ATATÜRK CUMHURİYETİ’NİN NİTELİĞİ
Prof. Dr. Dursun Ali AKBULUT
Atatürk cumhuriyetinin üç önemli aşamada vuku bulduğu söylenebilir. Birincisi TBMM’nin açılması, ikincisi saltanatın kaldırılması ve üçüncüsü de cumhuriyetin ilanıdır. Bunların arasını dolduran, her üç olayı birbirine bağlayan gelişmeler de cereyan etmiştir. Millî Mücadeleyi başlatmak üzere Samsun’a çıktığı andan itibaren Atatürk millî bağımsızlık isteğimiz kadar millî egemenlik ve millî irade kavramlarını da kuvvetle vurgulamış, böylece yeni Türk Devleti’nin temel dayanaklarının bunlar olması gerektiğini daha işin başında belirtmişti. TBMM’nin açılışına takaddüm eden günlerde yoğun anayasa hukuku tartışmaları yapıldığı gözlerden kaçmamaktaydı.
Mustafa Kemal Paşa’nın 17 ve 19 Mart 1920 tarihli iki ayrı genelgesinde meclisin Ankara’da toplanmasının yasal, anayasal şartlarını tartışmaya açması, bu konuda kolordu komutanları ile yazışması ve onların görüşlerine baş vurması bu durumu açıkça ortaya koymaktaydı 1.
Öte yandan İstanbul’dan Anadolu’ya gelmekte olan Mebuslar Meclisi Başkanı Celalettin Arif Bey’le bağlantı kurup aynı yasallık gerekçelerini sorgulaması hadisenin esaslı boyutunu teşkil etmektedir.
Celalettin Arif Bey, Mustafa Kemal Paşa’nın 27 Mart 1920 tarihli telgrafına aynı tarihte verdiği cevapta, Osmanlı Anayasasında bir açıklık olmamasına rağmen anayasa hukuku esaslarına bağlı olarak mesela Fransız Anayasasında, meclisin kanunsuz bir şekilde kapatılması yada saldırıya uğraması karşısında kurtulabilen mebuslarla yeniden seçilenlerin “uygun bir yerde” toplanabileceklerini işaret etmişti.2
Bunlardan çıkan sonuç anayasa hukukunun temel prensipleri çerçevesinde meclisin Ankara’da toplanabileceğiydi.
Anayasal düzen olgusu bundan böyle Atatürk’ün bütün çalışmalarına yansıdı. Geçmişten gelen böyle bir özlemi vardı, şimdi ise mevcut koşullarda başka çıkış yolu bulunmuyordu. Osmanlı Anayasası ve yasalarına göre böyle bir meclisi toplamak, toplansa bile kararlarını geçerli kılmak mümkün değildi. TBMM kendini şeklen Meclisi Mebusan’ın devamı gibi göstermeye çalışmakla birlikte, mahiyeti itibariyle ondan çok farklı olup asla bir meşrutiyet parlamentosu niteliği taşımıyordu. Bu meclisin aldığı kararların ve çıkardığı kanunların üzerinden Ayan Meclisi’nin gölgesi, padişahın onayı kaldırılmış olmakla gerçek anlamda millet egemenliğinin önü ardına kadar açılmış bulunuyordu. TBMM’nin ikinci birleşiminin üçüncü oturumunda alınan kararda meclisin yetkileri açıkça ortaya
konulmuştur. Buna göre mecliste toplanan millî iradeyi fiilen ülkenin geleceği için hâkim kılmak esas ilke kabul edilmiş, yasama ve yürütme erklerine sahip yeni bir meclis oluşturulmuş, TBMM’nin üzerinde herhangi bir kuvvetin bulunmadığı ilan olunmuş, bununla da yetinilmemiş meclisi yasalarla güçlendirme çalışmaları sürdürülmüştür.
Nitekim 29 Nisan 1920 de kabul edilen Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun birinci maddesiyle vatan hainliğinin tanımı yapılırken, kanunda kuruluş amacı belirtilen TBMM’nin meşruiyetine karşı eylemli, yazılı, sözlü kalkışmada bulunan veya bozgunculuk çıkaranlar vatan haini sayılmışlardır. Ayrıca Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na bu özde maddeler konulmuş, dahası Osmanlı Anayasasının yedinci
maddesiyle padişaha tanınan bütün hak ve yetkiler söz konusu kanunun yedinci maddesiyle meclise devredilmiştir. Böylece meclisin devlet hayatımızda en yetkili kurum olduğu şeklinde bir yönetim anlayışı ortaya çıkmıştır.
