Demokratik eğitimin sonucu demokratik bir toplumdur…
Rejimin, idarelerinin toplumun aydın ve ilerici kesimine bakışı ile ırkçı ve çağdışı tutumları nedeniyle salt sermaye sahiplerine eleman yetiştirir düzeye indirgemişti üniversiteleri. Yükseköğretim paralı hale getirilmiş, üniversiteler birer ticarethaneye dönüştürülmüş ve bilim yuvası olmaktan çıkarılmıştı…
Zincirler kilitler sürgüler
tank tüfek ve ölüm
ve bomba ve korku ve zulüm
ve yeryüzünde ve gökyüzünde
bütün öldürüm silahları onlarındı
bizim kenetlenmiş kollarımız
ve kavgasını verdiğimiz kitaplarımız vardı
(Nevzat ÇELİK)
Geçtiğimiz yıllarda toplumsal şiddet olaylarıyla ilgili olarak bir devlet görevlisinin açıklaması olmuştu. Günümüzde ilköğretim okullarına kadar inen şiddet olgusuyla ilgili olarak bu kişi “cinnet tohumları” diyor ve sebebini liberalleşmenin alt yapısının oluşturulmamış olmasında görüyordu. Bu saptırmada dikkati çekmiş olana yani aslında şiddetin ta kendisi olan kapitalizm ile şiddet ilişkisinin demokratik eğitim ve disiplin konusuyla bağlantısına bakmak gerekiyor. Zira Türkiye’de sorunlu alanlardan birisi olan eğitim, şiddete hem kaynaklık etmekte hem de mağduru oynamaktadır…
Cumhuriyetten önce eğitim din ağırlıklıydı. Toplumsal davranışlar üzerinde batıl inanışların da etkisi olurdu. Zira geçmişten bahsedildiğinde eğitimde disiplin sağlarken falaka ve değnek sıradan bir yöntem olarak akla gelmekteydi. Eti senin kemiği benim felsefesiyle sıbyan mekteplerine verilen çocukların dayak korkusuyla manasını anlayamadığı bazı sözler ezberlemeye çalışması kişiliklerinin bu dar kalıplar içinde geliştirilmesi demekti.
Bütün bunlar bugünkü eğitim sisteminin içinde bulunduğu olumsuz koşuların da uzantılarıydı. İlkel disiplin anlayışının hem ilköğretimde hem de özellikle liselerde farklı bir biçimde de olsa sürdüğü görülüyor. Öte yandan darbe anayasasının doğurduğu yüksek öğretim sisteminin disiplin anlayışı ile bu kurumu üstünde durmak gerekiyor.
6 Kasım 1981 yılında kısaca YÖK adıyla kurulan Yüksek Öğretim Kurulu tamamen 12 Eylül’ün ürünüdür ve baskıcı, yasakçı bir yapıydı. Cuntacıların çıkardığı bir yasayla önceki üniversite yönetim kurulları tasfiye edilip yeniden atanan yöneticilerden oluşturulmuş mekanizma ile askeri rejim istediği tipte bir düzen kurmayı amaçlamıştır. Özerklik kaldırılmış, birçok ilerici ve demokrat bilim adamı üniversitelerden uzaklaştırılmıştı. Dernekleri kapatılıyor, filmler ve kitaplar yakılıyor, gazete ile dergilerin yayınlanması yasaklanıyordu.
Rejimin, idarelerinin toplumun aydın ve ilerici kesimine bakışı ile ırkçı ve çağdışı tutumları nedeniyle salt sermaye sahiplerine eleman yetiştirir düzeye indirgemişti üniversiteleri. Yüksek öğretim paralı hale getirilmiş, üniversiteler birer ticarethaneye dönüştürülmüş ve bilim yuvası olmaktan çıkarılmıştı.
