ERMENİLERİN KÖKENİ VE GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRK-ERMENİ İLİŞKİLERİ
Prof. Dr. Ekrem MEMİŞ
“Ermeni Mezalimi”
Türk-Ermeni İlişkilerinin tarihine ana hatları ile temas etmeden evvel, Ermenilerin kökeni hakkında bilgi vermenin yararlı olacağına inanıyorum.
Ermeni adına ilk defa, M.Ö. 6. yüzyılda Pers Kralı Darius’un kitabelerinde rastlanmaktadır. Ve asıl ilginç olan nokta şudur ki, Ermeniler, kendilerine hiçbir zaman “Ermeni” dememişler, bilakis kendilerini “Haikhlar” (Hay-Hayk ) olarak adlandırmışlardır. Ermeni ismi, Pers Kralının, bölgenin adına izafeten uydurmuş olduğu bir isimdir.
Çünkü çivi yazılı belgelerden anlaşıldığı kadarıyla, daha M.Ö. 3. Binyıldan itibaren[1], onların yerleştiği Doğu Anadolu Bölgesine “Armanu” veya “Armenia” denilmekte idi. Başka bir tabirle, Ermenilerin gelmesinden yaklaşık 1600 yıl önce de, Doğu Anadolu Bölgesi, “Armenia” adıyla anılıyordu.
İşte Pers Kralı, hâkimiyeti altında bulunan ve muhtemelen batıdan göçmen olarak gelen bu yabancılara “Armenia Bölgesinde oturanlar” anlamına gelen “Ermeniler” ismini vermişti. Şu noktayı da açıklığa kavuşturmakta fayda görüyoruz: Ermeniler, kendilerinden önce bu topraklar üzerinde oturmuş olan Urartuları (M.Ö. 9.-6. yüzyıllar arası) ataları olarak göstermeye ve dolayısıyla bölgenin gerçek sahibi olduklarını ispat etmeye çalışmaktadırlar. Halbuki, yapılan filolojik tetkikler, Ermenilerin kullandığı dilin, Hint-Avrupa kökenli dillerden olduğunu, açık ve net bir biçimde ortaya koymuştur. Buna karşılık Urartuların dili, M.Ö. 3. Binyılda Doğu Anadolu’nun hemen hemen tamamı ile Güneydoğu Anadolu’nun bir bölümünde oturan ve bilim adamları tarafından Proto-Türkler oldukları ileri sürülen Huri kavminin diliyle akraba olup, Asya kökenli dillerdendir.
O halde, Ermenilerin böyle bir iddiada bulunmaları, tamamıyla yersiz ve yanlıştır. Çünkü filolojik açıdan, böyle bir görüşün haklılığına asla imkan yoktur[2]. Eğer Urartulara mutlaka bir akraba aranıyorsa, Filolojik açıdan, bu akrabalığa en layık olanlar Türklerdir.
Ermeniler, büyük bir ihtimalle, M.Ö. 8. yüzyılda vuku bulan Trak göçleri neticesinde Anadolu’ya geldikten ve yaklaşık iki asır orda burada yaşadıktan sonra, Urartu Devletinin yıkılmasını fırsat bilerek, M.Ö. 6. yüzyılın başlarında, Van Gölü ve civarındaki topraklara, Pers Kralının egemenliğini kabul etmek ve ona vergi ödemek şartıyla yerleşebilmişlerdir.
O halde, Ermenilerin Anadolu’daki tarihleri, M.Ö. 6. yüzyıldan daha geriye gitmemektedir. Halbuki, çivi yazılı belgelerdin öğrenildiğine göre[3], Türkler M.Ö. 3. Binyılın sonlarından itibaren Anadolu’da mevcutturlar ve Anadolu’nun kaderinde önemli roller oynamışlardır[4].
Ermeniler, Pers İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra İskender’in, daha sonra da sırasıyla Selevkosların, Romalıların, Bizanslıların, Selçuklu Türklerinin ve nihayet Osmanlı Türklerinin egemenliğinde yaşamışlardır.
