ATATÜRK İLE YESEVİ’NİN ORTAK DÜŞÜNCE ZEMİNLERİ
Doç. Dr. Dosay KENCETAY* * Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk Kazak Üniversitesi / TÜRKİSTAN-KAZAKİSTAN.
Mustafa Kemal Atatürk ile Hoca Ahmet Yesevi farklı zemin ve zamanlarda yaşamasına rağmen düşünce tarzları ve ilkeleri ortaktır.
Her ikisi yaşadığı dönem itibariyle genel Türk tarihi içerisinde geçiş transit dönemi temsil etmektedir. Atatürk ile Yesevi ilkeleri zaman acısından ele alındığında ortak yönleri ortaya çıkacaktır. Yesevi düşüncesinin tarihteki yeri ve yaşadığı dönem, Türkler için hayati bir dönüm noktasıdır. Yesevi düşüncesi yeni değer ölçülerini o zaman ve zemine göre ayarlamada ve sunmada kendine has yöntem geliştirmiştir.
Atatürk de yeni Türk devletini kurmada ve milleti yönlendirmede yeni yöntem ve değerler manzumesini ortaya koymuştur.
Bağımsızlık benim karakterim diye, tarih sahnesine çıkan Atatürk, Osmanlı’nın çöküşü ve vatanın dört bir yandan düşman ordularınca istila edilişi, devlet topraklarının parçalandığı, ulusun haysiyeti ve namusu çiğnendiği bir kara dönemde Türk’e yakışan iradenin tecellisi olmuştur. Yesevi’nin ve Atatürk’ün düşünce temellerinde insan ve evrensellik, dönüşümsel düşünce tarzı, sabit aksiyolojik çekirdekler gibi eski Türk düşünce esasları yatmaktadır.
Onun için her ikisinin düşüncesini tanımak, bugünkü Türk dünyası için nitelik bakımından değişken şart ve hedefler karşısında yeniden değer biçme ilkelerini bulmada da ışık tutacaktır.
Milleti millet yapan iki temel unsur vardır. Biri dildir, diğeri de dindir. Dil bir milletin kültürünün, din ise medeniyetinin özünü oluşturur. Bunlardan biri yok olur ise millet millî varlığını devam ettiremez.
Onun için Atatürk “Türk demek Türkçe demektir. Ulus olmanın çok belirgin niteliklerinden birisi dildir” “…dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur” ve “…dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum” “Biz ne bolşevikiz, ne de komünist ne biri ne diğeri olamayız. Çünkü, biz milleyetperver ve dinimize hürmetkarız.” demektedir.
Sovyet felsefecileri zamanında Atatürk’ün devleti ve nizamını sosyal millîyetçilik olarak tanımlamışlardır. Atatürk’ün düşüncesinde Batı Diyalektik düşünce ve devletçilik unsurlarının temel izleri rastlanılmamaktadır. Bazılarının sandığı gibi Atatürk devletçiliğinde ne aydınlanma ne de sosyalizm vardır. Atatürk’ün kendisi de “Türkiye’nin tatbik ettiği devletçilik sistemi on dokuzuncu asırdan beri sosyalizm nazariyecilerinin ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir.” demektedir.
Atatürk bir askerdir. O teori ile pratiği birlikte götüren insandır. Atatürk zamanındaki düşünce sistemlerinin kurucuları sadece kuru nazariyecilerdir. Mesela liberalist düşünce tarzının savunucusu Smitht ve maddeci diyalektiğin savunucusu Marx fılozof-ekonomist idiler. Tarihi, toplumu ve insanı ekonomik olay ve sosyal ilişkiler acısından “birey” ve “sınıfların oyunu olarak değerlendir mekteydiler. Düşünce kalıpları ve ilkeleri zaman ve mekanı dondurarak diyalek tik hakikati anlatmaktaydı. Yani, Marx fenomenleri ve oluşları tez-antitez ve sentez acısından ele alıp açıklamaya çalışmaktadır. Bunlarda belirli bir ön kalıplar var ve ona göre değerlendirme ve yorumlar yapılırdı. Alemin içinde insan yoktu sınıflar vardı. Allah yoktu sadece madde vardı.
