NECİP HABLEMİTOĞLU VE ALMAN VAKIFLARI GERÇEĞİ
Tam 18 yıl önce uğradığı saldırıda öldürülen Hablemitoğlu’nun son röportajı, hem ölümüne hem de bugünlerde yaşanan Alman vakıfları tartışmasına ışık tutuyor…
ROTAHABER (Derleme) – Başbakan Erdoğan’ın Makedonya dönüşü yaptığı açıklama ile gündeme gelen Alman Vakıfları ile ilgili en önemli araştırmaları Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Doçent Doktor Necip Haplemitoğlu yapmıştı. Ancak Hablemitoğlu, bu konuda peşpeşe verdiği röportajlar ve yazdığı kitap sonrası 2002 yılında Ankara’da uğradığı silahlı saldırıda öldürüldü.
Hablemitoğlu’nun ölümünün arkasındaki sis perdesi aradan geçen 9 yıl boyunca aydınlatılamadı. Ancak öldürülmesinden birkaç gün önce verdiği bu röportaj, hem ölümüne hem de bugün Alman Vakıfları üzerinden yaşanan tartışmalara ışık tutacak cinsten.
İşte Necip Hablemitoğlu ile yapılan son röportaj;
Yasemin Güneri: Kitabınızın yayımlanmasıyla, Alman vakıfları hakkında, Ankara DGM Cumhuriyet Savcılığı’nca, ‘Almanya lehine casusluk yaptıkları’ gerekçesiyle haklarında dava açıldı. Tepeköy eski Muhtarı Halil Battal, Almanların Oktay Konyar’a çanta içinde para verdiklerini gördüğünü açıkladı. Sizin bu konudaki görüşleriniz nelerdir?
NECİP HABLEMİTOğLU: Mahkemede bu ifadeyi veren muhtarı gönülden kutluyorum. Onca militan arasında bu ifadeyi dürüstçe ve cesaretle verebilmek davanın gelişimi açısından son derece önemli olmuştur. Bergama’daki ‘sivil itaatsizlik’ eylemlerinin finansmanı, merkezi Almanya’da bulunan ve sadece posta kutusunu adres gösteren FIAN Vakfı’nca karşılanmaktadır. FIAN Vakfı’nın denetimi, Almanya Temsilcisi Petra Sauerland üzerinden yapılmaktadır. FIAN’ın yanı sıra, Almanya İzmir Başkonsolosu Manfred Unger, yerli işbirlikçilere para dağıtımında en üst karar verici konumundadır. Bu, Türk makamları tarafından da biliniyor. Unger, Bergama’nın yanısıra, Eşme, Salihli, Sındırgı ve Sivrihisar’daki ‘altın karşıtı’ diğer yerli işbirlikçileri de parasal yönden desteklemektedir.
Yasemin Güneri: Alman vakıflarının tek faaliyet alanı Türkiye’deki altın rezervlerinin işletilmemesi mi? Başka ne gibi çalışmalar yürütüyorlar?
NECİP HABLEMİTOğLU: Tek faaliyet alanları bu değil. Almanya; MGK ve dolayısıyla TSK aleyhindeki faaliyetlerini yeni bir boyuta taşıyarak bu işle Yehova Şahitleri’ni görevlendirmiştir. ‘Vicdani Retçiler’ kimliği altında yasadışı faaliyet gösteren ve halkı askerlikten soğutmayı, askere gitmemeyi öngören bu yapılanma, başta yasadışı
Heinrich Böll Vakfı temsilciliği olmak üzere, bugüne kadar Alman vakıflarından destek gören tüm sivil toplum örgütlerince desteklenmektedir.
Yasemin Güneri: Halkı askerlikten soğutmak suç teşkil ediyor yasalarımızda. Bu faaliyetlerini nasıl yapıyorlar?
NECİP HABLEMİTOğLU: Şimdi, ‘Vicdani Redcilik’ adı altında Mehmet Bal adlı bir Türk’ün askere gitmek yerine, askeri cezaevine girmesi, Almanya’da 1. haber olarak verilmiş ve başta Almanya’daki Türkler olmak üzere Türkiye’deki geniş kitlelerin askere gitmeyi reddederek sivil itaatsizlik kapsamında TSK’ya karşı bir komuoyu oluşturmaya çalıştıkları gözlenmektedir. Alman vakıfları da bu görüşlere çanak tutarak, yeni bir lobilicilik faaliyetine başladılar. Türkiye’de bu faaliyeti yürütenler, toplantılarına Almanya’dan konuşmacı getirmektedirler. Son yapılan ve 50 bin kişinin katıldığı ‘Savaşa Hayır’ mitinginin düzenleyicileri, Alman destekli ‘Vicdani Retçiler’dir.