Ermeniler, Anadolu’da yaşadıkları uzun zaman içerisinde hiçbir zaman tam manasıyla bağımsız olamamışlar, mütemadiyen himaye altında yaşamışlar ve karşılığında da vergi ödememişlerdir. Fakat şurası bir gerçektir ki, en iyi muameleyi Türklerden görmüşlerdir. Hatta Osmanlı imparatorluğu döneminde devletin üst kademelerinde kendilerine birçok görevler verilmiştir[5].
Ancak, özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, emperyalist devletlerin teşvik ve tahrikleriyle, memleket içerisinde karışıklıklar çıkarmaya ve Osmanlı Hükümeti için problem olmaya, başlamışlardır. Nitekim, dış güçlerin yardımıyla oluşturulan Ermeni komiteleri aracılığı ile memleketin her yerinde kulüpler ve kitaplıklar açılmış, buralara devam eden kişilere Ermeni Tarihi ve Ermeni büyükleri hakkında bilgiler verilerek, Ermeni milliyetçiliği aşılanmaya çalışılmıştır.
Bu arada Türklüğe ve Türklere karşı Ermeni halkında nefret uyandıracak eserler de neşredilmiştir. Ermeni Patrikhanesi ise, dini yükümlülüğünü bir tarafa bırakıp, bütün mevcudiyeti ile komitecilerin karargâhı haline gelmiştir.
Rus Çarlığı da, Kilikya (Adana, Maraş, İskenderun) bölgesindeki Ermenileri Ortodoks mezhebine geçirerek kendisine bağlamayı ve bu yolla Akdeniz’e çıkmayı hedeflediği için, devamlı olarak Ermenileri kışkırtmaktan geri kalmamıştır.
Balkan Harbi’nden sonra Ermeni derneklerinin siyasi faaliyetleri daha da artırmış ve Ermeni çeteleri, Türkleri katletmeye başlamışlardır. Osmanlı İmparatorluğu 3 Ağustos 1914 tarihinde Birinci Dünya Harbi’ne fiilen iştirak ettikten sonra ise Ermeniler, Anadolu’da oturan ve hiçbir günahı olmayan binlerce Türkü çoluk çocuk, genç ihtiyar demeden acımasızca katletmişlerdir.
Elbette ki, böylesine vahim bir durum karşısında Osmanlı Hükümeti’nin birtakım tedbirler alması gerekiyordu. Nitekim çok geçmeden bu tedbir alındı.
Gerçekten, Başkomutanlık makamı, Anadolu’nun birçok yerlerinde ve özellikle Doğu Anadolu’daki Ermeni isyanlarının, sabotajlarının ve silahlı eşkıyalıkların tehlikeli bir durum yarattığını görerek, İçişleri Bakanlığı’na bir teklifte bulunmuş ve 27 Mayıs 1915 tarihinde de üç maddelik bir tehcir (Göç Ettirilme) kanunu çıkarılmıştır.
Bu kanun ile; 2 ordu, bağımsız kolordu ve tümen komutanlarına, “askeri nedenlere dayanarak, casusluk ve hainliklerini hissettikleri bölge halkını, tek tek veya toplu olarak memleketin diğer bölgelerine gönderebilmelerine” yetki verilmiştir. Bu kanuna göre çıkarılan yönetmeliklerle de, göç ettirilen şahısların mal, can ve namuslarını koruyucu çeşitli düzenlemeler getirilmiştir[6].
Osmanlı Hükümeti ayrıca, Ermenilerin göç ettirilmesiyle ilgili olarak bir de talimat metni yayınlamıştır. Bu metinde şöyle denilmektedir:
“Nakli gereken Ermenilerin yeni yerleşme bölgelerine hareket ettirilmeleri ve yolculukları sırasında rahatları sağlanmalı, canları ve malları korunmalıdır. Varışlarından, yeni yurtlarına tamamıyla yerleşmelerine kadar, iâşeleri, mülteci tahsisatlarından karşılanmalıdır. Bunlara daha evvelki mali durumları ve halihazır ihtiyaçlarına göre, mal ve toprak dağıtılmalıdır. İhtiyaç sahipleri için, hükümet evler yapmalı, çiftçi ve ihtiyaç sahibi zanaatkârlara tohum, âlet, teçhizât temin etmelidir.”
