Site icon Turkish Forum

ATATÜRK’ÜN AVRASYA ANLAYIŞI VE KIRGIZ-TÜRK İŞBİRLİĞİ

ATATÜRK’ÜN AVRASYA ANLAYIŞI VE KIRGIZ-TÜRK İŞBİRLİĞİNİN İLK ON BEŞ YILLIK BİRİKİMLERİ - kirgizistan

ATATÜRK’ÜN AVRASYA ANLAYIŞI VE KIRGIZ-TÜRK İŞBİRLİĞİNİN İLK ON BEŞ YILLIK BİRİKİMLERİ

Bahtıgül KALAMBEKOVA* * Kırgız Cumhuriyeti Tam ve Olağanüstü Elçisi, Kırgızistan Dışişleri Bakanlığı Danışmanı.

Doğumunun 125. yılında Atatürk’ü anmak, yaşamak ve yaşatmak için tertip edilen uluslararası bilimlik toplantıda hem katılımcı, hem de konuşmacı sıfatıyla son derece değerli ve seçkin alimlerin arasında bulunmak bendeniz için büyük şeref ve onur verici bir olaydır.

Bu fırsattan istifade ederek, şahsımda bir Kırgız evladının tanımaya ve keşfetme ye çalıştığı ve henüz öğrenebildiği kadarıyla benimsediği Atatürk’ün dünya tanımının günümüzün gerçeklerine yansımasından bahsetmeye çalışacağım.

Her şeyden önce belirtmemiz gereken husus şudur ki, Atatürk, öğrenmek ve öğretmek, anlamak ve anlatmak, yaşamak ve yaşatmak için bitmek bilmeyen bir mühittir.

Bu inançtan yola çıkarak, O’nun kendi hatıratlarından ve seslendirdiği düşüncelerinden oluşan Büyük Nutku Kırgız diline çevirmiş ve kitabı ana dilinde okuyan her yurttaşımın kendi Atatürk’ünü keşfetmesini sağlamak üzere ülkemin kamuoyuna sunmuştum.

Böylesine anlamlı bir günde siz değerli katılımcılara Tanrı dağlarında asırlar boyu kendi varlığını koruyan ve sağlam tutmaya gayret eden Kırgız halkının Atatürk’ü benimsediğini ve ona sarılarak sahip çıktığını duyurmak beni son derece mutlu etmektedir. Hakikaten, bugün biz Kırgızlar, Atatürk’ün en büyük bulgusu ve eseri olan kardeş ve dost Türkiye Cumhuriyeti ile ikili ilişkilerde ve işbirliğinin çeşitli alanlarında ulaşabildiğimiz sonuçlardan fevkalade memnunuz ve Kırgız-Türk ilişkilerinin geleceğinin parlak olması için gerekeni yapmaya da niyetliyiz.

Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreği içerisinde Yeni Dünya Düzeninin nasıl olabileceğine işaret eden gelişmeler daha şimdiden belirmeye başladığı görülmektedir. Dünyayı oldukça dramatik değişimler beklemekte olduğunu ve bunun temelinde ise yerküresi çapında varlığını belli eden çeşitli güçlerin hayata geçirmek istediği gelişmenin farklı paradigmalarının yer aldığını ileri suren araştırma sonuçları mevcuttur.

Bilinen diğer bir gerçek ise, tıpkı 1990’ların başında olduğu gibi önümüzdeki 10-15 yıllık zaman dilimi içerisinde istikbalin anahatlarını belirlemek işinin ‘stratejik belirsizliğin’ hâkim olduğu bir ortamda yapılacağıdır. Çünkü, dünyanın gelişme sürecinin esas konularına ilişkin formalite icabı alınan tutumlar genel anlamda birbirine benzer ve aynı olmasına rağmen, mevcut sorunlara çözüm ararken çok farklı yaklaşımlar sergilenmektedir.