Büyük Zafer’in kazanılması ve Mudanya Mütarekesi’nin imzalanmasından, Lozan Barış Konferansı yolunun açılmasından sonraki gelişmeler yukarıda sözü edilen ikinci aşamanın başlangıcını oluşturmaktadır.
Millî Mücadele’deki olumsuz ve yıkıcı rolü nedeniyle padişahlı bir yönetime karşı olanların sayısı bir hayli fazla olmakla birlikte, onun yerine getirilecek hükûmet biçimi hakkında zihinler de bir o kadar karışıktı. Trakya’yı tesellüme memur edilen Refet Paşa, İstanbul’a geldiği günden beri “meclis hükûmeti” ‘nden söz ederken anayasa hukuku alanında yetkili kişilerce itirazla karşılamış, böyle bir sistemin devlet hayatımızda uygulanamayacağı ifade edilmiştir 3. Meclisin açıldığı günlerde 17 Temmuz 1920 de Mustafa Kemal Paşa, “ bizim görüşümüz ki halkçılıktır, kuvvetin, kudretin, egemenliğin doğrudan doğruya halka verilmesi, halkın elinde bulundurulmasıdır.” demekte daha sonraki yıllarda “halk hükûmeti’nden, “halk devleti”’nden söz etmektedir. Ona göre halk hükûmeti, demokratik ve sosyalist bir hükûmet olmayıp, “millî hâkimiyeti, millî iradeyi tecelli ettiren tek hükûmettir.” Halk devleti ise halkın devletidir.4 Mazideki kuruluşlar bir şahıs devleti idi. Diğer taraftan basın yoluyla kitapçıklar halinde, tartışmalar sürdürülürken 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırıldı. TBMM’nin almış olduğu kararla hilafet ile saltanat birbirinden ayrılmış, saltanat ilga, hilafet ibka, olunmuştur. Bu gelişme tartışmaların büsbütün alevlenmesin, “risaleler savaşı”na yol açtı. Yeni Türk Devleti’nin başkanının kim olacağından, ya da kim olması gerektiğinden, hiçbir biçimde bir devlet başkanına tahammül gösterilmeyeceğine, bunun yeni bir saltanata yol açacağına kadar çok farklı görüşler ortaya konuldu. “İrade-i seniyyeye karşı irade-i millîye deyiminde olduğu gibi, şimdi de saltanat-ı şahsiyeye karşı bir saltanat-ı millîye edebiyatı alıp yürümüştü. Fakat bu kavram çeşitleniyor, bazen millî halk saltanatı, bazen de halk hükûmeti yada millî halk hükûmeti ve halkçılık şekillerinde tezahür ediyordu”.
Vahideddin’in firarı, padişah yanlılarını rahatlattı. Onlar şaibeli hükümdardan kurtulduklarına göre yeni halife Abdulmecit Efendi’nin pekala devlet başkanlığı makamını doldurabileceğini düşünüyor bu düşüncelerini ifadeden de kaçınmıyorlardı. Ancak bu durum 1 Kasım kararının ruhuna aykırıydı. 15 Nisan 1923 de Hiyanet-i Vataniye Kanunu’nun birinci maddesinin tadili hakkında kanunla saltanatın kaldırılması kararına aykırı davranışlar hıyanet-i vataniye kapsamına alınmış, siyasi irticaın önüne geçilmiştir.
Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda 29 Ekim 1923 te 364 sayılı kanunla yapılan değişiklikle hükûmet biçimi cumhuriyet oldu. Bu noktada cumhuriyet amaç olmaktan çok, anayasal düzenin yaşatılması için etkin bir araç olarak görülmüştür. Nitekim yakın çağla birlikte Amerikalılar 1776 da anayasal düzenlerini cumhuriyete emanet ederlerken Fransızlar 1789 ihtilalinden sonra meşrutiyeti tercih etmişler, fakat anayasal düzeni meşrutiyette yaşatamayınca onlar da çareyi cumhuriyeti ilan etmekte bulmuşlardı. Ardından Avrupa’da meydana gelen 1830 ve 1848 ihtilalleri öteki ülkelerde de anayasal düzenlerin kurulmasına zemin hazırlamıştı. İhtilalciler hükûmet biçimiyle uğraşmaktan çok anayasal düzenin yerleşmesine ve kökleşmesine gayret ediyorlardı. Onun için taçlı yönetimler başka bir biçimde, meşruti monarşi şeklinde varlıklarını korudular. Osmanlı Devleti de bu gelişmeden uzak kalamadı, 1876 Kanun-ı Esasisi ilan olundu. Fransa örneğinde görüldüğü gibi anayasal düzeni meşruti monarşi içerisinde muhafaza etmek her zaman mümkün olamıyordu.