“Bu emrin tamamıyla, Ermeni isyancı komitelerinin genişlemesine karşı bir tedbir olması nedeniyle, Müslüman ve Ermeni gruplarının, karşılıklı katliama girişmelerine yol açacak şekilde yerine getirilmesinden kaçınılmalıdır.”
“Yeniden yerleştirilen Ermeni gruplarının refakat etmek üzere, özel görevliler temini için düzenlemeler yapılacak, bunların yiyecek ve diğer ihtiyaçları sağlanacak, bu amaçla gerekecek harcamalar, göçmenlere ayrılan hükümet tahsisatından karşılanacaktır.”
“Göçmenlerin yolculukları sırasında, varış yerlerine kadar, gerekli iâşeleri sağlanmalıdır. Yoksul göçmenlere, yerleşebilmeleri için, kredi verilmelidir. Yolculuk halindeki kişiler için kurulan kamplar, muntazam olarak denetlenmelidir. Bu kişilerin refahı için gerekli tedbirler alınmalı, ayrıca asayiş ve güvenlikleri sağlanmalıdır. Yoksul göçmenlere yeterli yiyecek verilmeli ve sağlık durumları, her gün, doktor tarafından denetlenmelidir… Hasta, kadın ve çocuk trenle, diğerleri ise dayanıklılıklarına göre, katırlara, araba içinde veya yaya olarak gönderilmelidir.
Her konvoya bir müfreze muhafız refakat etmeli, her konvoyun yiyecek malzemeleri, varış yerine kadar korunmalıdır. Kamplarda veya yolculuk sırasında, göçmenlere karşı bir saldırı vuku bulursa, bu saldırılar, derhal önlenmelidir.”[7]
Görülüyor ki, yüzyıllardan beri Türklerle yan yana yaşayan Ermeniler, güvenilir bir vatandaş olarak kabul edilmelerine ve kendilerine her türlü konuda serbestlik tanınmasına rağmen, Türkiye üzerinde çeşitli menfaatleri olan yabancı devletlerin oyununa gelerek, hata işlemişlerdir. Eğer Ermeni vatandaşlar, macera peşinde koşan Ermeni komitelerinin aklına uyarak, memleketin çeşitli yerlerinde karışıklıklar, isyanlar, eşkıyalıklar, sabotajlar ve hatta düşman hesabına casusluklar yapmasalar ve her şeyden önemlisi, en kritik durumlarda, Türk ordusunu, arkadan vurmak gibi hareketlere girişmeselerdi ve nihayet silahları ile düşman tarafına geçerek, her şeylerini paylaştıkları Türk askerine karşı savaşmasalardı elbette ki bu isyanları bastırmak için hiçbir askeri harekâta gerek kalmayacağı gibi, yurdun başka köşelerine göç ettirilmeleri de söz konusu olmayacaktı.
Esasen hiçbir hükümet, kendisine sadık, görevini yapan vatandaşlarını, hele ölüm-kalım savaşında olduğu bir zamanda, cezalandırma ve göç ettirme gibi işlemlere girişemez[8].
Ancak, azınlıkların, yurt çıkarlarına uymayan ve hatta vatanı yok etmek durumuna getiren eylemlerine karşı da hükümetlerin eli kolu bağlı kaldıkları, hiçbir zaman ve hiçbir yerde görülmemiştir. Suça uygun cezayı vermek, devlet otoritesinin ve hükümet yöneticilerinin en doğal hakkı ve hatta görevidir[9].
Türk milletini savaş meydanlarında yenemeyeceklerini anlayan emperyalist devletler, Türklerle kardeş gibi yaşayan azınlıkları, çıkarları için, bir piyon olarak kullanmışlardır.
Birinci Dünya Harbi’nde Ermeniler tarafından öldürülen Türklerin sayısı, öldürüldüğü iddia edilen Ermenilerin sayısından çok daha fazladır.