Atatürk’ün düşünce ve eyleminin temelinde Yesevilik düşünce tarzı vardır. Yesevi düşüncesi insanlar arasındaki “doğal sohbet” veya “eşit diyalog” ortamım sağlayan sosyal eşitlik, kardeşlik ve sevginin esas kaynağını teşkil eden bir hikmettir. Bu kültür aşkın üstünlüğü gerçeğini ortaya koyan, tamamen pratik ve ahlaki önem taşıyan sistematik düşünce tarzıdır. Yesevi düşüncesi kendini bilme sanatıdır. Bu düşünce tarzı zaman ve mekanı dondurarak değil zaman ve mekanla iç içe onunla birleşerek olayı kavrama, Alemi ve insani bütünlük içerisinde değerlendirme vardır. Atatürk olayları ve gelişmeleri insan merkezli bir düşünce kalıplarıyla değerlendirirdi.
Atatürk’te Allah, Alem ve İnsan kategorik olarak birliktedir. Atatürk’de insan, olayları ve gelişmeleri kendi kontrolünde tutan etkin süje ise, Marx ve diğerlerinde insan, olayların yönettiği bir esirdir. Bu açıdan bakıldığında Atatürk düşüncesinde, ilke ve idesinde Batı tarzı kalıplar ve düşünceler yoktur.
Atatürk’ün yaptığı devrim bu Türk’e has bir devlet inşasıdır. Türkün kendim yeniden yorumlamasıdır. Yeni değerler yaratmanın ve millî bir transformasyonun fenomonolojik örneğidir. Halkın iradesini yansıtan cumhuriyet ilkesel olarak Batıdan veya ondan bundan alınmış veya dikte edilmiş bir nizam değildir. Halka ait yönetim ve seçimle gelen yöneticilik Türk tarihinde mevcuttur. Eski Türk devletlerinde hakanın seçimle han olması, kurultay gibi kurumunun han ile halk arasındaki birliği ve geleceği belirlemesi, aksakallar meclisi ve onayının büyük önem arzetmesi, Türklerin ta baştan cumhuriyetçi olduğunun kanıtıdır. Batılı kalıpta bir cumhuriyet anlayışı olmasa bile, halk egemenliğini öngören ilkeler ve düşünce tarzı Türklerde vardır.
“Bu memleket tarihte Türk’tü, halde de Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır. Türk milletinin tarihi Osmanlı tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi daha eskidir ve bütün milletlere kültür çağı açmış olan millet Türk milletidir. Biz bugünkü Türkler de onların çocuklarıyız”. Evet gerçeği de öyledir, Atatürk’ün ülkücülük ruhunu besleyen ve onu ata yapan Osmanlıdır, Osmanlıyı Osmanlı yapan da Türk milletidir ve Türk varlığını ortaya koyan da İslam’dır.
İşte Atatürk, Türk’ün geçmişinin üç çağı ve haletini birlik ve bütünlük içerisinde yorumlayabilen, yoğuran ve sonuçta yeni bir değer kuvvetini bulan insanlık tarihinin en büyük dehasıdır.
Atatürk iyi bir Müslüman olarak dinine, kitabına, peygamberine çok saygılıdır. Onun derdi millete dinini, peygamberini, kitabını yeniden ve zamanın şartlarına göre tanıtmak ve ona göre eğitmek olmuştur. Atatürk diyor ki: “…temeli çok sağlam bir dinimiz var. Malzemesi iyi, fakat bu bina, uzun asırlardır ihmale uğramıştır.
Atatürk’ün yaşadığı dönem dünya Müslümanlarının ezildiği, yabancı devletlerin esiri olduğu ve inlediği bir kara dönemdi. Müslümanların çağa ayak uydura bilmeleri için dini yeniden yorumlamaları ve anlamaları gerekmekteydi.
Bu konuda Atatürk şöyle diyor: “Türk Kuran’ın arkasından koşuyor, fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden ibadet ediyor. Benim maksadım arkasından koştuğu kitap da neler olduğunu Türk anlasın”.