Sürdürülebilir gelişmenin sağlanabilmesi için gerekli olan tüm kaynakların hızla azalması ve uluslararası rekabetin şiddetlenmesi, tabii olarak, dünya geleceğini yapısal anlamda olumsuz etkileyecektir. Bu durumda gelişen ülkelerin yapabileceği ve yapacakları tek bir şey, yeni ‘üçüncü dünya’ dediğimiz sahada bulunan ülkelerin insan ve doğal kaynaklarından yararlanabilmek için bölgesel istikrarın sağlanmasına destek olmaktır.

Günümüzün gerçeklerini görmek, tanımlamak, uyum sağlamak ve gerekirse üstesinden gelmek ve önüne geçmek gibi gereksinimler, ülkelerin iç ve dış politikalarına yön vermektedir.

Böyle bir durumda, ‘Atatürk olmasaydı dünya nasıl şekillenirdi’ sorusunun ele alınması, ulusal egemenlik ve barış için işbirliği yönünden büyük anlam arz etmektedir. Bu sorunun cevabı çok çeşitli olabildiği gibi, tek ve net olmayabilir.

Hakikaten, dünyanın her tarafında millî istiklal uğruna verilmiş olan tüm uğraşların en başarılı ve kalıcı sonuçlara ulaşanı da, Türk milletinin bağımsızlık mücadelesi olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal Atatürk’ün en büyük yapıtı olmanın yanı sıra çağdaş dünyada hakkettiği yere ve itibara sahip olan uluslararası ilişkilerde sözü geçen ülke haline gelmiştir.

Böyle bir sonucun çok değerli millî yönü kadar, evrenselboyutu da tartışılmaz bir gerçektir. Bu bağlamda şöyle bir örneği hatırlatmadan geçemeyeceğim. Bilindiği üzere, bundan tam on beş yıl önce, UNESCO, üye 156 ülkenin oybirliği ile 1981 yılını ATATÜRK YILI ilan ederken, kararın gerekçesinde, Atatürk’ü şöyle tanımlamıştı: “Uluslararası anlayış ve barış yolunda çaba harcamış üstün bir kişi, olağanüstü bir devrimci, sömürgecilik ve emperyalizme karşı savaşan ilk önder, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, insanlar arasında renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen, eşsiz devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu…”.

Buna bir şeyler eklemek kolay olmayabilir. Fakat, Kırgızlar Atatürk’ü, özellikle uluu jolbaşçı (büyük önder), körögöç (vizyon sahibi), mamleket negizdö öçü (devlet kurucusu), mekençil (yurtsever), eldin uulu (millîyetçi, halksever), kemenger uyuşturguç (teşkilatçı), agartuuçu (muarrif), kızıl tildüü çeçen (öğretici hatip) diye tanımlıyorlar ve son derece hayranlık duyarken O’nu bir nevi evgemer (evliya) diye anlatırlar.

Atatürk’ün istikbalde görmeyi arzu ettiği Türk birliğini düşünerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin onuncu yıl kutlamaları esnasında yaptığı şu konuşmadan müteessir olanların ve ümit bağlayanların sayısı her geçen yıl artmakta olduğunu da görüyoruz:

‘Bugün Sovyet Rusya, dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarının ne olacağını hiç kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi, tıpkı Avusturya Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler, avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşır. O zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim, bu dostumuzun idaresinde dil bir, inanç bir, öz bir, kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız… hazır olmak, yalnız o günü susup beklemek değildir, hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanırlar? Manevi köprülerini sağlam tutarak! Dil, bir köprüdür, inanç bir köprüdür, tarih bir köprüdür.

Bugün biz kitlelerden dil bakımından, gelenek ve görenek bakımından ayrılmış, çok uzağa düşmüşüz. Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onlarınki mi? Bunun hesabını yapmakta fayda yoktur. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamış gerekli… Tarih bağı kurmamız lazım, folklor bağı kurmamız lazım… Bunları kim yapacak? Elbette biz! Nasıl yapacağız? İşte görüyorsunuz, dil encümenleri, tarih encümenleri kuruluyor. Dilimizi, onun diline yaklaştırmaya çalışıyoruz. Tarihimiz onlara yaklaştırmaya çalışıyoruz, ortak bir mazi yaratmak peşindeyiz. Bunlar açıktan yapılmaz, adı konarak yapılmaz, bunlar devletlerin ve milletlerin derin düşünceleridir’.