Yasemin Güneri: Yeni kurulan AKP Hükümeti’nin Alman vakıflarına yaklaşımı nasıl olacak. Yapılan lobi faaliyetlerine göz yumulacak mı?
NECİP HABLEMİTOğLU: Gül Hükümeti’nde, geçmiş yıllarda ANAP üyesi olup da Almanya’ya özel eğitim için gönderilenler arasında iki bakan da bulunmuktadır. Bunlardan biri Milli Eğitim Bakanı Erkan Mumcu’dur. Almanlar, ABD’ye yakın olan AKP Hükümeti’nde kendilerine yakın isim olarak Erkan Mumcu’yu görüyorlar.
Konrad Adenauer Vakfı’nın yasadışı temsilcisi Wolf Schönnbohm ve yardımcısı Dirk Tröndle, AKP ile üst düzeyde bağlantı kurma çabası içindedir. Konrad Adenauer Vakfı, Kopenhag Zirvesi’nde gerçekleşen Türk-Alman gerginliğini giderme misyonunu üstlenmiştir.
Yasemin Güneri: Almanlar ve ABD’lilerin çalışma stratejilerine baktığımız zaman arada ne gibi farklılıklar bulunuyor?
NECİP HABLEMİTOğLU: ABD, Türkiye’de üst düzeyde çıkarlarını temsil ettirirken Almanya sokaktaki militan ve müridlere kadar binlerce taraftara sahiptir ve kullanmaktadır. Merkezi Almanya’da bulunan tüm aşırı sol ve aşırı sağ yapılanmaların Türkiye’deki uzantıları, Almanya’nın çıkarları doğrultusunda kullanılmaktadır. Ankara DGM’de açılan ‘Casusluk Davası’nın Genelkurmay Askeri Mahkemesi’ne intikal ettirilmesi gerekir. Çünkü, davanın iddiananamesini yazan Savcı Nuh Mete Yüksel, Alman vakıflarının casusluk faaliyetlerinde bulunduğunu belirtmişti. Casusluk davaları da Genelkurmay Askeri Mahkemesi’nde görülür.
Yasemin Güneri: Almanya’nın Türkiye aleyhine başka ne gibi faaliyetleri bulunuyor?
NECİP HABLEMİTOğLU: Almanya, AB’ye Uyum Yasaları’nın uygulamasını görmek isterken, idamın kaldırılmasına karşın, kendi ülkesinde barındırdığı yüzbinlerce PKK, Nizam-ı Alem ülkücüsü, DHKP-C, TİKKO, Kaplancı, Partizan gibi örgüt militanlarını, Interpol uygulamalarına karşı Türkiye’ye iade etmede hiçbir adım atmamaktadır. Aynı şekilde, KADEK’i AB ülkeleri terörist olarak nitelemeye yanaşmazken, Türkiye’yi her fırsatta insan hakları ihlalcisi olarak takdim etmektedirler. Almanya, halihazırda PKK’nın elinde bulunan Alman mayınlarını da açıklamamaktadır. Türkiye’de 47 etnik halkın kendi anadilinde yayın yapma ve eğitim hakkı konusunda dayatan Almanya, 2.5 millyon Türk vatandaşının anadilini öğreten Türkçe öğretmenlerinin sözleşmelerini feshetmeye başlamıştır. Din dersleri de bu kapsamda Almanca olarak verilecektir.
HABLEMİTOĞLU’NUN ALMAN VAKIFLARI RAPORUNDAN ALINTILAR DA ŞÖYLE;
– Türkiye’de her türlü etnik, dinsel-mezhepsel ajitasyonu gerçekleştiren; toplumsal-siyasal-ekonomik ve hatta genetik alanlarda hazırlattığı projelerle her türlü espiyonaj faaliyetini sürdüren; yerel basında-yerel yönetimlerde-üniversitelerde-sendikalarda-kamu kurum ve kuruluşlarında, kısaca stratejik öneme sahip birimlerde “etki ajanı” ve “Alman sempatizanı” yetiştiren; şeriatçı yapılanmalardan çevreci örgütlere, bölücü yapılanmalardan terör örgütlerine, legal derneklerden siyasal partilere kadar uzanan çizgide, Türkiye’ye, Atatürk ilke ve devrimleri ile Cumhuriyetin tüm değerlerine karşı olan, ulus-devletin parçalanmasını isteyen tüm rejim karşıtlarına lojistik destek vererek bu ülkeyi alttan oyan –deyim uygunsa- bir avuç Alman istihbaratçısıdır.
