“Yeni Sınıf“ Türkiye’de Milletvekili Olmak (3)
– Siyaseti meslek edinenler, kapitalsiz sermayedar olabilmektedir. Hiç mal varlığı bulunmayan siyasetçilerin, zamanla karun olmalarının başka türlü açıklaması olamaz. Seçilmeden önce malvarlığı olarak elindeki alyanstan başka birşeyi olmadığını açıklayan Recep Tayyip Erdoğan’ın dünyanın en zengin liderleri arasında gösterilmesi bunun somut kanıtlarından biridir.
– TBMM yemekhanesi, dünyanın en ucuz yemekhanesidir. Millevekilleri, kendilerini ziyarete gelen gruplara burada yemek vermektedirler. Her gün yüzlerce vatandaş iş takibi için millet-vekillerini aramakta, Ankara’ya gelenler Meclis lokantasında milletin kesesinden ağırlanmak-tadırlar.
Dünyanın hiç bir ülkesinde parlamento üyelerine böylesine haklar tanınmamıştır. AKP’li eski Cumhurbaşkanı ve Başbakana sağlanan şu olanaklara bakınız: “Abdullah Gül, Cumhurbaşkan-lığından ayrılırken kendisine 55 koruma, 45 personel ve 18 araç, Ahmet Davutoğlu’na da Başbakanlıktan ayrılırken 108 personel ve 34 araç tahsis edilmiştir.
Abdullah Gül, Cumhurbaşkanı sıfatıyla kendisine ve eşine verilen hediyeleri envantere aldır-mamıştır. Cumhurbaşkanlarının yazlık olarak kullandığı Huber Köşkü’nü de uzun süre boşalt-mamış, bu konudaki eleştirilere yanıt verme gereği de duymamıştır.
Cumhurbaşkanlığı yapmış olanlara bazı kolaylıklar sağlanması elbette gereklidir. Demokratik ülkelerde bu işler kurala bağlanır, kişilerin keyfine bırakılmaz.
Görüldüğü gibi, Türkiye’de milletvekilliği adı altında çok özel bir sınıf yaratılmıştır. Bu sınıf, komünist sistemi eleştiren Yugoslav Milovan Djilas’ın “Yeni Sınıf“ adlı kitabında anlattığı ayrıcalıklı sınıfa benzemektedir. Milovan Djilas, yeni sınıfı şöyle açıklıyor: “ 1936’da yeni anayasa yayımlandığında Stalin “sömüren sınıfın” yok olduğunu duyurmuştu. Kapitalist ve eskiden beri var olan sınıfların yok edildiği doğruydu, ancak daha önce bilinmeyen yeni bir sınıf oluşmuştu. Bu yeni sınıf, yani bürokrasi ya da daha açık şekliyle siyasi bürokrasi, öncekilerin bütün özelliklerini ve kendine ait bazı yeni özellikleri bünyesinde toplamıştır. Komünist sistemdeki yeni sınıflar yeni bir ekonomik düzeni tamamlamak için değil; kendi düzenini oluşturmak için ve bu sayede toplum üzerinde kendi iktidarını kurmak için güç sahibi olmuştur.
Türkiye’de de milletvekilleri kendi düzenlerini oluşturmak ve bu sayede toplum üzerinde ken-di iktidarlarını kurmak ve sürdürmek için güç sahibi yapılmışlar, kaybetmeyi göze alamaya-cakları kadar önemli kazanımlara sahip olmuşlardır. Tek korkuları, güç kaybederek (yani ye-niden seçilememek) kurulu düzenlerinin bozulmasıdır. Bunu yapabilecek tek güç ise, partinin genel başkanıdır. Siyasette ön seçim zorunlu olmadığından, kimin milletvekili, kimin belediye başkanı olacağına uygulamada parti genel başkanı karar vermektedir. Demokratik olmayan biat kültürüne dayalı bu seçim sistemi, parti genel başkanlarını diktatör haline getirmiş, mil-letvekilliğini de kapı kulluğuna dönüştürmüştür. Yani millet, seçimlerde kendilerini mecliste temsil edecek vekillerini seçiyor gibi görünüyorsa da, aslında parti genel başkanlarınca atanmış olan kişileri onaylamaktadırlar. Bu da milletvekillerinin kendilerini atayan parti baş-kanlarına biat etmeleri sonucunu doğurmaktadır.