Bu konuşmadan alıntılar, son on beş yıl esnasında çeşitli ortamlarda defalarca seslendirilmiştir ve neredeyse herkesin ezbere söyleyeceği kadar tekrarlanmıştır. Fakat, buna rağmen her defasında okuyarak anlayacağımız ve satırlar arasında özenle muhafaza edilmiş pek anlamlı ve uzak görüşlü mesajları bulabiliyoruz.

Bu nedenle bizim nesil, Türk Millî Mücadelesinin uzak vadeli hedeflerinden olan Türk Dünyası birlik ve beraberliği anlayışını önemser ve Atatürk’ün ‘açıklanmaz, ama yaşanır’ diyen idealinin, sadece bir arman (yani hüsün bırakan bir hayal) olmadığına inanmak istemektedir.

Dolayısı ile, Kırgızistanlıların dünya tanımında Türkiye Cumhuriyeti’nin önemli yeri vardır. İkili ilişkilerimiz, uluslararası hukuk, karşılıklı menfaatler, eşitlik ve dostluk ilkeleri bazında gelişmekte olduğu gibi, özel bir maneviyatı içermektedir. Çünkü, Kırgız-Türk işbirliği, Türk Dünyasının büyük ailesine ait olan iki kardeş milletin ortak tarihine, kültürüne, diline ve inancına dayanmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti, Kırgızistan’ın bağımsızlığını 18 Aralık 1991’de tanıyan ilk ülke oldu. Bundan tam altı gün sonra iki kardeş ülke arasında resmi diplomatik ilişkiler kurulmuştu. Hemen sonra karşılıklı olarak Bişkek’te Türkiye Sefareti ve Ankara’da Kırgızistan Sefareti açılarak, faaliyete geçirilmiştir. Böylece kadim tarihin vasiyeti ve sonra uzun dönem kesintiye uğramış olan bir kardeşlik
ilişkilerinin yeniden canlandırılmasına yönelik etkili girişimlerin yapılması için temel atılmıştır. Üstelik, Kırgızistan’ın Ankara Büyükelçiliği, bizim ülkenin yurt dışında kurduğu ilk sefaret olmuştur ve bendeniz işbu misyonda iki defa görev yapmaktan da onur duymaktadır.

Kırgızistan ve Türkiye arasındaki ikili işbirliğinin geçmişi, bugünü ve yarını için değişmez olan maneviyatını ve içeriğini kapsayan temel antlaşmalar, Ebedi dostluk ve ‘Kırgızistan ve Türkiye, 21.yüzyıla elele beraber’ adlı ortak bildirilerdir.

Ülkelerimiz arasındaki işbirliği son derece dinamik ve yapıcı bir şekilde gelişmekte olup, her alanda çok önemli hamleler atılmış ve sonuçlar elde edilmiştir. ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ ilkesine sadık kalmak üzere, dünyanın çeşitli ve güncel sorunlarına çözüm arayışlarında ortak yaklaşım ve tavırlar alınmaktadır.

Ekonomi alanında 50’den fazla ikili antlaşmaya dayanan geniş kapsamlı ilişkiler gelişmektedir ve Türkiye, Kırgızistan’a yatırım yapan ikinci büyük ülke olarak yerini sağlam tutmaktadır.

Eğitim, ilim-bilim, kültür alanında son derece verimli girişimler yapılmıştır. Atalarımızın bizlere emanet ettiği tarihi ve kültürel çok zengin manevi mirasları ve yanı sıra çağdaş dünyanın ilim-bilim, eğitim ve bilgi alanlarında ulaştığı birikimleri öğrenmek, her iki ülkenin yararına değerlendirmek için gereken altyapı oluşturulmaktadır.

Kırgız-Türk Manas Üniversitesi ve T.C. Millî Eğitim Bakanlığının Kırgızistan’da faaliyet gösteren okulları, kaliteli eğitimin yanı sıra milletlerarası karşılıklı etkileşim için uygun bir ortam ve imkanlar yaratmakla beraber, gençlerimizin birbirini yakından tanıması, kardeş ülkelerin tarihi ve kültürel değerlerine aşina olması, dilini, geleneklerini, örf ve adetlerini, yaşam ve düşünce tarzlarını öğrenmesini ve saygı duymasını mümkün kılmaktadır.

