‘Şahsım Devleti’nde kararlar ‘tek merkez’den alınıyor denilmektedir.
Öyleyse ‘Devletin merkezileşme’sinden de sözedilebilir, denilmektedir.
Böylece ‘Şahsım Devleti’ yani neo-patrimonial devlet ile ‘Devletin Merkezileşmesi’ kavramları, çoğu konuda olduğu gibi, biribirine karıştırılmış olmaktadır.
Yani kimi sözde ‘sosyal bilimci’ler, ellerindeki ‘merkez-çevre şablonu’nu, Tarih’i gözardı ederek, tarihsel olgulara uygulamaya çalışmaktadırlar.
Ve oradan, türlü türlü ‘yerinden yönetim’ kuramları türetmeleri beklenmektedir.
Hemen belirtelim ki, ‘Devletin merkezileşmesi’ XIXncu yüzyılın bir olgusudur.
Ve ‘Devlet-Ulus’un ‘olgunluk’ aşamasının bir sonucudur.
Daha önceki yazılarımızda belirttiğimiz üzere, Westphalie anlaşması (1648) ‘Devlet-Ulus’ların sadece ‘embryon’ olarak ortaya çıktıkları döneme ilişkindir.
Genellikle kabul edildiği üzere 1789 Fransız Devrimi ‘Devlet-Ulus’un ‘Milad’ını oluşturmaktadır.
Anayasa tartışmaları sırasında, Boissy d’Anglas Devrim Takvimine göre ‘an III’ ( yani1794-1795)’te, “Biz Cumhuriyet’in iç yönetiminin doğrudan yönetim erkinden (Hükûmet) kaynaklanmasını tasarlıyorduk [Nous avons considéré l’administration intérieure de la République comme une émanation directe du pouvoir exécutif] (*) derken, Devlet’in tam bir ‘merkizeleşme’sini tasarladıklarını dile getirmekte idi.
Şu koşulla ki, orada bir ‘Cumhuriyet’ sözkonusudur ve ‘Hükûmet’in halkın ‘tümünü’ temsil ettiği varsayımına dayanmaktadır.
Oysa Napolyon 1806 yılı Mart ayında, “Benim özgül bir mahkemeye gereksinmem var, diyecektir; öyle bir yarı-idarî yarı-hukukî kurum kurmak istiyorum ki, Devlet yönetimi için gerekli hakemlik işlevini yerine getirebilsin” (**)
Buradan bakıldığında, günümüz ‘Şahsım Devleti’yle bir benzerliğinin olduğu söylenebilir.
Ama böyle bir yaklaşım da ‘bilimsel’ olamaz.
Napolyon’la birlikte, ‘Devlet-Ulus’un ‘merkezileşebileceği kadar merkezileştiği’ doğrudur.
Öte yandan, örneğin ‘Osmanlı İmparatorluğu’nda ‘merkezileşme’den sözetmenin olanağı yoktur.
Kaldı ki, ne Batı’da ve ne de ‘Doğu’da ‘merkezî Devlet’ diye bir kavram da, XIXncu yüzyıl öncesinde yoktur.
İstanbul’da ‘Bab-ı Ali’, Paris’te Versailles, Londra’da Buchingkam vardır ama, ne İstanbul, ne Paris ve ne de Londra ‘Başkent’ değildir.
Kuskusuz tarihte Ur, Babylon, Kudüs vb ‘yöneticiler’in yaşadığı büyük kentler (Metropol) olmuştur, ama o ülke sınırları içinde bulunan ‘Kent’lerin ‘Başı’ olmak, diğer bir deyişle, bütün kent ‘yöneticileri’nin ‘Başkent’e ‘doğrudan’ bağlı olması, tarihsel olarak bir başka ‘dönem’in göstergesidir.
Yönetim merkezi olarak ‘Saray’ın bulunduğu kentte, daha önce değinildiği üzere, Kral ‘fizikî’ olarak bulunduğu halde, diğer kentlerdeki yöneticiler kralın saedece ‘mitsel’ gücünü kullanmaktadırlar.
Sözde ‘kral adına’ yönetirler.
İşte yereldeki idarî yöneticilerin, doğrudan ve yasal olarak ‘Başkent’te bağlanması, bir ‘Anayasa’nın gerekliliğini ortaya çıkarır ki, bu da ancak XIXncu yüzyılda ‘Devlet-Ulus’ olgusunun doğmasıyla olmuştur.
Devlet-Ulus öncesi dönemde ‘patrimonial Devlet’lerin olduğu da bir gerçekliktir.
Ancak ‘Şahsım Devleti’ denilebilecek ‘Neo-patrimonial Devlet’, demek ki ‘Devlet-Ulus’ sonrası ve Devlet-Ulus’un ‘Devlet’inin ele geçirilmesinden sonra sözkonusu olabilecektir.
Aksi taktirde, XXInci yüzyılda, bir ‘Terbiyesiz herif’in, bütün bir ‘Ulus’u denetimi altına almasının olanak ve olasılığından sözedilemez.
Yani ‘Şahsım Devleti’, tarihsel olarak yeni bir olgu, yeni bir kavram, zamane bir durumdur.
Ancak hiçbir koşulda ‘zamanın ruhu’nu taşımamaktadır.
Ve ne kadar çabalanırsa çabalansın bir ‘Ruh’ kazandırılamayacaktır.
Onun ‘ruh’u, olsa olsa anakent anlamda kapital değil ama anamal anlamında kapital’dir denilebilir.
(Sürecek)
(*)Gérard Sautel, Histoire des institutions publiques depuis la Révolution Française, Dalloz, 1970, p. 237
(**) A.g.e, p. 230 [J’ai besoin d’un tribunal spécial;… je veux instituer un corps demi-administratif, demi-judiciaire, qui réglera l’emploi de cette portion arbitraire nécessaire dans l’administration de l’Etat]
Bir yanıt yazın