Site icon Turkish Forum

ATATÜRK’ÜN AZINLIKLAR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

ATATÜRK’ÜN AZINLIKLAR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ Prof. Dr. Ramazan TOSUN* - istanbul ermenileri istiklal caddesi 1899

ATATÜRK’ÜN AZINLIKLAR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
Prof. Dr. Ramazan TOSUN*

Azınlık tabiri insanlık tarihi kadar eskidir. Diğer bir ifadeyle; insanlar toplumlar halinde yaşamaya başladıktan beri, her toplumda azınlıklardan bahsedilmektedir. Azınlık tabirinin değişik tanımları yapılmıştır. Bu tanımlardan şöyle bir sonuç çıkarmak mümkündür:

Azınlık; Bir ülkede hâkim olan çoğunluktan soy, din, dil, kültür ve gelenek gibi hususlarda farklılık gösteren küçük topluluktur.

Osmanlı Devleti’nin Batı karşısında üstünlüğünü kaybetmesi,

XVIII. Yüzyılda önce Amerika, sonra da Fransa’daki gelişmeler, Osmanlı zimmîleri üzerinde etkili olmaya başlamıştır. “Çocuklarını Avrupa’da okutup Batı kültürüyle yetişmelerini sağlayan, askere gitmemelerinden ve dil bilmemelerin den kaynaklanan üstünlüklerini iyi kullanarak, Osmanlı ekonomisinde üstün bir yer elde eden zimmîler bağımsızlık isteği ile ayaklanmaya başladılar”. İşte bu gelişmelerden itibaren Batılı devletler Osmanlı Devleti’nin tasfiyesinde bu unsurları kullanmaya başlamışlardır. Diğer bir ifadeyle “Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmak için bir bahane bulan bu devletler, siyasal amaçlarını gerçekleştirmek için bu toplulukları Osmanlı Devleti üzerinde bir baskı aracı olarak kullandılar”.

Rumlar, Osmanlı döneminde elde ettikleri hakları Bizans döneminde dahi elde edememişlerdir. Fakat, “Rum Patrikhanesi ve kilise teşkilâtı kendilerine gösterilen bu tolerans ve insanlığa hiç de layık olmamıştır.Bilinen köken ve yetişme tarzları sebebiyle her zaman Türklük aleyhinde çalıştılar ve her fırsatta bu duygularını açığa vurdular”. Rumlar, aynı zamanda ekonomik bakımdan da geniş hak ve imkanlara sahiptiler. Bunun sonucunda, “Rum köylüsü 19. yüzyıl başlarında Batı Avrupa köylüsünden çok daha refah içinde idi…Rum tüccar ve gemicilerinin durumu, Rum köylüsüne göre çok daha elverişli idi”.

Kısaca, Rum unsuru hem ekonomik, kültürel ve eğitim, hem de siyasi ve hukukî bakımdan çok iyi durumda olmasına rağmen, Sanayi İnkılâbı ile daha da güçlenen Avrupalı devletlerin Fransız İhtilâlinin yaydığı fikirleri kendi çıkarlarına uygun olarak kullanarak Osmanlı Devleti’ni “Şark Meselesi” çerçevesinde tasfiye etme politikalarında kullanılan baş aktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durum Yunan devletinin kurulmasıyla sona ermemiştir. Aynı davranışlar 1830’dan sonraki yıllarda bitmemiş, bilhassa Mütareke ve Millî Mücadele Dönemlerinde ihanet artarak devam etmiştir.

Osmanlı idaresinde yaşayan Ermeniler de en az Rumlar kadar imkânlara sahip idiler. Buna rağmen Osmanlı Devleti’ni parçalama, Türk Milletini yok etme planlarında Ermeniler de rol almışlardır. Ermenilerin, 19. yüzyılın son çeyreğinde ve I. Dünya Savaşı sırasında Türk Milletine yaptıkları herkesin malumudur.

