Türk Dünyasının Ortak “Türklük Algısı” Sorunu
(02.04.2014) Dr. Can ÜNVER
EkoAvrasya Danışma Kurulu Üyesi
Dünyada Türkçe konuşan halkların mevcut nüfusunun bir “Türk Dünyasından” sözetmek için yeterli olduğu noktasından hareketle öncelikle “Türk Dünyası” kavramını açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Tüm ülkelerde eşzamanlı nüfus sayımı yapılması mümkün olmamakla birlikte tahmin yeteneğinin işletilmesi ile gerçeğe yakın bir Türk nüfusunun günümüze 350 milyon sınırında olduğunu ileri sürmek yanlış olmayacaktır.
Bu büyük nüfusun siyasi güce dönüştürülmesi için bugüne kadar yapılanları azımsamak doğru değil belki. Fakat bu konuda alınmış çok bir mesafe yok henüz. Ancak son 30 yıl içinde, yani Sovyet sisteminin çökmesi ile eskiye göre daha rahatlıkla bir “Türk Dünyası” kavramından söz edebiliyoruz. Bu kavramın içinde şimdilik siyasi boyut yeterince öne çıkmasa da dil ve kültür birliği ile ortak tarihimiz bu kavramı kullanmamızı mümkün kılan başlıca unsurlar. Kısaca, hangi coğrafyada olursa olsun, Türk dilinin farklı ağızlarıyla da olsa kullanılması ve ortak kültür ögelerinin varlığını sürdürmesi bir “Türk varlığından” söz etmemize imkân vermektedir. Fakat dil ve kültür birliği de aslında henüz tam olarak ortaya çıkmış gözükmüyor. Farklı coğrafyalardaki Türk topluluklarının birbiriyle olan etkileşiminin bugünkü düzeyi ile çağdaş anlamda dil ve kültür birliğimiz en azından somut sonuç doğuracak bir konuma gelmiş değildir. Örneğin, ortak alfabe konusunda alınan mesafe henüz yeterli değildir.
Türk Dünyası olarak nitelendirdiğimiz varlığın kendisini oluşturan unsurlarca nasıl algılandığına bakıldığında aslında elde çok veri olmadığı görülecektir. Daha anlamlı bir tespit ve nitelikli bir söyleme ulaşmak ancak tüm Türk toplulukları arasında kapsayıcı bir bilimsel araştırma ile mümkün olabilir. Şimdiye kadar bu türden bir araştırma yapılmamıştır. O halde ortak algıda birleşen bir “Türk varlığından” söz edemeyecek miyiz? Bu soruya verilecek yanıt pek tabiidir ki söz edebiliriz, hatta etmeliyiz olmalıdır. Somut olarak bir “Türk varlığı” ve buna ilişkin ortak bir bilinç mevcuttur. Bunun yadsınması söz konusu değildir. Fakat somut olarak algının tanımı ve boyutlarının saptanması, beklentilerin ve siyasi yapılanmaların gerçekleştirilmesi bakımından gereklidir.
Toplumların iç algısının kendiliğinden oluşması tabiatıyla mümkün değil. Bu algıyı inşa eden etmenler vardır. Kuşakların birbirlerine naklettikleri gelenekler ve tabiatıyla en önemlisi, dil bunların başında geliyor. Aynı zamanda algıya karşı etkiler de mevcuttur. Ülkelerin eğitim sistemleri farklı ve özgün aidiyet inşasına göre kurgulanmıştır. Sovyetlerin siyasal ve ekonomik düzeninin gerektirdiği gibi bir eğitim sisteminin uygulandığı ülkelerde bunu daha da iyi görebiliyoruz. Fakat on yıllar boyunca Sovyet sisteminin içinde yaşayan Türk topluluklarının Türklük algısını her şeye rağmen koruyabilmiş olması bu tespitlerle sınırlı kalmaması ve araştırılması gereken bir olgudur. Bu ülkelerde, düzeyleri farklı da olsa, toplumların içinde Türklüğe aidiyet bilincinin kuşaklar boyu varlığını sürdürmüş olduğu görülmektedir. Bu gerçek siyasi mesajı ve gücü olan bir “Türk dünyası” algısı için olumlu bir hareket noktasıdır.
O halde bir “Türk dünyası” algısının dünya genelinde de inşası görevi önümüzde durmaktadır. Sovyet siteminin tarihe karıştığı dönemde Türk kamuoyunda Asya’da bağımsızlığına kavuşmakta olan Türk Cumhuriyetleri için ansızın “Türk” sözcüğünün yerine “Türki” sözcüğü kullanılmaya başlamıştır. O tarihlerde Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı buna ilişkin bir genelge yayınlayarak “Türki” yerine Türk sözcüğünün kullanılmasını istemişti. Ne var ki, hükümetin kendi genelgesine bile tam riayet etmediğini bizzat dönemin hükümet üyelerinin ağzından işittik. Dolayısıyla, bu bilincin öncelikle Türkiye’de inşası konusunda da çalışmalar yapılması gereği ortaya çıktı. Ne var ki, bu konuda çok başarılı olunduğu da söylenemez.
Günümüzde dışımızdaki dünyada Asya’daki Türk toplumlarının Türklüğü konusunda geniş bilgi sahibi olunmadığı bilinmektedir. Özellikle Batıda birçok defa Azerbaycan’da konuşulan dilin Türkçeden farklı bir dil olduğu iddiasını öne süren yayınlara tanık olunmuştur. Adından ne olduğu anlaşılan Türkmencenin bile farklı bir dil olduğu ileri sürülmüştür. Türk toplumlarının adlarının Kazak, Kırgız, Azeri, Özbek, Türkmen veya Uygur olması onların genel Türk ailesinin unsurları olduğu keyfiyetinin gözlerden kaçırılması için kullanılmaktadır. Yunanistan’da yaşayan Türk azınlığa bile bu ülke hükümetlerinin öteden beri “Türk” demekten kaçınması ve onları “Müslüman Yunanlılar” olarak nitelemesi zorlama bir çaba da olsa niyetin arkasındaki siyasi gerekçeyi ifade etmektedir.
Bugün dünyada bir Arap veya bir Latin dünyasından söz edilebiliyorsa “Türk dünyası” kavramı ve algısının da oluşması bizim açımızdan meşru, arzulanır ve gerçekleştirilebilir bir hedeftir. Aynı zamanda Türk devletlerinin bölgesel ve küresel barışa hizmet edecek ortak davranışlarını koordine edecek bir siyasal yapılanmanın bundan böyle daha çok gündeme getirilmesi öncelikli bir görev olmalıdır. Mevcut çalışmalar esasen bu yönde bir siyasi iradenin varlığına işaret etmektedir. Aslında Türkiye zaman zaman yavaşlasa da üzerine düşeni yapmaya gayret etmektedir.
Sonuç olarak tüm Türk topluluklarının kendi aralarında ve dış dünyada kabul gören bir ortak algı etrafında birleşmeleri gündemimizden hiç düşmemesi gereken bir husustur. Bu algı üzerine oluşturulacak etkili bir gönüllü yapılanmanın vereceği siyasal mesajlar barışa yeni bir boyut kazandıracaktır. Böylesine bir yapılanmanın öncelikle ülkelerimiz ve toplumlarımız için getirilerinin gelecekte ne denli önemli olduğunu hep birlikte göreceğiz. Bir anlamda ortak tarihimizin bize dayattığı ve kaçınılması artık mümkün görülmeyen bir görevin takipçisi olmak zorunda olduğumuzu düşünmeli, iç sorunlarımızın bu görevin önemini bize unutturmasına izin vermemeliyiz.