Burada dil ve anlama söz konusudur.
Yesevi atamız da:
“Ayet hadis manası Türki olsa muvafık, Anlamına erenler yere koyar börkünü”- demektedir.
Gördüğümüz gibi anlayarak bilmek ve anlamadan bilmiş görünmek arasında büyük bir fark vardır: Olmak ve görünmek. Anlama olgusu insan varlığının hayatında her işte şuurlu olmasının şartıdır. Onun için insan hayatındaki felsefi, dini, bilimsel, okkült-sırrî vs. bilgilerinin hepsinin gayesi anlatmaktır.
Bize Türklere dinimizi, peygamberimizi ve kıblemizi tanıtan ve sevdiren Yesevî’dir. Tabii, ki Atatürk de bir Türk olarak “Hz. Muhammed Allah’ın birinci ve en büyük kuludur: O sonsuza kadar ölümsüzdür’” diyor.
Gerçek ibadet ve kulluk insanı kendi kendisini muhasebe etmeye, suçu başkasın da değil kendinde aramaya sevk edecektir. Yesevi kendinden habersiz kalanlara; et ve kemiklerini eğip bükmeyi bir kalıp ve adet haline getirenlere; bedenin hareketleriyle amacına ulaşmak için ibadet eden gafillere; gösteriş ve riyadan ibaret ibadetlerini bencillik örtüsüyle örtenlere; kendilerini topluma dinin bekçileri ve cennetin tellâlları olarak göstermeye çalışan abid ve mollalara içten acımaktadır. Onların dindarlığı sadece, kural ve kaideleri yerine getirmekten ibarettir. Onların Allah’a yaptığı ibadetleri de ticarete dayanmaktadır:
“Işk pazarı Uluğ bazar, sauda/ticaret/ haram,
Aşıklara Sen’den başka kavga haram.11” Onlar, Allah’tan bekledikleri sevaplarını da sayı ve hesaba çevirmektedir. Bunun gibilere Yesevi, hikmetlerinde “Görünüşün sûfı, evliyasın ama hiçbir zaman Müslüman olmadın”, diye uyarmak ta ve insanları onlardan uzak olmaya davet etmektedir. Sebebi, onlar, gönül ve ruhtan başka tüm şeylerden ümit ummaktadır, ama ruhtan şüphelenmektedir. Allah’ı Gökte arıyorlar ve kendi ruh âlemine bakmayı bilmezler. Kendi Mâna ve hakikatlerinden kaçtıklarının farkında bile değillerdir. Camiler doldurup, “Allah-Allah” deyip, eğilip bükülüp, yüzlerini cennete çeviren yolcular, cehalet örtüleri ve kalıplarıyla insani manadan gittikçe uzaklaşmaktadır. Bunları Yesevi, cahiller olarak nitelemektedir.
“Alimim deyip, Kitap okur, mânâsını kavramadan, Tekebbür, bencilliği, dini tutmaz,
Onun gibiler alim değil, cahil nadan…”. Yesevi, ruhun huzuru ile saadetine düşman ve görünüşte “evliya kesilenlerle” mücadele etmekten hiçbir zaman geri kalmamıştır: “İlmi yok, amiden beter, ahir zaman şeyhleri Beline kayış bağlayıp, kendini kişi sanar, Başına destar sarar, ilmi yok neye yarar, Oku yok yay çekerler, ahir zaman şeyhleri…”
Yesevi, katı doğmalar dan önce dini ve yoldan önce muradın esas olduğunu düşünemeyen zahidler ile şekle bürünen ulemalardan nefretle söz etmektedir:
“Kadı olan ve rüşvet yiyen alimleri, nâr-i sakar’da gördüm, Zalim olan ve yetimin malını yeyip, gönlünü kıran, yüzü karaları “mahşerde tutuklu” gördüm, Cemaate katılmadan terk-i namaz kılanları, Şeytanla beraber “derk-i esfelde” gördüm” ve Oruç tutup ve halka riya kılanları, Şeyhim deyip, “başa bina yapanları, Son deminde, imanından cüda kıldım.”.