– Türkiye’deki Alman “Derin Devleti”nin temsilcileri, gerçekte Alman Dış İstihbarat Servisi olan “Bundesnachrichtendienst” (BND) mensubu olup, bir kısmı diplomatik dokunulmazlık kapsamında, bir kısmı gazeteci, akademisyen (arkeolog, dilbilimci, Türkolog, siyasetbilimci, çevrebilimci, ekonomist, sosyolog, etnolog ve ilahiyatçı ağırlıklı), serbest araştırmacı, sendikacı kimliğinde ve diğerleri de vakıf temsilcisi olarak kesintisiz faaliyet göstermektedirler.
– Alman istihbaratçılarının Türkiye’de vakıf temsilcisi statüsünde de olsa görev yapmalarına, vakıflar mevzuatı olanak tanımamaktadır. Buna rağmen, Türkiye’deki Sivil Toplum Örgütleri (NGO) olgusunu çok iyi kullanan, zaafları ve mevzuat açıklarını çok iyi değerlendiren Alman istihbaratçıları, Türkiye’yi tanımakla işe başlayıp, kısa sürede hemen her alanda Türkiye’yi yönlendirecek aşamalara gelmişlerdir. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için öncelikle, emperyalizmin hedefi konumundaki ulus-devletlerde ve bu doğrultuda Türkiye’de mevcut işbirlikçi NGO’lara yüklenen misyonların açıklanması gerekmektedir.
– AB ülkelerinin de aynı amaçlı “birinci sınıf” NGO’ları bulunuyor; ancak Türkiye’ye baktığımızda, en etkin Avrupalı NGO’lar arasında, özellikle Almanların başı çektikleri gözlemleniyor. Türkiye’de faaliyet gösteren Alman Kültür Merkezleri’nin yanısıra, Beyrut merkezli “Morgenlaendische Gessellschaft”a bağlı Orient Institut’un İstanbul Şubesi ve Goethe Enstitüsü, Alman NGO’larının Türkiye’deki ilk sıçrama noktaları olarak kabul ediliyor.
– Türkiye’de faaliyet gösteren Alman vakıfları ve enstitüleri, gerçekte Alman İstihbarat Servisi BND’nin kontrolünde çalışan, tüm masrafları Federal Bütçeden karşılanan “taşeron” NGO’lardır. İşin ilginç tarafı, hemen her vakıf, -aşırı sağcı CSU ve solcu PDS dışında- rejime entegre sorunu olmayan mevcut siyasal partilerin birer yan kuruluşudur. Örneğin, Almanya’nın en büyük partilerinden biri olan Hristiyan Demokratik Birliği-CDU, Konrad Adenauer Vakfı’na, Yeşiller ise Heinrich Böll Vakfı’na sahiptir. Aynı şekilde, Sosyal Demokrat Partisi-SPD’nin Friedrich Ebert Vakfı, Hür Demokrat Parti-FDP’nin Friedrich Naumann Vakfı da aynı statü içindeki vakıflar arasında yer almaktadır. Alman Parlamentosu’nda grubu bulunan partilerin bünyesi içindeki bu vakıfların tamamı, iktidar-muhalefet ayrımı yapılmaksızın Federal Hükûmetin “Politik Eğitim Fonu”ndan finanse edilmektedir. Bu vakıfların yurtdışı faaliyet giderleri de tamamiyle Federal Hükûmet tarafından karşılanmaktadır. Resmen Alman Hükûmeti’nden yardım alan sözkonusu vakıflar, dış ülkelere “Hükûmetdışı Sivil Toplum Örgütleri” yani NGO olarak takdim edilmektedir. İşte bu vakıflar, 1984’den itibaren Türkiye’ye gelerek ve de yasal boşluklardan yararlanarak, her biri birer “taşeronun taşeronu” legal Türk NGO’sunun tabelâsı ardında faaliyetlerini sürdürmektedirler.
