İstanbul kahveyi icat etmemiş olabilir ama kahvehaneyi icat etti. En azından, kayıtlara geçen ilk kahve dükkanı 1550’lerde burada açıldı. İster geleneksel bir kıraathane’de servis edilen bir fincan koyu Türk kahvesi, ister şehrin mükemmel özel kafelerinden birinde sunulan farklı kökenli bir kahve, Türkiye’de kahve her zaman sosyal bir meseledir. Ünlü bir Türk atasözü, ortak bir içeceğin derin dostluklar kurma gücüne atıfta bulunarak “bir fincan kahvenin 40 yıl hatırı vardır” der.
Bugün hemen hemen hepimizin hayatının ayrılmaz bir parçası kahve. ‘Modern’ dünyanın gereklerini -sabah erken kalkıp işe gitmek veya iş yetiştirebilmek adına gece geç saatlere kadar çalışmak- yerine getirirken uyanık kalabilmek için çoğunlukla kahvelere sığınıyoruz. Evde içilen anam babam usulü kahvelere bir de son yıllarda güzel dekorasyonlu, sakin, küçük kahve dükkanları eklendi. Bununla birlikte, hayatımızın neredeyse merkezine oturdu kahveciler ve kahveler. Dünyanın dört bir yanından, farklı lezzetlerde, farklı üretim süreçlerinden geçen kahveleri tüketiyoruz. Peki bu coğrafyaya kahve ilk olarak ne zaman geldi? Nasıl tüketildi ve nasıl sosyal hayatın ayrılmaz bir parçası haline geldi?
Bu sorunun cevabını ararken birçok kitap ve makale karıştırmak gerekiyor. Zira hemen hemen her kaynakta Osmanlı coğrafyasının kahve ile tanışması hakkında farklı tarihler yazılıyor. Kesin olarak bir yıl vermek pek mümkün olmasa da kahvenin Osmanlı topraklarına ilk adımını II. Selim zamanında, Arap Yarımadası’nda yapılan fetihlerden sonra attığını söylemek çok da yanlış olmayacaktır. Zaten birçok kaynak 16. yüzyılın başında değişik yıllara referans vermektedir. Kahvenin anavatanı olarak kabul edilen Yemen, 1517 yılında ilk defa ve daha sonra 1538 yılında Hadım Süleyman Paşa tarafından yeniden fethedilir. Net bir kaynak olmaksızın, Yemen’in fethinin Osmanlıların kahve ile tanışması konusunda önemli bir rol oynadığı aşikardır.
Bunun yanı sıra, diğer birçok konuda olduğu üzere Osmanlı’da kahve kültürü ve özellikle de kahvehaneler çalışılırken payitaht yani İstanbul temel alınır. Bu konuda tarihçilerin ulaşabildiği en çok belge İstanbul’da bulunan kahvehaneler üzerinedir. Bunlardan bir tanesi de Osmanlı müverrihlerinden İbrahim Peçevi Efendi’ye ait Tarih-i Peçevi’dir. Peçevi eserinde İstanbul’da açılan ilk kahvehanelerin Tahtakale civarında 1554 yılında Halepli bir tüccar olan Hakem ile Şamlı Şems tarafından açıldığını söyler. Tabii ki Peçevi’nin verdiği tarih hakkında elimizde net bir belge yoktur ve burada esas alınan Peçevi’nin sözlerinden başka bir şey de değildir.
Osmanlı’da ve özellikle İstanbul’da 16. yüzyılın ortalarında ortaya çıkmaya başlayan kahvehaneler, çok kısa bir süre içerisinde hızlıca yaygınlaşır. Hemen hemen her mahallede açılan kahvehaneler zaman içerisinde bir de meslek gruplarına yönelik olarak açılmaya başlar. Bu yaygınlaşmayla birlikte kahve sadece bir içecek, kahvehaneler de bu içeceklerin tüketilmekte olduğu mekanlar olmaktan çıkmaya başlar. 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın yıkılışına kadar ve hatta Cumhuriyet döneminde dahi çok önemli bir sosyal mekan olarak rol oynar.