Bu öldürülen Türklerin çoğu, Ermeni isyanlarında baskına uğrayan askerlerle, işi gücü ile uğraşan sivil halktı. Gözünü kin bürümüş Ermeni komitecileri, kadın, çocuk ve ihtiyarları bile öldürmüşlerdir. Bu hareket tarzı, insanlık için, medeniyet için, utanç vericidir. Ermeni komitecileri, yabancı devletlerin özendirme, kışkırtma ve her türlü yardımlarıyla hem Türk ve hem de Ermeni ırklarına en büyük kötülüğü yapmışlardır.
Ermenilerin Doğu Anadolu’daki çarpışmalarda ve tehcir sırasında kayıplar verdiği bir gerçektir. Esasen bu durumu inkar eden de yoktur. Savaştan kaynaklanan genel düzen ve güvenlik ortamı ve zapt edilmesi mümkün olmayan şahsi kin ve öç alma duyguları çerçevesinde, göç ettirilen kafilelere bir takım saldırılarda bulunulmuştur. Ancak hükümet, bu durumu, elinden geldiği kadar önlemeye çalışmış ve sorumlu gördüğü saldırganlarla görevlerinde ihmali görülen muhafızları da en ağır şekilde cezalandırmıştır.
Diğer taraftan, savaş günlerinin güç şartları; araç, yakıt, gıda, ilaç ve diğer imkânların yetersizliği, ağır iklim şartları, bir takım salgın hastalıkların meydana getirdiği tahribat da kayıpların sayısın artırmıştır. Cephelerde, 90.000 kişilik Osmanlı ordusu, soğuk ve hastalıktan kırılmıştır. Uzak bölgelerde, hatta başkent İstanbul’da bile, feci sıkıntılar çekilmiştir.
Bu zor şartlar ve sıkıntılardan, en az Ermeniler kadar Türklerde paylarını almışlardır.
İşte, Ermeni propaganda ve teröristlerinin soykırım (jenosit) diye iddia ettikleri olayın gerçek yüzü bundan ibarettir.
Kaldı ki, göç ettirilme sırasında, Ermenilerin kayıpları ile ilgili olarak verilen rakamlar bile, birbirine uymamaktadır. Örneğin ciddiyeti ile tanınan Encylopedia Britannica, 1918 yılı baskısında, tehcir sırasında ölen Ermeni sayısını 600.000 olarak yazmış iken, bu miktar, 1968 yılı baskısında 1.500.000 olarak gösterilmiştir[10].
Gerçeği tespit etmek için, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisindeki Ermeni nüfusuna bakmak gerekir.
Birinci Dünya Harbi sıralarında, Osmanlı İmparatorluğu uyruğundaki Ermeni nüfusu, çeşitli kaynaklara göre şöyledir:
Ermeni Patrikhanesi Rakamlarına Göre 2.560.000
Ermeni Tarihçisi Basmacıyan’a Göre 3.380.000
Lozan’daki Ermeni Heyetine Göre 2.500.000
Ermeni Tarihçisi Kevork Aslan’a Göre 1.800.000
Fransız Sarı Kitabı’na Göre 1.550.000
Encylopedia Britannica’ya Göre 1.500.000
Ludovic de Constensa’ya Göre 1.400.000
H. F.B. Lynch 1.345.000
Revue de Paris’e Göre 1.300.000
Osmanlı İstatistiklerine Göre 1.295.000
İngiliz Yıllığı’na Göre 1.056.000
Abartılı Ermeni kaynakları dikkate alınmadığı takdirde, bu nüfusun ortalama olarak 1.300.000 olduğu kabul edilebilir. Şu halde, Ermeni iddialarının gerçekle bir ilgisi yoktur.
Talat Paşa, İttihat Partisi’nin son toplantısında, Ermenilerin kaybını 300.000 olarak tahmin etmiştir.
Toynbee ise Ermenilerin kaybını 600.000 olarak vermiştir ki, bu rakam, Encylopedia Britannica’nın 1918’de verdiği rakamla aynıdır.
Osmanlı Hürriyet ve İtilâf Hükümeti, İttihat ve Terakki İktidarını kötülemek ve işgal kuvvetlerine hoş görünmek için göç ettirme sırasında 800.000 Ermeni’nin öldüğünü söylemiştir.
