle donatılmış Türk topluluğuna dayandığı takdirde, varlığını da güçlü bir şekilde devam ettirebileceği gerçeği ortaya çıkmaktadır.
Öyleyse kendimizi tanımamak, güvenmemek ve aşağılık duygusuna kapılmak, bir milletin bugünü ve gelecekteki varlığı için en büyük tehdittir ve tehlikedir.
Bu tehdit ve tehlikeyi yok edecek en önemli tedbir Atatürk’ün ifade ettiği gibi, kendine güvenen ve Türk kültürü ile dolu bir toplum yetiştirmektir.
Atatürk, kökü dışarıda olup; dışarıdan yönlendirilen, devletimizin temellerinin dayandığı temel niteliklere, milletimizin inanç ve fikirlerine ters düşen; huzurunu, güvenliğini ve varlığını tehlikeye düşüren her türlü akım ve ideolojiye karşı idi.
Mesela Bolşevizm hakkında. “Bizim memleketimizde bu doktrinin hiçbir şekilde bir yeri olamaz. Dinimiz, adetlerimiz ve aynı zamanda sosyal bünyemiz tamamiyle böyle bir fikrin yerleşmesine uygun değildir… Türk Milleti lüzumu halinde mücadeleye hazırdır” demiştir.
O günün şartları içinde Bolşevik Rusya ile siyasi ve askerî ittifak kurmaya çalışırken; komünizm ve bolşevizme karşı alenin aleyhtarlığı uygun görmez ama, “bilâ kayd-ü şart Rus tabiiyeti demek olan dahildeki komünizm teşkilatı gaye itibariyle tamamen bizim aleyhimizdedir. Gizli komünizm teşkilatını her surette tevkif ve teb’it etmek mecburiyetini”de hissetmiş ve zamanı geldiğinde de gerekenleri de yapmıştır.