– Sözkonusu Alman vakıflarının yıkıcı-bölücü ve de espiyonaj faaliyetlerine karşı ilk kez Türk kamuoyunu bilgilendirerek uyaran Türkiye’nin tek Doğubilimcisi Tamer Bacınoğlu, sözkonusu vakıflarla ilgili şu çok önemli değerlendirmeyi yapmaktadır:
“… Alman parti vakıfları, devlet finansmanlı çok özel NGO’lardır ve Alman dışpolitikasının önemli bir aracı durumuna gelmişlerdir. Alman Dışişleri Bakanlığı’nın … yayınında, ülkelerin içişlerine sorun yaratmadan karışabilmek için ne tür ‘kamuflaj projeleri’ kullanabileceği üzerine bir dizi ‘pratik örnek’ verilmektedir. ‘Politik Vakıflar’ın bu bağlamda ‘diyalog programları ile yapıcı bir rol oynayacakları’ en yetkili ağızlardan itiraf edilmektedir.
– Ankara ve İstanbul’da şubeleri bulunan tüm Alman parti vakıflarının programları kabaca şu üç maddeden oluşur: Birinci maddedeki etkinlikler, Kemalizmin iflas ettiğini ve sorunun geçici bir hükûmet sorunu değil, ‘yapay ve uyduruk Türk ulusunu tepeden inme yöntemlerle yaşatmaya çalışan Türk devleti’ olduğunu kanıtlamayı amaçlar. Bu çerçevede üçlü bir strateji izlenir: A- ‘Toplumun değişik katmanlarını Kürt sorunu üzerine tartışmaya ve çözüm üretmeye alıştırmak’ ve buna paralel olarak ‘kürtçü gruplar’ ile Almanya arasında köprü kurmak. B- ‘Toplumun değişik katmanları ile siyasal islâmcıları bir araya getirmek’ ve buna paralel olarak islâmcılar ile Alman devleti arasında köprü kurmak. C- ‘Alevilerin aşırı islâma karşı oluşlarını dikkate alarak, Aleviler ile özel görüşmek ve konuyu gerektiğinde Kürt sorununa kaydırmak’.
– İkinci maddedeki etkinlikler, ‘Türkiye’de yerel yönetimlere işlerlik kazandırmak’ amacıyla Almanya’da adı var, kendi yok ‘federal sistem’i Türkiye’ye tanıtmayı hedefler. FDP’nin Friedrich Naumann Vakfı, ‘federalizmi tanıtma’ çabalarını genelde Batı Anadolu’da yürütürken, Yeşillerin Heinrich Böll Vakfı ‘federal yönetimin nimetleri’ni Doğu Anadolu konusunda gündeme getirmektedir. Yeşiller’in bu vakfı şu sıralar, Türkiye’nin etnik çetelesini tutmakla meşgul ve hem Alman Dışişleri Bakanı ile hem de aynı bakanlığa bağlı Alman resmi ‘araştırma’ enstitüleri ile ortak çalışmakta. SPD’nin Friedrich Ebert Vakfı da, daha ‘global’ bir yaklaşımla ‘Türkiye’de sivil toplum kurulabilmesi’ için çaba gösterirken, daha çok ‘ekonomi ağırlıklı diyalog arayışı’nda olduğu izlenimini vermek istiyor. Türkiye’de ‘İslâmı demokrasiyle barıştırmak’ yolunda en kapsamlı projeler ise CDU’nun Konrad Adenauer Vakfı’nca yaşama geçiriliyor.
Vakıf ajandasının üçüncü maddesi, ‘yerli köprübaşları oluşturmayı’ öngörür. Almanya’ya davet edilen Türk akademisyenleri, aydınlar, burs verilen doktora öğrencileri, vakıf şubelerine alınan Türk elemanlar için ödenen Alman ‘kalkındırma yardımı’, bazı duyumlara göre yıldan yıla katlanarak artırılmaktadır. Etkinlik alanlarının farklılığı, parti programlarının farklılığından değil, aralarındaki görev dağılımından kaynaklanır….
– Almanya kökenli vakıflar, ‘biz NGO’yuz’ diyor. Ancak ‘sivil toplum’, ‘küresel ekonomi’ ve ‘insan hakları’ için uğraşı verdiklerini iddia ederken, ‘Türk devletinin varlığı sorundur, Türk ulusu uyduruk bir yapıdır’ da diyebiliyorlar. Hepsi de ‘dost ve müttefik Almanya’ hesabına çalışıyor. Söylev’deki ‘Her tarafta ecnebi zabit ve memurları ve hususi adamları faaliyette…” sözlerini hep anımsamalıyız” (10).