Mutlak monarşilerin meşruti monarşilere dönüşmesi hükümdarlar ve onların yönetimleri açısından bir eksiklik hatta bir düşüklük olarak algılanıyordu. Prusya Kralı IV. Wilhelm’e 1849 da millî meclis tarafından Alman İmparatorluk tacı takdim edildiğinde, parlamentoların taç verme geleneğini başlatmak, halkın temsilcilerinden kurulu parlamentoyu imparator atama yetkisine sahip bir kurum halinde görmek istemediği için o, bunu reddetmişti. Yönetim sistemindeki gelişmeler hükümdarların yetkilerini sınırlandırıyor, yasama erki onlardan alınarak halka veriliyor sadece yürütmeyle yükümlendiriliyorlardı.
Meşruti monarklar yasamayı yürütmeden ayrı düşünemedikleri için meclis faaliyetlerini sınırlandırıcı, hatta engelleyici düzenlemeler yaparak anayasal sistemi daha işin başında çıkmaza sokuyorlardı. İki meclisli parlamento kontrol mekanizmalarının başında geliyor6, seçmen hakları da son derece kısıtlanmış bulunuyordu.
Osmanlı meşrutiyetinde Mebuslar Meclisi’nin yanı sıra padişah tarafından atanmışlardan oluşan Ayan Meclisinin bulunması bunun açık bir göstergesiydi. Kaldı ki Kanun-i Esasi’de padişaha çok büyük yetkiler ve haklar tanınmıştı. Karizmatik hâkimiyet anlayışı, “zat-ı hazret-i padişahinin nefs-i humayunu mukaddes ve gayr-ı mesuldür.” biçiminde anayasanın beşinci maddesine yansıtılmış, yedinci maddede yürütme ve yargı ile ilgili olanların yanı sıra Mebuslar Meclisi’ni toplama, çalışmalarına ara verme, faaliyetlerini erteleme
ve nihayet meclisi kapatma yetkisi padişaha verilmişti. Böylece o sorgulanamaz, denetlenemez, bir konuma getiriliyor, Kanun-ı Esasi’nin mi yoksa irade-i seniyyenin mi daha üstün olduğu tartışılıyor, bu da anayasanın sadece bu iki maddeye feda edildiğini açıkça ortaya koyuyordu. Bu düzenlemeye dahi tahammül gösterilemedi ve mebuslar meclisi padişah II.Abdülhamit tarafından fesholundu.
Sonraki meclislerin kaderi de değişmedi. Çağrılı toplanan ilk meclis hariç, geride kalan beş meşrutiyet meclisi padişah buyruğu ile kapatıldı.
Görülen o idi ki Türkiye’de anayasal düzeni meşruti monarşi içinde muhafaza etmek olanaksızdı.
Mustafa Kemal Paşa böyle bir ortamda yetişti. Çocukluk ve gençlik yıllarını, anayasanın teoride var olduğu fakat uygulanmadığı, dolayısıyla ikilemlerin yaşandığı bir ülkede geçirdi. Henüz yüzbaşı iken Şam’da ve Selanik’teki manevi isyanının temelinde bu olgunun yer aldığını, Millî Mücadele’yi başlatırken böyle bir noktadan hareket ettiğini düşünmek yanlış sayılmamalıdır. Cumhuriyet ilan edilirken doğal olarak bunu anayasal düzenin korunabileceği en önemli araç olarak görmüş, bununla birlikte benzeri ikilemlerin yaşanmaması için hükûmet biçimini her türlü anayasa dışı güç odaklarından arındırmaya çalışmıştı. O biliyordu ki anayasal düzen ulusal egemenliktir ve bu bakımdan “cumhuriyetin dayanağı Türk topluluğu”dur. Cumhuriyet ancak millete dayanmak suretiyle yaşatılabilirdi.