Mondros Ateşkes Anlaşması’nın 7. ve 24. maddeleri, başta İngiltere olmak üzere İtilâf Devletleri’nin ülkemizdeki gayr-i Müslim unsurları kullanarak Osmanlı topraklarında hedeflerine varmak için kasıtlı olarak konulmuştur. O günün şartlarında Osmanlı ülkesinde huzursuzluk çıkaran unsurlar gayr-i Müslimlerdir. Bu cesareti de İtilâf Devletleri’nden almaktaydılar. Ayrıca, gerek Mütareke, gerekse Millî Mücadele Dönemlerinde İtilâf devletleri ve onların yerli işbirlikçileri olan gayr-i Müslim unsurlar, Anadolu’da Hıristiyanların yok edilmeye çalışıldığı propagandasını yapmışlardır. İşte ülke bu şartlarla karşı karşıya olduğu tarihlerde, 19 Mayıs 1919 günü Mustafa Kemal Paşa Samsun’a çıkar ve ülkenin içinde bulunduğu vaziyeti değerlendirirken, azınlıkların yıkıcı faaliyetlerine de temas eder. “Memleketin her tarafında Hıristiyan azınlıklar gizli veya açıktan açığa kendi özel emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye, devleti bir an önce çökertmeye çalışıyorlar” 6. Bu yıkıcı faaliyetlerin merkezinde Rum Patrikhanesi var. “İstanbul Rum Patrikhanesinde Mavri Mira adlı bir kurul oluşturulmuştur. Bunun başkanı Patrik vekili Droteos…

Kurul doğrudan doğruya Venizelos’tan talimat alıyor. Rumların ve Yunan Hükûmetinin paraca yardımıyla pek büyük bir malvarlığına ulaşmıştır.

Görevi, Osmanlı İllerinde çeteler oluşturmak ve yönetmek…

İstanbul Patrikliği ve Yunan Konsolosluğu silah ve cephane deposu durumuna sokulmuştur.Kiliseler de tapınma yerinden çok askerî depolar gibi kullanılmaktadır.

Ermeni Patriği Zaven Efendi de Mavri Mira Heyeti tarafından satın alınmıştır”.

Ayrıca, Karadeniz Bölgesinde de Pontus çetelerinin saldırıları devam etmekteydi. Mustafa Kemal Paşa, bölgedeki bu tehlike karşısında millî teşkilâtın kurulmasına karar vermiştir.

Yine bu tarihlerde, İzmir’den sonra Manisa ve Aydın’ın da işgal edilmesi ve işgalcilere bölgedeki Rumların destek vermeleri karşısında gösterilen tepkileri yetersiz bulan Mustafa Kemal Paşa, 28 Mayıs 1919 tarihinde valilere, Erzurum, Ankara ve Diyarbakır’daki Kolordu Komutanlıklarına, Konya’daki Ordu Müfettişliğine gönderdiği genelgede ; “Yurt bütünlüğümüzün korunması için, milletçe gösterilen tepkinin daha canlı ve sürekli olması gerekir…düzenlenen millî gösterilerde terbiye ağırbaşlılığın titizlikle korunması, Hıristiyan halka karşı saldırı, gösteri ve düşmanlık gibi tavır ve davranışlardan sakınılması zarurîdir”9, demektedir. Mustafa Kemal Paşa’nın bu genelgesinden sonra mitingler daha yaygın yapılmaya başlamıştır. Bunun üzerine İtilâf Devletleri ve onların yerli işbirlikçileri tepki göstermeye başlamışlardır. İtilâf Devletleri’nin amacı millî hareketi boğmak, bunların yerli işbirlikçileri ise İtilâf Devletleri başta olmak üzere dünya kamuoyunun dikkatini kendi üzerlerine çekerek, dış müdahaleye zemin hazırlamak idi. Mustafa Kemal Paşa bu tepkilere verdiği cevapta ; azınlıkların ve onların hamilerinin tedirgin olmaları için bir sebep olmadığını vurgulamıştır.

Mustafa Kemal Paşa, Amasya Genelgesinde karar altına alınan Sivas Kongresi’ nden önce, Doğu Anadolu’da bir Ermeni, Karadeniz Bölgesinde de Rum Pontus Devleti kurulması tehlikesine karşı toplanan Erzurum Kongresi’ne katılmıştır. Kongreye başkan seçilen Mustafa Kemal Paşa, yaptığı açış konuşmasında azınlıklar ve faaliyetlerine de temas ederek, “Osmanlı uyruğundan olan Rum ve Ermeni azınlıklar gördükleri kışkırtma ve desteklerle millî namusumuzu yaralayacak taşkınlıklardan başlayarak sonunda, acı ve kanlı olaylara dönüşecek kadar küstâhça saldırılara koyuldular. Fakat derin bir acıyla söylemeliyiz ki, küstâhlıklar, sekiz aydır, birbiri ardı sıra iktidara geçen ve millî denetimden yoksun hükûmetlerin birbirinden daha kötü olarak gösterdikleri güçsüzlük, uyuşukluklardan, başkentte bazı basın organlarında görülen pek çirkin hırslardan ve millî vicdanı hiçe sayarak Kuva-yı Millîye’nin ihmal olunmasından dolayı gelişmiş ve yayılmıştır, denilmektedir.