Son on beş yıl içerisinde 4 bine yakın öğrencilerimiz Türkiye’nin üniversitelerinde eğitim görme imkanına sahip olmuş ve mezun olan 500 kadar gençlerimiz, Kırgızistan’ın çeşitli bölgelerinde istihdam etmektedirler. Aynı şekilde Kırgızistan’ın üniversitelerinde bine yakın Türkiyeli gençler eğitim görmektedirler.

Dostluk ve kardeşliğin diğer bir güzel örneği ise, emsalsiz Manas destanının 1000. Yıldönümünün Kırgızistan’da olduğu gibi Türkiye’de de İnsaniyet Uygarlığına Türk Dünyasının katkısı olduğu bilinci ve gururu altında kutlanmış olmasıdır. Sonra ise Kırgız Devlet geleneğinin 2200. Yıldönümü ve Türkiye Cumhuriyeti’nin

80. Yıldönümü aynı coşku ve kıvanç içinde kutlandı. Bunun yanı sıra Türk Millî mücadelesinin uzak vadeli hedefi olan Türk Dünyası birlik ve beraberliğinin oluşumu için birçok önemli girişimler yapılmıştır. Artık biz sevinç ve başarılarımız kadar, sorunlarımızı da paylaşabilir, destek ve yardım verecek kadar yakın olma imkanını yakalamış bulunuyoruz. İşte bu değil midir ki, Atatürk’ün gönlünden geçen güzellikler!

Fakat, Kırgızistan ile Türkiye arasındaki ikili ilişkilerin ilk on beş yıllık birikimi, Dil, Tarih ve Kültür köprülerinin oluşmasına sağlam bir zemin teşkil edebiliyor mu? İmkanlar hedefe uygun şekilde değerlendirilebilmiş midir? Bu sorular cevap istediği kadar ileriye yönelik yapılacak daha çok işin olduğuna da işaret eder.

Büyük Nutuk’un Kırgız diline çevrilerek, okuyucuların dikkat ve takdirine sunulmuş olduğunu, Orta Asya halklarında millî şuurunun güçlenmesine katkı sağladığı kadar aynı eserin Kazak, Çin ve Rus dillerine çevrilmesine de öncülük ettiğini tekrar belirtmektende memnuniyet duyarım. Tam iki yıl süren çevirme işinde ve akabinde kitabın baskısına kadar süren gene iki yıllık zaman dilimi, benim için son derece zevk ve gurur verici olmanın yanı sıra çeşitli zorluklarla dolu olduğunu da belirtmek istiyorum.

İlk önce Türk dünyası seçkin bilim adamları ve uzmanlardan oluşan ekibin hazırlamış olduğu Türk Dili Lehçeleri Sözlüğünün bu tür çeviri işleri için yetersiz kaldığına bizzat şahit oldum. Nutku çevirirken Kırgız dilinin lehçelerini, Tatar, Özbek, Kazak ve Fars dillerini belli derecede bilmiş olmamın çok yararlı olduğunu söyleyebilirim. Adı geçen sözlükten başka sık sık başvurduğum Özbek, Tatar, Kazak, Tajik dilleri sözlükleri olduğunu belirtmeliyim ki, daha 1992’de yapılmış olan çalışmanın her geçen gün gelişen ve karşılıklı etkileşim sonucunda zenginleşen münasebetlerimizi yansıtmaya ve gereksinimleri karşılamaya uygun bir şekilde tekrar gözden geçirilmesi ve gerekirse yeni bir proje yapılarak olgunlaştırılması gerekli diye düşünüyorum.

