Ben de epey bir süredir kendine muhafazakar diyen AKP’lilere taktım.
Bu tiplere muhafazakar dendiğinde muhtemelen kanımca kıymetli bir kavram olan muhafazakarlık büyük ölçüde kirleniyor.
Muhafazakarlık dindarlık demek değildir.
Bir muhafazakar dindar da olabilir, olmayabilir de.
Muhafazakarlık kıymetli bulunan bir değerler sisteminin muhafaza edilme isteği demektir, bu sistemin içinde din kurumunun olması da şart değildir ama olabilir de.
Şunu da hatırlatalım, Amerikan, İngiliz türü muhafazakarlık anlayışlarında devlet çok da makbul bir kurum pek değildir, daha doğrusu güçlü ama gücü çok belirli alanlarla, güvenlik, adalet, sözleşmelerin devamı gibi konularla sınırlıdır.
Doğuya doğru gelindikçe de muhafazakarlık ve devlet kavramları birbirlerine daha yakınlaşırlar; Yunanistan ve Türkiye örnekleri gibi.
Bu konuya nereden geldim?
AKP yani Erdoğan Büyük Kongre sürecinde İstanbul’a yeni bir il başkanı tayin etti.
Bu yeni Başkanın bir kahve içmeye CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nu davet etmesi de şirin geldi bana zira Sayın Kaftancıoğlu Erdoğan ve başka AKP’liler tarafından şeytanlaştırılmak istenen bir isim, bakalım bu kahve daveti araya “iyi sıhhatte olsunlar” girmeden gerçekleşebilecek mi?
Bundan on sene kadar önce “iyi sıhhatte olsunlar” dediğimizde kimleri, hangi kurumu kastettiğimiz malum idi, on senede bu “iyi sıhhatte olsunlar” lafının objesi değişti, bu değişim bile Erdoğan’ın hanesine çok kötü bir puan, demek Erdoğan ülkeden “iyi sıhhatte olsunlar” rezaleti kalksın değil, ben öyle olayım istemiş benim anladığım.
AKP yeni İl Başkanı’nın, Kaftancıoğlu jesti sonrası ben de kim olduğuna baktım ve ilk gördüğüm ortağı olduğu bir şirket üzerinden İstanbul’da belediye ihaleleri aldığı oldu.
Yahu, bu AKP’li sözde muhafazakarlar, asılları siyasal İslamcılık, devlet ve kamu ihaleleri olmadan para kazanamıyorlar mı?
Tüm çok zengin, az zengin AKP’lilere bakın, adeta kahir ekseriyeti bir biçimde devlet üzerinden para kazanmışlar, para kazanıyorlar.
Tüm il başkanlarının, belediye başkanlarının mutlaka bir kamu ihalesi ya da imar değişikliği hikayesi var arkalarında.
Devlet dışı para kazanan yok gibi aralarında; muhtemelen çok ender istisnalardan biri Topbaş ailesi idi (Saray muhallebicileri).
AKP’li sözde muhafazakarların din ve inanç ile ilişkisi de biraz böyle.
Muhalefet yıllarında Diyanet İşleri Başkanlığına (DİB) çok mesafeli hatta karşı olan bu sözde muhafazakarlar iktidara geldiklerinde bu büyük, örgütlü devlet kurumuna tapmaya başladılar.
Aralarında artık kimse “Diyanet devlet dinidir” falan demiyor, devlet protokolünde de en önlere getirdiler DİB’i.
Bu tavır değişikliklerini de DİB’in başına getirilen kişilerin artık farklı olduklarına bağlıyorlar, aralarında kimse kurum analizi yapamıyor, kurumların başlarına gelenler ile tamamen değişebileceklerine inanabiliyorlar.
Aynı yanlışı Kemalistler de yapıyorlar, DİB’in kurumsal varlığına değil, başkanlarına itiraz ediyorlar, sanki şimdiki başkan Ali Erbaş gitse ve yerine bir mucizevi dirilişle Atatürk’ün Diyanet Reisi merhum Rıfat Börekçi gelse DİB daha demokratik, daha hukuki bir kurum olabilecekmiş gibi.
Bu açıdan siyasal İslamcılar ile Kemalistler ne kadar da benziyorlar birbirlerine.
AKP döneminde bu yeni yetme sözde muhafazakarlar inanç meselelerini DİB’e, para işlerini de ihalelere ve imar değişikliklerine endeksleyince de ortaya devlet eksenli bir berbat yönetim anlayışı çıkıyor kaçınılmaz olarak.
Olan da Türkiye’ye oluyor.
Eser KARAKAŞ