Lozan Konferansına katılan Ermeni Heyeti Başkanı Bogos Nubar, o sırada Türkiye’de hala 280.000 Ermeni’nin bulunduğunu, 700.000 Ermeni’nin de başka ülkelere göç ettiğini söylemiştir.
Bu beyan doğru kabul edildiği takdirde, toplam 1.300.000 olan Ermeni nüfusundan, hala Türkiye’de oturan ve başka memleketlere göç eden Ermeniler de sayılırsa, Ermeni kaybının 300.000 civarında olduğu görülür. Bu kayıplara, çete ve isyan harekâtında ölen ve düşman safına geçerek Türklerle savaşırken ölenler de dâhildir.
Savaş şartları içinde, yokluk, yorgunluk ve hastalıktan ölenler de bu miktara katılmalıdır. Ermenilerin ve Ermeni yanlısı çevrelerin, Ermeni kayıplarını verirken, Türk kayıplarını da hatırlamaları gerekir. Türk kayıpları, Ermeni kayıplarından çok daha fazladır. Yukarıda adı geçen Bogos Nubar’a göre, sadece Doğu Anadolu’daki Müslüman nüfustan 1.400.000 kişi eksilmiştir[11]
Görülüyor ki, ne plânlı bir soykırım ve ne de 1.500.000 Ermeni’nin ölmesi söz konusudur. Böyle bir iddiada bulunmak, tarihi gerçekleri saptırmaktan başka bir şey değildir[12].
Ermeniler Mustafa Kemal’in önderliğinde başlatılan Milli Mücadele sırasında da düşmanca hareketlerine devam etmişlerdir.
Gerçekten, başta ABD olmak üzere, Batılı devletleri arkasına alan Ermeniler, Doğu Anadolu Bölgesi’nde bir Ermenistan Devleti kurmak amacıyla Türklerle mücadeleye girmişler, ancak Şark Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa tarafından mağlup edilmişlerdir.
3 Aralık 1920’de Ermenilerle Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti arasında Gümrü Antlaşması imza edilmiştir. Fakat anlaşmadan bir gün sonra, Ermeni toprakları, Rus Kızılordusu’nun işgaline uğramış ve Erivan’da Sovyet Ermeni Cumhuriyeti Hükümeti kurulmuştur. Bu nedenle, Gümrü antlaşması onaylanamamıştır. Bunun yerine 16 Mart 1921’de Sovyet Rusya ile Moskova’da bir antlaşma yapılmış ve bu antlaşma, 27 Mart 1921 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce de onaylanmıştır.
Böylece, Doğu Cephesi ve bu cephede savaştığımız düşmanlarımızla olan ilişkilerimiz düzelmiş gibi görünüyordu.
Fakat özellikle, 1960’lı yıllardan sonra, Ermenilerin, Türkiye ve Türkler aleyhindeki faaliyetleri, yeniden artmaya başlamıştır.
Ancak, şurası bir gerçektir ki, Osmanlı Arşivlerinde ortaya çıkarılan ve ilim âleminin hizmetine sunulan yüzlerce belge, Ermeni iddialarının hiçbir gerçek dayanağı olmadığını, açıkça ortaya koymuş bulunmaktadır.
Şunu da hemen belirtelim ki, Ermeniler, genellikle Türk-Yunan İlişkilerinin gerginleştiği dönemlerde sahneye çıkmışlar ve hatta, Rumlarla işbirliği içerisine girmişlerdir. Milli Mücadele sırasında yaşanan bu durum, 1990 yılının başlarında yeniden yaşanmıştır. Hatırlanacağı üzere, Ermeni-Azeri çatışmasının hemen ardından Yunanlılar, Batı Trakya’daki soydaşlarımıza karşı insanlık dışı hareketlerde bulunmuşlardır.
Ermeniler halen Azerbaycan topraklarının % 20’sini işgal altında tutmaktadırlar.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmeye çalıştığı şu sıralarda gündeme getirilen en önemli konulardan biri, Türkiye’nin, Ermeni soykırımını kabul etmesi noktasında yoğunlaşmaktadır. Ayrıca Türkiye’den Ermenistan sınır kapısını açması ve Türkiye ile Ermenistan arasında ticari ilişkilerin başlatılması istenmektedir.