– Federal Alman İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Bakanlığı tarafından hazırlanan ve Aralık 2000’de yayınlanan “Yeni Türkiye Konsepti”, Alman vakıflarına, rutin faaliyetlerinin yanında –özellikle espiyonaj ağırlıklı- yeni görevler yüklemektedir: “Köylülerde çevre bilincini geliştirmek; köylü kadınları politikaya duyarlı hale getirmek; sistem karşıtı eleştirel ve alternatif medyacılığı teşvik; çevre düşmanı yatırımlara özellikle turizm bölgelerinde gereksiz endüstri tesislerine, otoyollara ve baraj inşaatlarına karşı sivil itaatsizlik eylemleri organize etmek vs. vs.” (11). İşte bu vakıflardan birkaçı ve saptanan faaliyetlerinden bazıları:
2.1. KONRAD ADENAUER VAKFI
Halihazırda Dr. Wulf Schönbohm ve yardımcısı Dirk Tröndle gibi iyi derecede Türkçe ile, Türkiye’nin zaaf boyutlarındaki etnik-dinsel-ekonomik-siyasal ve de toplumsal sorunlarını çok iyi bilen iki servis elemanı tarafından yönetilen bu vakıf, 1984’den bu yana ülkemizde faaliyet göstermektedir. Vakıf Temsilciliği, Ankara’da müstakil bir binaya sahip olup, İstanbul’da da şube düzeyinde temsil edilmektedir. Vakıf, faaliyetlerini, Türk yasaları izin vermediğinden dolayı, Türk Demokrasi Vakfı’nın işbirliği çerçevesinde kamufle etmeye çalışmaktadır (12). Vakıf Temsilcisi Dr. Wulf Schönbohm’un ülkemizdeki etkinliği konusunda, bizzat kendi yazdığı şu satırlar, bir fikir verecek düzeydedir: “Bu yılın 6 Temmuzu’nda Ardahan Subay Gazinosu’nda akşam yemeğindeydim, telefonla arayıp Cumhuriyet Gazetesinde Türkiye’deki Alman vakıflarının çalışmalarını kötü bir biçimde yansıtan bir makale yayımlandığını bildirdiler. Bize ev sahipliği yapan Ardahan Valisi, nezaket gösterip kendi özel Cumhuriyet nüshasını bana verdi, böylece ben de bilgi sahibi olabildim.
Ardahan ilinde belediye başkanları ve belediyede ve idarede çalışanlar için iki günlük bir seminerin açılışını yapmıştım. Bu semineri uzun yıllar birlikte çalıştığım Türk ortağımız Türk Belediyecilik Derneği (TBD) ile birlikte düzenlemiştik. Seminerin konuları arasında şehircilik, ihaleler, belediye başkanının, belediye meclisinin ve belediyenin görevleri ve birbirleriyle ilişkileri vardı. Ortağımız TBD, her yıl Türkiye’nin bütün yöre ve illerinde aşağı yukarı 100’e yakın bu tür meslek eğitimi semineri düzenlemektedir. TBD ve Konrad Adenauer Vakfı (KAV), iyi işleyen bir yönetim ve demokrasi için yerel düzeyde nitelikli yöneticilerin bulunmasını ve bağımsız yetkilerle donanmış bir yerel yönetimin varlığının önemli bir önkoşul olduğu görüşünde birleşiyorlar.
Bu ziyaret vesilesiyle Ardahan ve Artvin il merkezleri ve ilçelerinden sayısız memurla konuşma fırsatı da bulmuş, açık yüreklilikleri, ehliyetleri ve coşkuları karşısında etkilenmiştim. Bu konuşmalar, daha sonraki çalışmalarımız için bana bir esin kaynağı oldu. Aynı zamanda bu yöredeki doğanın güzelliği, Türkiye’nin bu ücra köşesindeki insanların özel dostluk ve candanlıklarını da tanımak fırsatını buldum” (13).