Oysa fırsat eşitliği eğitimin 3 temel işlevinden birisidir. Örneğin 1973 tarihli 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu da 4 ila 17. maddelerinde sayılan 14 temel eğitim ilkesi genellik ve eşitlik, kişi ve toplumun ihtiyaçları, demokratik, laik ve bilimsel eğitim gibi bir dizi ilkeye yer vermişti. Ancak eğitim pahalı bir hizmet haline getirilmiştir. Çocukların korunması ve eğitim hakkı uluslar arası sözleşmelerde yer almasına, Türkiye’nin de bu anlaşmalara imza koyarak çeşitli yasalarla desteklemesine rağmen eğitim alanındaki özelleştirmelerle sokak çocukları ve çalışan çocuk sorunu bir çelişki yumağı teşkil etmekte. Dar gelirli ve göçmen aileler için çocuklar geçim kapısıdır, işverenler için ise sadece ucuz işgücü…
Türkiye, hem okullaşma oranı düşük, hem kişi başına eğitim harcamaları oldukça geri ülkedir. Dünya Ticaret Örgütü’yle 1995 yılında yapılan GATS anlaşmasına göre bütün kamusal alanların özelleştirmeye açılması planlanmıştır. Hatırlanacağı gibi iktidarın 2005’te eğitim alanındaki özelleştirmelerin önünü tamamen açmak için düzenlediği “özel okullar yasa tasarısı” Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer tarafından veto edilmiştir.
Siyasal iktidar her zaman üniversiteleri kontrol altına almak istemiştir. YÖK üyelerinin seçimleri konusunda RP ve DYP koalisyonu döneminde, TBMM Bütçe ve Plan Komisyonu’nda alınan kararla YÖK’te siyasal iktidar temsilcilerine üstünlük sağlayan değişiklik girişimi başta üniversite çalışanları olmak üzere özgür, bağımsız ve bilimsel eğitimden yana herkesin tepkisine yol açmıştı. 1980 sonrası YÖK, üyelerinin yarıdan çoğu siyasal iktidarca belirlenen bir kurul haline gelmiş ve bu kurul yüksek öğretim sistemiyle üniversiteler üzerinde hegemonya kurmasına olanak sağlamıştır. Bir kamusal ve sosyal hizmet alanı olan yüksek öğretimde gerekli nitelik ile düzeyde yatırım yapılmamasının sonucunda kaynak aktarmaması özel üniversitelere yol açmış ve üniversiteler metalaşmıştır. Yüksek öğretim gelir kaynakları dağılımındaki payına rağmen toplumun önemli kesimi yüksek öğrenim olanağından yoksun bırakılmaktadır. Halkın vergisiyle görevlerini sürdüren üniversiteler halka kapanmıştır…
Günümüzdeki tartışmaların ve olumsuzlukların temelinde geçmişteki birçok uygulamada karşılaşılan gerici disiplin anlayışı yatmaktadır. Sürecin bu açıdan değerlendirilmesinde yarar var. Şiddet olayları ya da yöneticinin ifadesiyle toplumdaki cinnet olayları açıklanırken bu süreçte yaşanan gelişmelerin hiç payı yok mu diye de sormak gerekiyor.
Tarihinde 3 kez tekrarlanan bir ülkede “darbe”lerin, toplumsal olay ve davranışlar üzerindeki etkisini göz ardı edebilir; baskılar, sürgünler, göz altıları, cezaevleri ve yaşanan gerçeklikte günümüzde artan şiddet olaylarının ana nedeni sayamaz mıyız?
Yöneticinin fikrini dile getirmiş olduğu günlerde devlet tam 17 tane daha cezaevi açmıştı. Bir okulun bir cezaevi kapattığına inanılan memleketimizde belki de devlet 17 okul açmayı becerememişti o sıra kim bilir? Yani 1997’lerde devletin eğitime bütçeden ayırdığı pay ulusal savunma ve kolluk güçlerine ayrılan payın sadece yüzde 6,2’sidir. Bir diğer ifadeyle devletin savunma hizmetine ayırdığı para eğitime ayırmış olduğunun tamı tamına 15 katıdır.
Çocukların alkol, fuhuş ve uyuşturucu batağına saplandığı, kitaplardan mahrum kalarak sokak yaşamına terk edildikleri, öğrencilerin dayakla yıldırıldığı, öğretmenlerin ise gaz bombaları ve copla cezalandırılmasına karşın başbakan tarafından öğretmen olmamakla itham edildiği zamanda eğitimin emekçilere yok sayıldığı bir ülkede üstüne üstlük medya körüklemesiyle şiddet 7’den 77’ye tüm kesimlerine yayılmıştı toplumun. Toplumdaki şiddetin kendi deyimiyle cinnet tohumlarının nedenini alt yapısı oluşmamış liberalizmle arayanlar bütçeden ayırdıkları payla bu manzaraları karşılaştırmalıdır. Çünkü eğitimle ilgili ortam ve sorunlar vurgulanmadan eğitimde demokrasi ve disiplin arasındaki ilişki açıklanamaz.
