Prof.Dr. Alaeddin Yalçınkaya
Dünya Sağlık Örgütü, Çin ve Aşı
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), BM bünyesinde bir ihtisas örgütüdür. Çin ve Brezilya temsilcilerinin teklifiyle toplanan delegelerin çalışmaları sonucu 7 Nisan 1948’de kurulmuştur. Epidemik, pandemik gibi hastalıklarla mücadele etmek kuruluş amaçlarındandır. Diğer örgütlerde olduğu gibi üye ülkeler gücü nispetinde bütçesine katkıda bulunurlar. ABD, DSÖ’nün en büyük finansörlerinden olup 2019’da 400 milyon dolar vermiştir. Trump, Çin yanlısı tutumları sebebiyle örgütten ayrılış, Biden ise dönüş sürecini başlatmıştır.
Trump’ın DSÖ’den ayrılma gerekçesi “örgütün Çin’in oyuncağı olduğu”nu, boş lakırdı sayalım. Bu karardan sonra da örgüt Covid-19 salgını konusundaki çalışmalarını sürdürmüştür. Salgının ilk çıktığı Çin’in Wuhan şehrinde araştırmalar yapmak istemiş, Çin yönetimi aylarca engellemiş, isimlere itiraz etmiş, vize vermemiştir. Nihayet Çin’in istediği isimlerden oluşan bir heyete izin verilmiştir. Geçen süre zarfında Çin, başta Wuhan Viroloji Enstitüsü ve canlı hayvan pazarı olmak üzere ilgili yerlerde birşeyler yapmıştır.
Normal şartlar altında akademisyen, iş adamı, araştırmacılar için dahi vize işlemleri kısa sürede halledilebilmektedir. Söz konusu olan bir uluslararsı örgüt mensupları ise bu işlemlerin bir günde yapılması mümkündür. İki soru: 1. Geçen süre zarfında Covid-19’un ilk çıktığı Wuhan’da neler yapıldı? 2. DSÖ’nün uzman kadrosundaki önde gelen bazı araştırmacılar niçin kabul edilmedi? Salgınla boğuşan ilk ülke olarak kendisinin de menfaati olan böyle bir konuda araştırma için kılı kırk yaran Çin’in Uygur Türklerine yapılan zulmü araştırma konusundaki tavrı ayrı bir konudur.
Bilimin, araştırmanın temeli şüphedir, aykırı sorulardır, en küçük ihtimalin dahi üzerine ciddiyetle gitmektir. Bilim tarihi, aykırı, farklı, “düşman” zannedilenlerin eserleriyle doludur. Öte yandan birçok alanda olduğu gibi tıbbi araştırmalarda da sahtekarlıklar, rüşvetler, yolsuzluklar olabilmektedir. Nice ilaçların lisansının rüşvetle alındığı ortaya çıkmış, kullanan milyonlar hayatını kaybetmiş veya ağır sağlık sorunlarıyla karşı karşıya kalmışlardır. İşin içinde küresel patronlar olunca üzerine gidilmemiştir. Rüşveti alıp lisansı onaylayan bazı doktorlar vicdan azabına dayanamayarak sahtekarlıklarını ifşa etmek zorunda kalmış, kitaplar yazmışlardır. İlaçlar yasaklanmış ancak şirketler yeni sahtekarlıklarla yeni ilaç üretimine devam etmişlerdir.
İlk aylarda Çin yönetimi salgını gizlemek istemiş, çenesini tutmayan doktorları, gazetecileri cezalandırmıştır. Aylar sonra mızrak çuvala sığmayınca Wuhan hayalet şehre dönmüş, salgına yakalananlar evlerine kapatılmış, kapılarının çivilendiği resimleri dünyaya servis edilmiş, Çin’in salgınla mücadelesi takdir edilmiştir. Bir kaç ay sonra ise vak’a sayısı sıfıra inmiştir! Çin’in salgını bitirdiği haberlerinden geçilmez olmuştur!