Wulf Schönbohm’un yazdıkları, dev bir gerçeğin küçük bir yansımasıdır. Alman vakıfçıları, deyim yerindeyse, ellerini kollarını sallayarak, Türkiye’nin hemen her yerine rahatça girebilmekte; faaliyet gösterebilmektedirler. Diğer yandan biliyoruz ki, Almanların Artvin, Ardahan ve Rize illerine olan özel ilgisinin geçmişi 1960’lı yıllara dayanmaktadır. Wolfgang Feurstein adlı bir istihbaratçı akademisyen (halkbilimci) bu yıllarda bölgede çalışmış ve sonuçta “kaybolan laz ulusunu kurtarmak” misyonu adına, özel bir alfabe (Lazuri Alfabe) yaratmıştır. Almanların bölgedeki etnik çalışmaları, daha sonra giderek yoğunlaşmıştır. Türkiye’de 47 ayrı etnik halk söyleminden yola çıkan Alman istihbaratçı akademisyenleri, kendi ülkelerinde iki laz örgütünün yanısıra, üniversitelerde kürsüler oluşturmuşlardır (14). Önceleri, Almanya’da basılan laz alfabesiyle yazılmış kitapları valizlerine gizleyerek bölgeye getiren bu istihbaratçılar, artık Alman vakıfları sayesinde örgütsel faaliyetlerini alenen yürütmektedirler, hem de konaklamalarını orduevlerinde yaparak, valiler tarafından ağırlanarak…
2.1.1. K.A.V.’NIN BASIN VE KAMUSAL İLİŞKİLERİ
Dr. Schönbohm ve yardımcısı Tröndle’nin ilişki kurmadığı, kuramadığı sivil toplum kuruluşu ya da resmi kurum ve kuruluş neredeyse sözkonusu değildir. Örneğin, sadece Türk Belediyecilik Derneği değil, tabelâsı ardında faaliyet gösterdiği Türk Demokrasi Vakfı, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Arı Hareketi, TİSK, TOSYÖV, KA-DER ve daha yüzü aşkın sivil toplum örgütünün yanısıra, üniversiteler ile de Konrad Adenauer Vakfı (KAV) müşterek etkinlikler düzenlemişlerdir (15).
Vakıf, asıl gövde gösterisini 29-30 Haziran 2000’de düzenlediği “Türkiye’de Anayasa Reformu-Prensipler ve Sonuçlar” adını taşıyan kongrede yapmıştır. Bu kongreye, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Yargıtay Başkanı Sami Selçuk gibi kamuoyunun yakından takip ettiği isimler katılmıştır. Katılımcıların temsil düzeyi, vakıf için adeta “aklanma”, “prestij artırma”, “dokunulmazlık sağlama”, “ilgi odağı olma” yorumlarına yolaçmıştır. Tıpkı bildirilerin toplandığı kitapçığın önsözünde Dr. Schönbohm’un yazdığı gibi: “… Yeni seçilen Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Yıldırım Akbulut’un kongrenin açılışı ile ilgili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisindeki siyasi bir takdim konuşması yapmaları konunun önemini vurgulamış ve etkinliği düzenleyenleri ve katılanları onore etmiştir” (16).
Kongrede, BND danışmanlarından Prof.Dr. Kay Hailbronner, Türkiye açısından en kritik konulardan biri “AB Üyesi Olarak, Egemenlik Haklarının Devri Sorunu” üzerine katılımcıları Almanya’dan edinilen deneyimler (!) çerçevesinde bilgilendirmiştir (17). Alman iç istihbarat örgütü olan “Federal Anayasa’yı Koruma Teşkilâtı”nın (BfV) en gözde hukukçularından Avukat Dr. Christian Rumpf ise, tebliğleri değerlendirirken şu mesajları vermeyi ihmal etmemiştir:
“Temel haklar konusu herhalde Türk anayasa sistemindeki en ağır yaradır…. Ordunun Türk anayasa düzeni içerisindeki rolü, sıkça Türkiye’nin gizli iktidarı olarak görülen Milli Güvenlik Kurulu’yla bağlantılı olarak dile getirilmiştir. Öncelikle anayasanın birçok bağlamda orduyu da kattığı tespit edilmelidir…. Milli Güvenlik Kurulu kararlarının hukuki açıdan bağlayıcı kararlar değil, sadece hükümete ‘tavsiye’ niteliğinde olması da önemli değildir. Gerçekten bugüne kadar Milli Güvenlik Kurulu’nun tüm tavsiyelerinin yerine getirildiğini ve 28 Şubat 1997 tarihli köktenciliğe karşı mücadele hususundaki ‘tavsiyelerinin’ çok ağır gerçekleştirilmesinin de o zamanki Erbakan hükûmetinin sonu olduğu görülmüştür. Aslında ordu Türk siyaset sisteminin Avrupalılaşması konusunda pek çok siyasal parti veya hükümetten daha fazla katkıda bulunmuş olsa da, böylece egemen bir ordunun Avrupa’nın özgürlükçü demokratik temel düzeniyle bağdaşamayacağı şüphesizdir. Oturumlarda gözüken yaklaşımla doğal olarak Milli Güvenlik Kurulu yapısının yeniden düzenlenmesi istenmiş, ‘sivillerin’ etkili egemenliği talep edilmiştir…. Kemal Atatürk’ün kendisinin ve o zamanki partisinin temel düşüncelerini bugünkü Avrupa’nın entegrasyon gelişmeleriyle bağdaştırmak zorunludur. Zira bu temel düşüncelerin, özellikle Kemalist milliyetçiliğinin çağın gereksinimlerine aykırı olan yorumu, AB’ye entegrasyonun beraberinde getirdiği milliyetçi strüktürlerin bir kısmının tasfiyesine çelişki arz etmektedir” (18).