Eğitim ve iletişim bilgiyi bireye ulaştırmanın iki yolu. YÖK gibi kurumlarla aydınlar üstünde baskı oluşturmayı amaçlayan egemenler, basın-yayın gibi kurumlar vasıtasıyla da topluma istedikleri değerleri aşılıyor. Uluslar arası ilke, bildirge ve sözleşmeler hiçbir biçimde uygulanmıyor. Sınıfsal ayrımcılık ve paralı bir kişiliksizleştirme düzene hükmediyor…
Medyatik kirlenme ve şiddete özendiren yayınlardan etkilenme daha küçük yaşlarda başlıyor. Kişiliklerinin geliştiği psikolojik ve sosyal açıdan değişimlerin başladığı bu yaşlarda etkilenme daha çok oluyor. Bu dönem kazanılan alışkanlıklar kimlik çatışmalarının yaşanmaya başladığı ileriki yıllarda daha kalıcı davranışlara dönüşüyor. Tanık olacağı olaylarda takınacağı tavrı eğitimiyle bu yaşlarda kazanmış olduğu alışkanlıklar belirliyor. Eğitimde kolaycılığın bir yöntemi olarak başvurulan dayaksa öğrencinin kişiliğini bozuyor. Çocuğun kişiliğini zedeleyen şiddet gelecekte onların saldırgan bireyler olarak yetişmesine yol açıyor. Çağdaş, Özgürlükçü ve demokratik eğitim sisteminde ise dayağa asla yer yoktur…
Dil gelişim sürecinin bir dizi ki ağlama ile başlayıp uzun cümleler kurmaya kadar varan tanımlanabilir evrelerden geçtiğini düşünürsek, bebeğin öğrenmesinde çevreyi taklitle başlayan düşüncelerinin oluşumunda dilin oynadığı rolü görebiliriz. Dilin geliştirilmesi ise bireyin davranış kazanma ve sosyalleşme evriminin başında gelmektedir. Dilin öneminden bahsedildiğinde hemen Konfüçyüs’ün ünlü yaklaşımı akla gelir. Arthur Rimbault ve Victor Hugo’nun şairlerin değerini dildeki yaratıcılıklarına bağlayan görüşleri de dilin önemini vurgulayan örneklerdir. Eğitim bilimci Erik Erikson ile Menyuk’un bu konudaki görüşleri dikkat çekiyor. Menyuk’a göre gramer adı verilen söz dizimi ile semantik denen cümlelerin anlamının ilk yıllarda çocuklar tarafından iyi anlaşılamaması gelişimlerini etkilemektedir. Erikson, iki dilli azınlık grubundan çocuklar ve düşük sosyo-ekonomik sınıftan çocukların toplumsal uyum konusunda çeşitli sorunlarla karşı karşıya kaldığını belirtmektedir…
Şiddet medya sorumsuzluğuyla beraber ekonomik ve sosyal koşullar tarafından tetiklenen bir olgu olarak görünmektedir. Bir yanda yoksulluk ve gelir dağılımı adaletsizlikleri, toplumsal sınıflar arasındaki uçurumlar, farklı tüketim anlayışları, bir yanda bireylerin ihtiyaç ve beklentilerini yeterince karşılayamamak, kamusal hizmetlerin pahalılaşması, emek ve sermayenin var olan sistemdeki konumları gibi nedenler… Son 10 yılda sayısı ikiye katlanan özel dersaneler, özel-devlet okulları bölüntüsü, zorunlu eğitim kurumlarında bile alınan kayıt paraları ve katkı payları gibi uygulamalar ayyuka çıkan sosyal çelişkilerin birer göstergesidir. Sokakta yaşayan veya çalışan çocuklar üzerinde sınıfsal ayrımcılık ve yoksulluğun sonucu olarak çocukları sömürü ve istismara açık hale getirmektedir. Hepsini huzursuzluk kaynağı sayıp üzerinde durmak gerekir.