Covid-19’un tehlikeli bir salgın olarak kabul edilmediği, hergün binlerce kişinin hastalığa yakalandığı aylarda Wuhan’dan Çin’in diğer şehirlerine milyonlarca kişi seyahat etmiştir. Bu seyahatlar genellikle trenlerde tıkış tıkış olup ülkemizde bir kişinin oturabileceği alana dört kişi sıkışmıştır. Virüsün kuluçka döneminin 14 güne kadar çıktığı, birçok vak’ada hiç semptom görülmediği, normal şartlarda dahi bir kişinin bir kaç günde yüz kişiye virüs bulaştırdığı dikkate alındığında Çin’in her şehrinde her gün on binlerin testinin pozitif çıkması gerekirdi. Basit hesaplar üzerinden sadece Ocak 2020’de Çin’de 100 milyon vak’a, bir milyon ölüm sonucuna ulaşılır. Öte yandan Çin test kitlerinin birçok pozitif vak’ayı negatif gösterdiği ortaya çıktığından bu kitlere itibar edilmedi. Buna karşın Çin’den gelen “vak’a sayısı sıfıra indi” haberlerine inanıldı. Bu aşamada maske, mesafe ile başlayıp aşı ile sözü noktalayan uzmanlar ya bu salgın hakkında doğruları söylemediler veya sözkonusu Çin olunca birçok şeyi unutmak zorunda kaldılar.
Gündemde Çin’den gelen aşıların yetersiz olduğu, nüfusa göre aşılanması gerekenlerin daha fazla olması gerektiği tartışılıyor. Fakat bir dönem DSÖ’deki temsilcimizin, bu kadar üretici varken lisanslamadaki sahtekarlığı mahkeme kararıyla tescilli Sinovac’tan niçin aşı aldığımız sorusuna cevap verilmemiştir. Ortalıkta yoğun bilgi kirliliği olduğu kesindir. Gerek medya gerekse sosyal iletişim kanalıyla herkese ulaşan Sinovac endişesiyle ilgili doyurucu, ikna edici bilgiler verilmelidir. Aksine iddiaların hakaret veya cezalarla toptan reddedilmesi, kamuoyu nezdinde aşıya güveni azaltmaktadır. Öte yandan Pfizer firmasından gelen 25.000 aşının kimlere yapıldığı konusunda da kamuoyu bilgilendirilmelidir. Böylece komplo teorileri ve bir şekilde yayılan gerçek dışı bilgilerin önüne geçilebilecektir. Netice olarak aşıya güven karşıtı haberlerin yayılma hızı düşecektir.
Aşılama işine süratle başlayan İngiltere’den aynı süratle virüsün mutasyon geçirdiği haberlerinin yayılması tamamen tesadüfi olabilir. Yaklaşık bir yıl boyunca mutasyon geçirmeyen virüs nedense tam da aşılama faaliyetleri başlayınca buna ihtiyaç duymuş olabilir. Farklı firmaların farklı aşıları yapıldıkça farklı mutasyon haberleri de havada uçuşmaktadır. Bu tespitler, aşıya karşı güvensizliği değil fakat salgın üzerinden yeni küresel stratejilerin şifrelerini çözmeyi amaçlamaktadır.
İlk defa mikrobu, çiçek hastalığı mikrobunu, büyük Türk mutasavvıf Akşemsettin Hazretleri, bir risale ile tarif etmiştir. Hastalığa yakalananın kanı sağlıklılara bulaştırılarak ilk aşılama uygulaması Osmanlıda başlamıştır. İngiliz prenses İstanbul’da bunu öğrenmiş, ülkesine dönünce ilgililere anlatmıştır. İngiltere’de insandan insana değil de, hastalıklı insan kanı önce ineğe daha sonra bu ineğin kanı insanlara bulaştırılmıştır. İngilizce aşı anlamına gelen “vaccine”in bir anlamı da “ineğe ait” demektir.
Refik Saydam Hıfsıhha Enstitüsü’nün kuruluşu Sultan II. Abdülhamid devrinde başlamış olup daha 1890’larda Türk hekimler bu zeminde Avrupa’yı kasıp kavuran üç hastalığın aşısını bulmuşlardır. Bir asırdan fazla nice buluşa imza atan, dünyaya aşı satan bu tarihi ve tecrübeli kurumun hangi kumpasa kurban giderek 2011’de kapatıldığı araştırılmalı, bu süreçteki sorumlular hesaba çekilmelidir. Kapatılmadan önce bu kurum bünyesinde olup halen hayatta olan uzmanlar, bir an önce benzer bir kurumda bir araya getirilmeli, “Hamidiye Hıfzıssıhha Enstitüsü” gibi bir isimle gerekli alet, edevat, laboratuvar, bütçe tedariki yapılarak asırlık tecrübe yeniden kurumsallaştırılmalıdır.
Öncevatan, 10.02.2021
alaeddinyalcinkaya@gmail.com
Bir yanıt yazın