Türkiye, Ermenilerin işgal ettiği Azeri topraklarından çekilmesi kaydıyla, Ermenistan sınır kapısını açabileceğin beyan etmiştir. Ancak, soykırım iddiasını kabullenmesi mümkün değildir. Çünkü, Birinci Dünya Harbi sırasında Ermenilerin de özellikle Doğu Anadolu Bölgesi’nde yaşayan yüz binlerce Türkü acımasızca katletmişlerdir. Son yirmi yıldır bölgede yapılan arkeolojik kazılarda çok sayıda toplu mezar ortaya çıkarılmıştır ki Müslüman Türklere ait olan bu toplu mezarlar, Ermeni katliamın boyutlarını tüm çıplaklığı ile ortaya koymaktadır.
Bir başka ifade ile tehcir olayının yaşandığı 1915 yılında Türklerin verdiği kayıp, Ermeni kayıplarından daha az değildir.
Her iki taraf da epeyce insanını kaybettiğine göre, Ermenilerin her yıl bu konuyu gündeme getirerek, Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak istemesinin hiçbir anlamı yoktur. Eğer Ermenistan, Türkiye ile iyi ilişkiler kurmak istiyorsa, her şeyden önce tarihin derinliklerinde kalmış olan sözde Ermeni Soykırım iddiasından vazgeçmeli, ardında da işgal altında tuttuğu Azeri topraklarını boşaltmalıdır.
Prof. Dr. Ekrem MEMİŞ
Afyon Kocatepe Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölüm Başkanı.
Kaynak:
Afyon Kocatepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: VII Sayı: 1 – Haziran 2005 (Ermeni Özel Sayısı)
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
OSMANLININ AYRICALIKLI VATANDAŞLARI OLAN YAHUDİLER, Laik CUMHURİYET REJİMİNDEN ve MILLIYETÇILERDEN HİÇ MEMNUN KALMAMIŞ
Örnek, 1926 Tarihli yahudi basınında bir makale
“Yahudiler için Zor Zamanlar”
Konstantinopolis’ten (istanbul) Marc Regenstreif kaynaklı haber analiz :
Türkiye’de yaklaşık 100.000 Yahudi yaşıyor…..Yahudi basını Türkiye’de Yahudilerin olduğu gerçeğinin pek farkında değil gibi görünüyor. Ancak bu farkında olmamak, bu “bilmezlik” her zaman mutluluk anlamına gelmiyor.
Türkiye’deki Yahudilerin sessiz kalması, dünyanın tüm diğer ülkelerindeki Yahudilere göre daha mutlu olduklarını da göstermiyor………
Türk hükümetinin dinle devlet işlerini ayırması yani laikliği uygulamaya koymasıyla birlikte Türkiye’deki Yahudiler de buna uymaya karar verdiler, fakat Baş Haham Haim Bejarano Efendi, Hahambaşılığın prestijini tamamen ortadan kaldıracağı için bu fikirden memnun kalmadı.
Aşkenaz (Bunlar Türk kökenli hazar yahudileridir) cemaatinin hahamlarından Dr. Marcus ise projeyi Türkiye’deki Yahudilerin öncelikle birer Türk vatandaşı olduklarını tescil edecek olduğundan memnuniyetle karşıladı.
Burada mesele konunun, son zamanlardaki Yahudi karşıtı saldırılar Türk basınında yer buluncaya ve Yahudilerin kendi cemaatleri içindeki laiklik düzenlemelerini hızla hayata geçirinceye kadar sürüncemede kalmasıydı.
Bu ayrılığın sonucunda Hahambaşılık güç kaybına uğrayacaktır, ancak tüm Yahudi cemaati bu değişimden faydalanmalıdır, çünkü Hahamlık ayrıcalığının kaldırılmasıyla birlikte, Yahudilerin de Türk milletinin topyekün uyanışı içinde bu değişiklikten yararlanmaları daha kolay olacaktır.