Bu nedenle yeni Türk devletinin kurum ve kuruluşlarını buna göre tanzim etmek zorundaydı. Halbuki mutlak monarşilerde yönetim halka değil, çoğunlukla sınıfsal düzene dayanmakta, asker, bürokrasi ve ruhban sınıflarından gücünü almaktaydı. Sınıfsal düzenin bulunmadığı mutlak monarşiyi ayakta tutmak çok zor, hatta imkansızdı. Bir anayasal düzen olan, ulus egemenliğine dayanan cumhuriyeti mutlak monarşinin kurumlarını muhafaza ederek yaşatmak da aynı ölçüde imkansızdı. Bu bir bakıma cumhuriyeti içten içe çürütecek olan kanser hücrelerine benzetilebilir. O halde cumhuriyet bir sonuç olduğu kadar aynı zamanda bir başlangıçtı. Sonuçtu, çünkü ulusal egemenlik yada anayasal düzen gerçek korunağını bulmuştur, başlangıçtır çünkü korunağını yani cumhuriyeti kendisine zarar verebilecek unsurlardan arındırmak kaçınılmazdı. Aksi takdirde cumhuriyet özlenen yada ideal hükûmet biçimi olmaktan çıkar, sıkıntı veren, kendisinden şikayet olunan bir rejim haline dönüşür ki bu bakımdan onun niteliğinin çok iyi konulması yada doldurulması esastır. Demek oluyor ki cumhuriyet bir başına yeterli olamadığından daha doğrusu olamayacağından yeni Türk Devleti’nin eski kurumlarla, mutlak monarşi kalıntısı sınıfsal düzenle bir arada, yan yana bulunmasındaki sıkıntılar, tehlikeler ortadaydı. Atatürk’ün cumhuriyetin ilanından sonra başlattığı inkılap hareketlerinin temelinde böyle bir kaçınılmazlığın varlığını düşünmek zorundayız.
Söz konusu düzenlemelerin yada inkılap yasalarının gerekçelerine bakıldığında çağdaş dünyaya uyum için birer zorunluluk oldukları açıkça görülmektedir. Bununla birlikte aynı zamanda cumhuriyetin niteliğini doldurma arayışının bir çözümü olarak kabul edilmelerinin gerektiği de kuşkusuzdur. Cumhuriyetin ilanından dört ay sonra gerçekleştirilen üç ayrı inkılap yasası ile eski kurum ve kuruluşların tasfiyesine başlanmış, ulusal egemenlik ya da anayasal düzen açısından cumhuriyetimizi zaafa uğratacak unsurlar ortadan kaldırmış veya bunlar yeniden yapılandırılmıştır. 3 Mart 1924 de hilafetin kaldırılması ve Osmanlı hanedanının hudutlarımızın dışına çıkarılması, 1 Kasım kararının eksikliğini gidermesi bakımından önemlidir. Bundan başka cumhuriyet idaresinde, elinde hilafet makamının bulunduğu bir hanedanın varlığına, imparatorluk bakiyesi Türkiye’de duygu ve düşünce birliğini bozan eğitim sistemine, dinin siyaset alanını işgal etmesine müsaade edilemezdi.
Giyim kuşamın değiştirilmesine bir takım lakap ve unvanların kaldırılmasına dair yasaların gerekçelerindeki çağdaşlaşma savını görmezlikten gelmeyerek, fakat aynı zamanda onların basite indirgenme girişimindeki haksızlığa da işaret etmek istiyoruz. Ulusal egemenlik, eşit haklara sahip insanlarla gerçekleştirilir. Sınıfsal düzen ise mutlak monarşilerini dayanağıdır.
Bir takım giysiler lakap ve unvanlarla toplumda kendilerini eşit bireylerden ayıran, eşitlere göre ayrıcalıklı ve üstün tutmayı hedef alan, bu hedef doğrultusunda faaliyet gösteren insanların varlığını yeni kurulan cumhuriyetin ulusal egemenlik açısından tehdit olarak algılanmasında büyük bir haklılık payı bulunmaktadır.
Atatürk ulusal egemenlik yada anayasal düzenin cumhuriyet rejiminde muhafazaya karar verdiğinden ve bunu gerçekleştirdiğinden Atatürk cumhuriyetinin en önemli niteliğinin ulusal egemenlik olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. ”Ulusal egemenlik öyle bir nurdur ki onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, mahvolur. Milletlerin esirliği üzerine kurulmuş kurumlar her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar.”7 Ulusal egemenlik karizmatik hâkimiyet anlayışından kanuni hâkimiyet anlayışına geçişi ifade etmektedir. Mutlak monarşilerde tanrısal güç bir yönetim ilkesi olarak kullanılmış devletin asli fonksiyonlarını elinde tutan hükümdarlar yasa niteliğindeki buyruklarının tanrısal kökenli olduklarını iddia etmişlerdir. Ulusal egemenliklerde yasa koyma hakkı millete ait olduğundan yönetim ilkeleri dünyevileşmekte, laikleşmektedir. Bu açıdan bakıldığında anayasal düzen, ulusal egemenlik ve laiklik aynı şeylerdir. Biri diğerinin tamamlayıcısı değil, olmazsa olmaz şartıdır. Başka bir ifadeyle laiklik yoksa ulusal egemenlik, ulusal egemenlik yoksa anayasal düzen zaten mevcut değildir. Dolayısıyla millî egemenliği kabul ettiklerini söyleyenlerin, laikliği de aynı ölçüde savunmaları kaçınılmaz bir sonuçtur. Ulusal egemenliğin kısıtlanması yada sınırlandırılması laikliği zedeleyeceği gibi, laiklikten taviz de ulusal egemenliği sarsacak netice itibariyle ortadan kaldırılacaktır.