Atatürk de “…dinden maddi menfaat temin edenler iğrenç kimselerdir. İşte biz bu vaziyete muhalifiz ve buna müsaade etmiyoruz.
Türk milletinin din duygularını bir sürü skolastik cahilin eline bırakamayız ve ileride bu işi bizzat eline alacağını söylüyor.
Evet, Atatürk laisizmi/laikliği devletin ilkesi olarak görmüştür. Ama Atatürk’ün laiklik anlayışı Batı ve Dünkü Sovyet laiklik anlayışıyla bir değildir. Atatürk’ün laiklik anlayışının farkı ve özelliği de Türk tarihinde yatmaktadır. Devlet dini eğitim ve dini idareyi de kendi bünyesinde bulundurmaktadır. Din ile hilafet başka şeylerdir. Yeryüzünde Allah’ın devletini kurma veya Allah’ın adına devleti yönetme saçmalığı Atatürk’ün yaşadığı dönemde her iki medeniyette de bilinen bir gerçek idi. Dünya düzeni bir bütün kozmos halinde aşkmlıktan içkinliğe doğru gidiyordu. Allah’ın transendental/müteal yorumunun savunulması yavaşlamıştı. Düşüncedeki immanental/ içkin kalıplar somutlaşarak zaman ve zemine göre yeni bir oluşum sergilenmekteydi. Ve bu oluşumun hızı da giderek artmaktaydı. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin de bu hızı yakalaması ve gelişmesi zaruriydi. Yanı, Türkiye Cumhuriyeti Türk tarihinde bir gerekliliğin sonucudur.
Yesevilikte insanın olgunluğa erişmesini sağlayan dört önemli ilke mevcuttur. Bunlar “zaman, mekan, ihvan ve rabt-i sultandır”. Bir insanın olgunluğa erişmesi için ilk önce mekana, yani bir vatana ihtiyacı vardır. İkinci o vatanda o zamanda sulh, istikrar olması şarttır. Üçüncü bu yoldakilerin yakınlığı kardeşçe olmalıdır. Dördüncüsü devlete ve devletin başındaki yöneticiye sadık olması şarttır.
Bunlar Yesevilik kültürünün askerî bir yapıya sahip olduğunu sergilemektedir.
Atatürk de aynı ilkeleri kendince yeniden yorumlamış gibidir. Mekan-Atatürk’de ise vatan ve vatanın bölünmezliği, Zaman-ise sulh, yurtta sulh, cihanda sulhtur, ihvan – millîyetçilik, insan sevgisi, rabt-sulta ise-cumhuriyetçilik ve devletçiliktir.
Atatürk’ün Türk Dünyasına yönelik hedef düşünceleri de kendi başına bir konu dur. Geleceğe yönelik, “Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse daha önceden kestiremez.
Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler.
Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir, işte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir… Bizim bu dostumuzun iradesinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Bunlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprülerini sağlam tutarak; dil bir köprüdür, inanç bir köprüdür, tarih bir köprüdür
Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde, bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz, bizim onlara yaklaşmamız gerekli…14-demesi, Atatürk’ün bir gaibi bilen değil de, gerçek tarihi kavrayabilen bir devlet adamı olduğunun kanıtıdır.
Bu hedefler bizim gibi bağımsızlığına yeni kavuşmuş genç devletler için hayati önem arz etmektedir. Atatürk’ün kişiliği, tarihi şahsiyeti, devletçiliği ve eserleri bizler için örnektir. Onun için Nursultan Nazarbayev, “Atatürk’ü tanımak kendi devletimizin geleceğinin nasıl şekilleneceğini bilmektir”- demektedir.
Son olarak, bizim tarihimizde, evrenselleşen dünya karşısında millî varlığımızı ve devletimizi koruyabilecek değerler manzumesini öz tarihi şahsiyetlerinde somutlaştıran iki büyük sima var: Yesevi ve Atatürk. Bugünkü kuşağın asli görevi iki büyük atamızı tanımak ve tanıtmak olmuştur.