Türk milletiyle olan kaynaşma arzusunun yanında Devlet içinde bir azınlık olarak görülmek korkusu, Türkiye’deki Yahudi cemaatlerinin Yahudi ilkokullarındaki tüm öğretimin sadece Türkçe dilinde verileceğine ilişkin hükümet emrine bir an önce uyma konusunda gösterdikleri telaşta kendini göstermekte.
İş bununla kalmadı, ayrıca özel okulların personelinin dörtte üçünün Türk olmasını da zorunlu tuttu. Fakat Hükümet Türk dediği zaman Müslümanları kastediyordu. Bu durumda Yahudi çocukları büyüdüklerinde ne yapabilecekleri sorusu doğuyor. Türkçeden başka dil bilmiyor olacak fakat Yahudiler, çalışanların yaklaşık yüzde 75’inin Türk olması koşulu yüzünden oldukları için işe de alınamayacaklar.
Bu dolaylı Yahudi karşıtı hareketini, çok geçmeden ülkedeki neredeyse tüm Türk gazetelerinde Yahudilere yönelik doğrudan bir saldırı izledi.
Yahudiler suçlandı fakat hiçbir kanıt sunulamadı, bu temelsiz iddia sadece bir bahaneydi. Geçtiğimiz Ekim ayında 300 Yahudi’nin İspanya Kralı’na, İspanya’ya bağlılıklarını bildiren mesaj gönderdiği iddia edildi. Türkiye’deki Yahudi cemaatlerinin tümü hükümete şiddetli protestolar gönderdi, tüm Türk Yahudileri adına, iddia edilen böyle bir mesajın varlığı kesin olarak reddedildi, İspanya Büyükelçiliği de benzer bir yalanlama yayınladı.
İspanyol Kulübü de yalanladı, ancak hiçbiri Türk basınını susturamadı.
300 Yahudinin gerçekten de böyle bir mesaj gönderdiği ispatlanmış olsa bile bile (ki böyle bir şey kesinlikle vuku bulmamıştı) bu grup, Türkiye’de yaşayan büyük Yahudi cemaati içindeki 500 kişiden ibaret çok küçük bir grubu ifade eden İspanyol vatandaşı Yahudiler olabilirdi.
Türk basını bu iddiadan vazgeçmedi, söylendiğinde hiçbir zaman dikkat etmedi, bu konudaki açıklamalara itibar edilmedi, bu durum, Türk vatandaşı olsun olmasın Yahudilere saldırmak için fırsat olarak görüldü.
Hükümetin, Yahudilerin yeni Türkiye’nin yararlı ve sadık birer vatandaşı olduğuna yönelik açıklamasına rağmen dikkate alınmadı.
Türk Yahudileri, laiklik uygulamasının gerektirdiği azınlık haklarından feragat etmek, Türkçeyi eğitim dili yapmak gibi tüm düzenlemeleri hayata geçirdikleri ve bunları da gönüllü olarak yaptıklarını söyleyerek kendi ülkelerinde daha iyi bir muameleyi hak ettiklerini ileri sürdüler.
Tüm hikayenin daha sonra bir icat olduğu doğru. Ankara’ya giden Yahudi temsilci, hükümeti hikayenin doğru olmadığına ve Yahudi halkının sadakatine karşı yapılan suçlamalara gerek olmadığına ikna edebildi.
Sonunda, ajitasyon azaldı. Ancak, ilk soruşturmada hiçbir dayanağı olmadığı ispatlanan bir raporun, Cumhuriyet’in Yahudilere karşı böyle bir avı başlatmak için yeterli olduğunu gösteriyor.
Peki Türkiye Yahudilerinin konumunu iyileştirmek için ne yapılabilir? Hiçbir şey. Yapılması gereken tek şey, mümkünse sessiz kalmak ve kimseyi kışkırtmamaya çalışmaktır.
Sinan Akbaytürk
yyyyyyyyyyyyyyyyyyyy
saygilarimla,
Selen Atasoy
Aşkenaz (Bunlar Türk kökenli hazar yahudileridir), Yahudilerin icinde en zeki olanlari bunlardir, ben kendi gözüm ile tanik oldum.
Bir yanıt yazın