16. yüzyılda kahveyle tanışan Osmanlı tebaası ve birçok meslek grubu için kahvehaneler sonraki yüzyıllarda ise çok daha önemli bir rol oynamaya başladı. Kahvehaneler her ne kadar günümüzde – Avrupai caféleri saymazsak – daha geleneksel mahallelere hapsolmuş olsa da Osmanlı döneminde bu durum daha farklıydı.
16. yüzyılda ilk kahvehanelerin açılmasından sonra özellikle payitahtta önemli bir kahvehane kültürü oluşmaya başladığını söylemek sanıyorum yanlış olmayacaktır. Kahvehaneler, İstanbul’da Tahtakale başta olmak üzere farklı mahallelere yayılmaya başladı. Bir anlamda bugün bildiğimiz mahalle kahvehanelerinin temelleri atılmış oldu. Lakin kahvehaneler mahalle aralarında kalmadı ve daha büyük bir kitleye ulaşmaya başladı.
Sosyal olarak oynadıkları öneme de bağlı olarak birçok meslek grubuna ve sosyal çevreye yönelik kahvehaneler 17. yüzyıldan itibaren Dersaadet’te yer almaya başladı. Bu kahvehane türlerinden göreceli olarak ilk ve daha yaygın ortaya çıkanları ise esnaf kahveleridir. Esnaf kahveleri gerek farklı meslek gruplarının gerekse belli bir esnaf grubuna ait mekanlar olarak çoğunlukla Eminönü-Ayvansaray ve Beyazıt-Aksaray arasında kurulmuştur.
Benzer şekilde, belli zümreye ait başka bir kahvehane türü de yeniçeriler tarafından kurulmuştur. Yeniçeri kahvehaneleri de adından anlaşılabileceği üzere daha sık yeniçeriler tarafından kullanılan mekanlar olarak İstanbul’da ortaya çıkmıştır. Özellikle 17. Yüzyıl’dan başlayarak Yeniçeri Ocağı’nın da dönüşüm yaşadığı yüzyıllarda özellikle bu kahvehaneler çok önemli bir rol üstlenmiştir. 1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın da kaldırılmasıyla yok olan Yeniçeri kahvehaneleri de yerini Tulumbacı kahvehanelerine bırakmaya başlamıştır.
Osmanlı dönemi İstanbul’unda karşımıza çıkan bir başka kahvehane türü ise meddah kahvehaneleridir. Türk-İslam kültüründe önemli bir yer tutan meddahların gösterilerini düzenlediği ve yukarıda sayılan kahvehane türlerinden – bir araya getirdiği kesim göz önünde bulundurulduğunda –mahalle kahvehanelerine yakın bir tür olarak görebiliriz meddah kahvehanelerini. Bir esnaf grubunun ya da zümrenin ziyarette bulunduğu bir mekan olmaktan ziyade bir kültürel etkinlik alanı olarak görebiliriz meddah kahvehanelerini.
Tabii ki 17. yüzyıldan itibaren payitahtın hemen hemen her yerinde bulunabilecek kahvehane türleri bunlarla sınırlı değildi. Mahalle, esnaf, yeniçeri, tulumbacı ve meddah kahvehanelerinin yanı sıra aşık ve semai kahvehanelerinden de bahsetmek mümkündür. Bu kadar yaygın ve çeşitli kahvehanelerin bulunması da takdir edersiniz ki klasik sonrası dönem boyunca Osmanlı başkentinin sosyal hayatını da şekillendirmekte büyük bir rol üstlenmiştir.
Kaynakça
Cem Sökmen, Aydınların İletişim Ortamı Olarak Eski İstanbul Kahvehaneleri
Bir yanıt yazın