Parti genel başkanının eşini, dostunu, arkadaşlarını, hısım ve akrabalarını, doktorunu, koru-masını, sekreterini, hatta şoförünü milletvekili seçtirmesi, istemediklerinin ise adaylıklarını engellemesi mümkündür ve bu doğal karşılanmaktadır. Örneğin, 1990’lı yılların başında Bo-lu’da geçirdiği trafik kazasında Tayyip Erdoğan’ın başında serum şişesini tutan kişi olan Osman Aşkın Bak, önce milletvekili seçilmiş ardından da Gençlik ve Spor Bakanı yapıl-mıştır.
Milletvekilleri, Allahtan çok genel başkanlarından korkmaktadırlar. Allah’tan korkanın inancı gereği ihaleye fesat karıştırma, rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık ve kamu mallarının yağmalan-masına karşı çıkması gerekir. Rüşvet aldıkları kanıtlanmış bakanlarla ilgili fezlekelerin TBMM’de hasır altı edilmesi, lider korkusunun Allah korkusunu bastırdığını göstermiştir.
Partiler lidere bağlı olduğundan, lider gidince parti de dağılmaktadır. Turgut Özal ve Süley-man Demire’in Cumhurbaşkanı olmalarından sonra partilerinin dağılması bu görüşü teyit etmektedir. Tayyip Erdoğan da Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Anayasa gereğince partisi ile ilişkisi kesilmiştir. Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra yapılan ilk genel seçimde Adalet ve Kalkınma Partisi‘nin önemli oranda oy kaybederek tek başına iktidar ola-maması, Erdoğan‘ı panikletmiş ve önlem almaya yöneltmiştir. 16 Nisan 2017’de kabul edilen anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanı Erdoğan tekrar partisinin başına geçme olanağına kavuşmuştur.
Cumhurbaşkanı seçilerek parti ile ilişiğinin kesilmesi dışında parti genel başkanlarını değiştir-mek fiilen mümkün olamamaktadır. Genel kurullarda liderin karşısına aday çıkartılmamakta, aday olmak isteyenler de ya kibarca uyarmakta ya da partiden atılmaktadırlar. Seçim sonuç-ları, hatta partinin baraj altında kalıp Meclise girememesi dahi parti liderini etkilememek-tedir. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, son yerel seçimler dışında girdiği tüm seçimlerin kaybedeni olmasına rağmen partinin başından ayrılmamıştır. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise partinin kurucusu Alpaslan Türkeş’in ölümünden beri partinin değişmez genel başkanıdır. 2011’de MHP’nin baraj altında kalması bile istifa nedeni olmamıştır. Partisini bitiren Devlet Bahçeli, Cumhurbaşkanını tek adam haline getirecek Anayasa değişikliğini gündeme getirerek partisini AKP ile bütünleştirecek bir hamle yapmıştır.
MHP-AKP mutabakatıyla ortaya çıkan Anayasa değişikliği TBMM’de 18 madde olarak kabul edilerek halk oylamasının yolu açılmıştır. Getirilmek istenen partili Cumhurbaşkanlığı siste-minde Bakanlar Kurulu ve Başbakanlık kaldırılmakta, kuvvetler ayrılığına son verilmekte, TBMM‘ nin denetim yetkisi ortadan kaldırılmakta, Yargı ise Cumhurbaşkanının denetimine bırakılmaktadır. Milletvekili sayısı 600’e çıkarılmakta, seçilme yaşı da 18’e indirilmektedir.
Yazıları posta kutunda oku