Kongre Kararları’nda da azınlıklar konusuna yer verilmiştir. Kongre Kararlarında; Her türlü işgal ve müdâhalenin Rumluk ve Ermenilik teşkili gayesine yönelik olduğu kabul edilecek ve hep birlikte karşı konulacaktır, ifadesinden sonra, “Hıristiyan azınlıklara siyasi hâkimiyet ve sosyal dengemizi bozacak imtiyazlar verilemez” denilmektedir. Böylece, Erzurum Kongresi’nde Osmanlı Devleti’nin son döneminde en önemli problemlerden biri haline gelen azınlıkların imtiyazları konusu kesin bir dille reddedilmiştir. Erzurum Kongresi’nin kararları, Sivas Kongresi’nde mahallîlik arz eden ifadeler değiştirilerek kabul edilmiştir. Dolayısıyla, azınlıklar hakkındaki ifadeler de kabul edilmiştir.

Böylece, diğer hususlarda olduğu gibi, azınlıklar konusunda da Mustafa Kemal Paşa’nın fikirleri kongrece benimsenmiştir.

Sivas Kongresi ile millî teşkilâtlar tek çatı altında toplanıp, Millî Mücadele ve Yeni Türk Devleti’nin temellerinin atılması hususlarında ciddi mesafe kat edilirken, İstanbul’dan Millî Mücadele aleyhine yoğun propagandalar yapılmaya devam ediliyordu. Sanki Millî Mücadele, ülkedeki azınlıklara karşı bir hareketmiş gibi propagandalar yapılıyordu. Bu durum üzerine Mustafa Kemal Paşa Harbiye Nazırı vasıtasıyla, İstanbul Hükûmeti’nin dikkatini çekmiştir.

Azınlıklar konusundaki hassasiyet, Sivas Kongresi’nden sonra Amasya’da İstanbul Hükûmeti Bahriye Nazırı Salih Paşa ile yapılan görüşmelerde de vurgulanmıştır. Mustafa Kemal Paşa, ikinci protokolda Sivas Kongresi kararlarının tek tek tartışıldığını anlatırken, “bildirinin dördüncü maddesindeki, azınlıklara siyasi hâkimiyet ve sosyal dengemizi bozacak nitelikte imtiyazlar verilmesinin kabul edilmeyeceği konusundaki fıkra üzerinde önemle duruldu.

Bu kaydın, bağımsızlığımızı fiilen sağlamak için, elde edilmesi zarurî bir istek olarak düşünülmesi ve bundan yapılacak en küçük bir fedakârlığın bağımsızlığımızı derinden zedeleyeceği öne sürüldü”14 ifadesini kullanmıştır.

Bu ifadeden de anlaşılacağı gibi, azınlıkların eski imtiyazlarının devam etmesi veya yeni imtiyazlar verilmesi tam bağımsızlığımız ile yakından ilgilidir.

Amasya’da görüşmeler devam ederken, başta Ali Kemâl ve Sait Molla olmak üzere İstanbul’da birtakım kişiler azınlıkları ve onların hamileri olan İtilâf Devletleri’ni Kuva-yı Millîye aleyhine kışkırtmaya devam etmişlerdir. Bu durum karşısında Mustafa Kemal Paşa, 24 Ekim 1919 tarihinde çektiği telgraf ile Harbiye Nâzırı Cemal Paşa’yı uyararak, “İngilizler ile İngiliz Muhipler Cemiyeti’ nin, İtilâf ve Hürriyet ve Nigehbancıların, Hıristiyan azınlıklar ile işbirliği yaptıkları, Anadolu’ya birçok bozguncular göndererek millî teşkilâtı sakatlama”15 niyetinde olduklarını belirtmiştir.

Amasya Görüşmelerinden sonra Mustafa Kemal Paşa ve başkanı olduğu Heyet-i Temsiliye üyeleri Ankara’ya geçmişlerdir.