Eşzamanlı olarak Kırgız -Türk ve diğer dillerde aynı anlamı veren ve telaffuz edilen kelimelerin sözlüğü yapılmalı kanaatindeyim. Çünkü bir Kırgız evladı olarak Kadri Karaosmanoğlu’nun, Güntekin’in ve Halide Edip Adıvar’ın eserlerini okurken, dipnotlarda verilen çağdaş Türkçe kelimelerin anlamına bakmadan daha rahat anlayabilir isem, demek ki ortak dil oluşumu sadece mümkün değil,
pek kolay demektir. Benim özel değil sırf ilgimi çektiği için derlemeye çalıştığım sırada Kırgız ve Türk dillerinde en sık kullanılan aynı anlam ve telaffuzlu 200’den fazla kelime bulmuştum. Eğer orta halli bir vatandaşın tüm gereksinimlerini karşılayabilecek kelime hazinesi yaklaşık 400 kelime olduğunu dikkate alırsak, günlük hayatta karşı karşıya gelen iki kardeş milletin temsilcilerinin pek rahat
anlaşabileceği bir dilin oluşmasına asrın projesi olarak bakmaya da gerek kalmayabilir.

Daha neler yapılmalı ve yapılabilir? En önemlisi, 1990’ların başında kardeşlerin birbiriyle büyük buluşmasından kaynaklanan o coşku ve heyecanı sürekli canlı tutmak için elverişli olan tüm imkanlar hedefe uygun bir şekilde değerlen dirilmelidir. Çağdaş dünya gidişatının özellikleri dikkatle incelenmeli, esas gayelere giden yolda akıllıca adapte edilmeli ve uyum sağlanmasına özen gösterilmeli.

Halihazırda öne sürülen Büyük Avrasya Projesi ve Avrasya coğrafisine ilişkin üretilen diğer birçok Projeler, Atatürk’ün Avrasya anlayışına ne kadar uyar?
Bu çok ciddi bir şekilde sorgulanmalı ve derinlemesine incelemeler, gerekirse kapsamlı araştırmalar yapılarak, Türk Dünyasının Yeni Dünya Düzeninin neresinde olacağına dair sağlam görüşlerin oluşmasına dikkat edilmelidir.

Belirtilmesi gereken diğer bir husus, bahsedilen proje ve çalışmaların hazırlan ması ve hayata geçirilmesi konusunda yetişkin uzmanların yanında genç araştırmacıların da aktif bir rol alması uygun olabilir. Ne yazık ki, geçen dönem esnasında dil, tarih, kültür alanlarında uzmanlaşan ve birkaç lehçe ve yabancı dillerde rahat çalışabilecek kadro oluşturulamadı. On beş yıl boyunca birçok toplantılarda katılımcı ve tebliğ sunucu olagelen değerli bilim adamlarımızın da ne Türk dilinde, ne Kırgız, Kazak, Azeri, Özbek ve Türkmen dillerinde rahat konuşabildiğine ve bilimlik makaleler yayımladığına pek az rastlanmaktadır.

İşbu sempozyumun verdiği imkanlardan istifade ederek, Türk Dünyası kavramının içeriğini canlı ve anlamlı tutmak yönündeki bazı düşüncelerimizi paylaşmak istemiştik. Bunlar, işin sadece bir kısmıdır. Çünkü, Atatürk’ün büyüklüğü, yaptıklarından çok, yapabileceklerinde yatıyordu. Kim bilir, Atatürk hayatta olsaydı, 1990’ların Dünyası nasıl olurdu? Dost ve kardeş ülkelerin işbirliği ne kadar güçlü ve verimli olabilirdi? Türk Dünyasının her evladının kalbinde ve aklında Atatürk, yaşanmalı ve yaşatılmalıdır. Çünkü O, geçmiş
değil, gelecektir. Ben buna Nutku çevirirken inanmıştım, şimdi ise kitabı her defa okuduğumda daha çok inanıyorum. Atatürk’ü, Anadolu’nun dışında yaşayanlar sadece okuyarak anlayabilirler. Türkiyelilerin avantajı ise onun yapıtlarının arasında yaşayarak, anlama imkanına sahip olmasıdır.

Atatürk’ün, ‘Bizim yaptıklarımız, hiç bir millete düşmanlık değildir. Barıştan yanayız, barıştan yana kalacağız! Ama durmadan değişen dünyada, yarının muhtemel dengeleri için hazır olacağız’diyen sözlerine atıfta bulunarak daha etkin, daha büyük adımlar atmalıyız.

Exit mobile version