Disiplin kavramı günlük yaşamda düzen, intizam anlamında kullanılır. Bireylerin bir arada yaşamalarını sürdürmeyi sağlamak için konmuş hükümler, kurallar ve bunu gerçekleştirmek için alınmış önlemler anlamına geliyor disiplin. Eğitimde disiplin ise öğrenciye istenilen davranışları öğretmek, okulda davranışların aynı düzende yürütülmesini sağlamak olarak ifade ediliyor. Cezalandıran ya da ödüllendiren yaklaşımlar çerçevesinde; intikamcı, cezalandırıcı, korku yoluyla engelleyici ve önleyici disiplin yöntemleri kullanılıyor. Günümüzde iyileştirici disiplin kavramının geliştirilmiş şekli önleyici disiplin olarak kabul edilmekte. Okulla ve çevre ile ilgili uyumsuzlukların ortadan kaldırılması yapıcı disiplin anlayışıyla savunulur. İlkel toplumlar cezaya başvurur…
Bir ülkede demokratik ve özgürlükçü toplumdan söz edebilmek sosyal hedeflerin varlığına bağlıdır. K.Marks, Kapital’de kolektif üretimin merkezine eğitim konusunu yerleştirmiş ve toplumsal kalkınma yolunun “politeknik” eğitimden geçtiğini ifade etmiştir. Kapitalist üretim süreci ve işbölümüyle hayata, kendine ve emeğine yabancılaşan bireyi, bu çok yönlü eğitim kavramı teknik, fizyolojik ve zihinsel her açıdan geliştirilmesi gereken bir bütün olarak ele almaktadır.
İlköğretim sistemimizde önleyici/yapıcı disiplin anlayışından söz edilmesine rağmen sapmalar oldukça düşündürücüdür. Disiplin ve demokrasi kavramlarının bir arada ele alınıp yorumlanmayışı sorunun başka bir yönüdür. Bilgi ve teknoloji tamamen sermaye sınıfının denetimi altına sokulmuştur. İlk kez Louis Althusser’in sözünü ettiği ideolojik aygıtlarla (din, aile, kültür, hukuk, siyaset, medya); siyasal iktidar ve siyasal iktidara bağlı bürokrasiyle kurumsal olarak eğitim ve kültürde, küresel sermaye, küresel sermaye medyasının ilişkileriyle hayatın her alanında sadece stereotip insan yetiştirmek amaçlanmakta…
Bu durum genel olarak halkın iktidarını tanımlayan demokrasi sözcüğüyle çelişir. Çünkü batı demokrasisi sözde demokrasidir ve öz itibariyle çoğulcudur. Özgürlüğü burjuva sınıftan olanlara tanır. Emperyalistler sömürdüğü halkların burjuva sınıflarıyla işbirliği yaparak bağnaz ve ırkçı politikalarını destekler ve sadece kendi çıkarları için onlardan yararlanmak ister. Bu yüzden sosyo-ekonomik açıdan alt sınıfların haklarını kullanması zorlaşır, fırsat eşitliği ortadan kalkar, baskıcı ve zorba yönetimler toplumsal ilişkileri belirlemeye başlar ve dünyada emperyalist ülkelerin istediği bir düzen kurulmuş olur…
Demokratik eğitimin sonucu demokratik bir toplumdur…
İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özellik doğa karşısında ona üstünlük kazandıran aklıdır. Bilginin üretilmesini ise onun temel güdülerinden birisi; merak ve araştırma isteği sağlamıştır. Bütün insanlar düşüncenin bir ürünü olan bilgiyi üretme yeteneğine sahiptir. Bilgi insan aklının kapsayabileceği öğrenme, araştırma ya da gözlem yoluyla elde edilen olgu, gerçek ve ilkelerin tümüdür. İnsanın kendi yaşamını algılayıp anlamlandırmak ve yeniden üretmek için kullandığı önemli araçtır. İnsanlığın ortak üretiminin sonucu olarak insanın insan ve nesneyle ilişkisi ile ortaya çıkmaktadır. Aydınlanma düşünürlerinden Auguste Comte bilginin önemini “Savoir pour prevoir, prevoir pour pouvoir” (öngörmek için bilmek, iktidar için öngörmek) şeklinde ifade etmekteydi. Francis Bacon’un “bilmek egemen olmaktır” sözü insanın bilme gereksiniminin doğayı denetlemek isteğinden kaynaklandığını vurgulamaktadır…
Köleci, feodal ya da kapitalist bütün sınıflı toplumlarda üretim ilişkileri “egemenlik” kavramı üzerine kurulmuştu. Günümüzün egemen sınıfları sahip olduğu zenginlikler arasına bilgiyi de ilave etmiştir. Emperyalizm ise çok uluslu tekeller ile büyük sermaye sahiplerinin egemenliklerini ilan ettiği düzendir. Yaşadığımız bilgi çağı onu üreten ve elinde bulunduranlar tarafından yönetilmektedir.
Tamer UYSAL
Yazıları posta kutunda oku