Bu sistematiği gören Atatürk ulusal egemenliğin önündeki engelleri birer birer ortadan kaldırdıktan sonra laikliği bir ilke olarak ortaya koymuştur.
1924 anayasasının, ulusal egemenliğin tecelligahı TBMM’ni devlet yönetiminde en etkin güç haline getirmesi böyle bir anlayışın ürünü olsa gerektir. Yasa tasarısında bazı şartlar çerçevesinde cumhurbaşkanına meclisi feshetme yetkisi öngörülmesine rağmen, milletvekillerinin itirazları sonucunda genel kurulda kabul edilmemiş 8, cumhurbaşkanına bütçe ve anayasa kanunlarının dışındaki kanunları bir kez daha görüşülmek üzere meclise iade yetkisi tanınmıştır.
1924 anayasasının değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek tek maddesi vardı ki o da devlet şeklinin cumhuriyet olduğuna dair olan birinci maddesi idi. Egemenlik millete aittir, bu bir hak olduğu kadar aynı zamanda görev ve yükümlülüktü. Millet, her halükarda egemenlik hakkını kullanacaktı. Egemenlik hakkının kullanımından vazgeçilemez, bu hak terk edilemezdi. Egemenlik hakkı egemenlikten vazgeçme hakkını içermiyordu. Söz konusu anayasanın 51. maddesi idari dava ve anlaşmazlıkları, özellikle hükûmetin kanun tasarıları üzerinde görüş beyan etmek üzere Şura-yı Devlet’in teşkilini ön görüyordu. Üyeleri TBMM tarafından seçilen, teşkilat olarak başbakanlığa bağlı bulunan Şura-yı Devlet’te her biri bir başkan dört üyeden oluşan beş daire vardı. İkinci daire Tanzimat Dairesi idi ki genellikle kanun ve tüzük tasarılarını inceleyerek görüşlerini yazardı. Kanun tasarılarının anayasaya uygunluğunu, öteki yasalarla uyumluluğunu sağlamak üzere geliştirilen sistemde son söz daima meclise ait olurdu.
29 Ekim 1923 te cumhuriyet ilan edilirken tadil yasasının ikinci maddesi “Türkiye Devleti’nin dini din-i islamdır, resmi lisanı Türkçedir.” şeklinde düzenlenmiştir. ”Din-i islam” ifadesi 1924 anayasasında da muhafaza olunmakla birlikte uygulamalar laik devlet düzeni içerisinde cereyan ediyordu. 1925 yılı Şubatında Şeyh Sait ayaklanmasını çıkması üzerine hükûmetçe alınan tedbirler arasında 25 Şubat 1925 te kabul edilen Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun birinci maddesinin tadili hakkında 15 Nisan 1339 tarihli kanuna müzeyyel kanun yer almaktadır. Yasanın birinci. maddesinde dini veya dince kutsal kabul edilen değerleri siyasi amaçlara esas ve alet etmek amacıyla cemiyetler kurmak yasaklanmış, bu gibi cemiyetleri kuranlar ve bu cemiyetlere girenler vatan haini sayılmışlardır. Olağanüstü şartlar altında çıkarılan bu kanunda dini siyasete alet edenlere en ağır cezaların verilmesi ön görülmüştür. Böylece siyaset ile dinin kulvarlarını birbirinden ayırmak için önemli bir adım daha atılmış, ulusal egemenlik açısından mahzurlu görülen bir uygulamanın daha önüne geçilmiş oldu. Bundan sonraki düzenleme ve uygulamalar bu yönde sürdürülerek laiklik ilkesi temel nitelik olarak anayasamızdaki yerini almıştır.
Bir yanıt yazın