Artık Millî Mücadele’nin merkezi Ankara’dır. Burada Misâk-ı Millî’nin ilk taslağı kaleme alınmıştır. Misâk-ı Millî, hem Millî Mücadele’nin, hem de kurulacak olan Yeni Türk Devleti’nin temel esaslarını ortaya koymuştur16. Azınlıkların statüsü konusu Misâk-ı Millî’nin 5. maddesinde ; ülkemizdeki azınlıkların hukuku, komşu ülkelerdeki Müslüman ahalinin de aynı hukuktan faydalanmaları şartıyla teyit ve temin edilecektir, 17 şeklinde yer almıştır. “Öteden beri bu azınlıklar, Avrupalı Devletlerin Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışmaları için uygun bir bahaneydi ve bundan dolayı da İtilâf Devletleri’nin Türkiye siyasetinin ana konularından biri, azınlıkların güvenliği idi”.

Azınlıklar konusunun Misâk-ı Millî’de bu şekilde yer almasıyla söz konusu devletlerin elindeki bu koz alınmıştır.

Nihayet, Yeni Türk Devleti’ni Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak bütün dünyaya tanıtan Lozan Barış Antlaşması’nda, ülkemizdeki azınlıkların statüsü, Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya ayak bastığı günden beri ısrarla üzerinde durduğu esaslara göre belirlenmiştir.
Mustafa Kemal Paşa’ya göre, esas olan Türk Milletinin bağımsızlığı ve tartışmasız hâkimiyetinin temin edilmesidir. Buna halel getirecek, zedeleyecek hiçbir tavizi kabul etmek mümkün değildir. Henüz Lozan Konferansı toplanmadan, Türkiye’nin Konferansta takip edeceği azınlıklar politikası belli olmuştur. Lozan’daki müzakerelerde takip edilecek esasları belirleyen Başbakanlık kararının 9. maddesinde ;

“Ekalliyet: Esas Mübadeledir”20 ifadesi yer almaktadır. Türkiye Lozan’da, Rumların mübadele edilmesi ve bununla beraber geçmişteki olumsuzlukların bir numaralı sorumlusu olan Patrikhaneyi de ülke dışına çıkarmak için gayret sarf etmiştir. Türkiye’nin bu gayretinin sebeplerini anlamak açısından yakın geçmişi hatırlamak gerekmektedir. Patrikhane, 19. yüzyılın başından itibaren millîyetçi lik isyanlarındaki rolünün yanında, Mütareke ve Millî mücadele Dönemlerinde de ihanetlerine devam etmiştir. Patrik, “İzmir’in işgâlinden altı gün önce, Osmanlı Rumlarının her türlü tebaalık sorumluluklarından muaf olduklarını ilan ederek maskesini tamamen çıkarmış; işgâl üzerine, Yunan ordularının Hıristiyanlık adına mukaddes cihâd yaptıkları ve Türkiye’deki Rumların Yunan ordusuna katılması için resmen beyânnâme yayınlamıştır”21. Patrikhânenin bu tür faaliyetleri Millî Mücadele süresince devam etmiştir. Patrikhâne sadece Batıda değil, Karadeniz Bölgesinde de bu tür faaliyetlerini yoğunlaştırmıştır.

Karadeniz Bölgesinde, “Pontus Cumhuriyeti” kurma peşinde olan Patrikhâne ve bölge Rumlarının oluşturdukları çetelerin reislerinin bizzat din adamları olduğu ortadadır. Batı’da Yunan işgâli ve Yunan-Rum ikilisinin utanç verici gaddarlıkları devam ederken, Karadeniz Bölgesinde de katliamlar başlatılmış ve Pontus devletinin kurulacağına kesin gözüyle bakılmıştır. “Hattâ Patrikhâne ‘Pontus Cumhuriyeti’ adıyla kurulacak ‘Yeni Yunanistan’ın sınırlarını belirleyen bir de harita bastırarak Anadolu’da bulunan bütün metropolitliklerine göndermiştir”. Bu haritaya göre; Batum, Rize, Trabzon, Giresun, Ordu, Samsun, Sinop, Kastamonu, Ankara, Yozgat, Sivas, Gümüşhâne, Tokat, Amasya ve Çorum Pontus Devletinin sınırları içerisinde kalacaktır 23. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Kısaca Türk Milleti bir taraftan da bu tür ihanet faaliyetleriyle uğraşmak zorunda kalmıştır. Yakın tarihimizdeki bu acı tecrübe lerin sonucudur ki Türkiye’de, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Türk Milletini temsil eden ve düşünen herkes Patrikhânenin ve onun güdümünde ki
unsurların yıkıcı faaliyetlerinin tekerrür etmemesi için gerekli tedbirlerin alınmasını düşünmekteydiler. Mustafa Kemal Paşa’nın 20 Ocak 1923 tarihinde Hâkimiyet-i Millîye Gazetesi’nde yayınlanan beyânâtı, O’nun Patrikhâne ve geleceği konusundaki görüşünü net olarak ortaya koymaktadır:

“Bir fesad ve hiyânet ocağı olan ve memleketimize nifak tohumları eken, uyuşmazlıklar yaratan, Hıristiyan hemşehrilerimizin huzur ve refâhı için de uğursuzluğa ve felakete sebep olan Rum Patrikhânesi’ni artık topraklarımız üzerinde bırakamayız. Bu tehlikeli teşkilâtı memleketimizde muhâfazaya bizi mecbûr etmek için ne gibi vesîle ve sebepler gösterilebilir?”24.

Türk Heyetince Lozan’da Patrikhâne’nin İstanbul’da kalması, ama görevlerinin dini konularla sınırlandırılması kabul edilmiştir.
Yine Lozan’da, azınlık ve yabancı devletlerin okullarının statüsü de belirlenmiştir. Azınlıklar, kendi dillerinde eğitim yapan okullarına sahip olacaklar, ancak başına buyruk olmayacaklar. Azınlık ve yabancı okulları ile ilgili diğer önemli bir düzenleme de Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile yapılmıştır. 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan Kanunun

1. Maddesi ; “Türkiye dahilindeki bütün müessesât-ı ilmiye ve tedrisiye Maarif Vekâletine merbuttur”25 ifadesiyle, ülkemizdeki bütün eğitim kurumlarını Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlamıştır. Böylece, bu okullar misyonerlik merkezi olmaktan çıkarılmıştır. Ayrıca, tarih ve coğrafya dersleri Türkçe olarak okutulacak ve okullar Millî Eğitim Bakanlığı’nca denetlenecektir 26.

Sonuç olarak ; yukarda da kısaca ifade edildiği gibi, Osmanlı Devleti’nin yaklaşık son iki yüzyılında Avrupalı devletler ve Rusya içişlerimize müdahalede ve istediklerini yaptırmada mütemadiyen içimizdeki gayr-i Müslim unsurları, bilhassa Rum ve Ermenileri kullanmışlardır. Bu durum Osmanlı’nın son yıllarında, özellikle de Mütareke döneminde Anadolu’daki Türk varlığını yok etmenin aracı
haline dönüşmüştür.

Bütün bu tarihî gerçekler göz önüne alındığında, Atatürk’ün ve dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin azınlıklarla ilgili görüş ve uygulamalarının ülkemizin ve milletimizin tam bağımsızlığı ile yakından ilgili olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü, azınlıkların Osmanlı dönemindeki imtiyazları ve bu imtiyazlar ile yabancı devletlerden aldıkları destekle ortaya koydukları tavırlar devam ettiği sürece Türkiye’nin tam bağımsızlığı tehdit altında olmaya devam edecektir.

Ayrıca, Atatürk’ün azınlıklar politikasının dış Türklerle de ilgisi olduğu açıktır. Misâk-ı Millî’de, ülkemizdeki azınlıkların hukukunun, komşu ülkelerdeki Müslüman azınlığa da tanınması şartıyla kabul edileceği şeklindeki ifade, sınırlarımız dışında kalan Türklerin haklarını garantiye almayı hedeflemektedir.
Kısaca, yakın tarihimizde yaşanılan sıkıntıların tekrarlanmaması için Lozan’daki ve iç mevzuatımızdaki düzenlemelere herkesin riayet etmesi gerekmektedir. Son yıllarda değişik vesilelerle Avrupalı Devletler ve ABD’nin ülkemizdeki azınlıklar konusundaki tavırlarına bakılacak olursa Atatürk’ün bu husustaki hassasiyeti daha iyi anlaşılacaktır.

Exit mobile version