Dr. Rumpf, Atatürk’ün yaşadığı dönem itibariyle çağın koşullarına ve gereksinimlerine tamamiyle zıt “anti-emperyalist” bir mücadele sonrasında ülkesine bağımsızlık kazandırdığı gerçeğini es geçmekte ve Kemalizmin yorumunun saptırılarak AB talepleri çerçevesinde yeniden yapılmasını ima etmektedir. Ancak, Türkiye’nin ergeç yola gireceğinin kanıtı ve emaresi olarak “tüm Türkiye’de faaliyet gösteren İnsan Hakları Derneği ilk defa işkence vakalarında belirgin bir azalma tespit etmiş” diyerek güvenilir, hatta MGK’dan da güvenilir bir kaynağa (!) atıfta bulunmaktadır.
2.1.2. TEHLİKENİN BOYUTU: K.A.V.’NIN ÖNEMLİ ETKİNLİKLERİ
Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilciliği, her yıl çok sayıda konferans, seminer, atölye çalışması ve sempozyum düzenlemektedir. Vakfın sadece 2000 yılında saptanan 33 etkinliğine katılan davetli sayısı 3.000 olup, toplam 281 etkinliğe katılan davetli sayısı ise 23.400’dür. 2000 Yılı itibariyle üç tartışma forumu düzenlenmiştir. Siyasal diyalog kapsamındaki bu tartışma forumlarının her birine, kendi alanlarında sivrilmiş 100’er davetli katılmıştır: “Orta Ölçekli Sanayinin ve Modern Teknolojinin Bavyera Eyaletinde Teşviki” konulu forumun konuşmacısı Müsteşar Hans Spitzner, “Yüksek Teknolojilerdeki Devrimsel Gelişmeler-Silahlı Kuvvetler İçin Sonuçlar” konulu forumun konuşmacısı Dr. Holger Mey ve “Türkiye’de İnsan Haklarına Saygı Eğitimi” konulu forumun konuşmacısı Prof.Dr. İonna Kuçuradi’dir.
Vakfa göre, “siyasi diyaloğun diğer önemli bir bileşeni, siyasi müşaveredir. Bu hususta Alman siyasetçilere, önemli siyasetçiler ve şahsiyetler ile yerinde görüşme ve durum hakkında yerinde fikir edinme imkânı sağlanır. Bu temasların her iki tarafın çalışmaları için çok faydalı olmakla kalmayıp, aynı zamanda önyargıların tasfiye edilmesi ve karşılıklı diyaloğun sağlamlaştırılmasına önemli bir katkı sağladığı geçmişteki uygulamalarda görülmüştür. 2000 Yılında Avrupa Halk Partisi (EVP) milletvekili Bayan Dr. Renate Sommer’in ziyareti, Bay Dr. Norbert Lammert’in ziyareti (Milletvekili ve Alman Federal Parlamentoda Hristiyan Demokrat Partisi/Hristiyan Sosyal Birliği CDU-CSU dış siyasi sözcüsü) ve milletvekili Manfred Grund başkanlığında Thüring Eyalet Grubunun ziyareti gerçekleşmiştir” (19).
Konrad Adenauer Vakfı, 2000 yılı içinde aşağıdaki uluslararası kongreleri düzenlemiştir: “Turkey on Her Way to EU-Membership” başlıklı bir yuvarlak masa tartışması; “Türkiye’de Okul Reformu Sonrasında Yabancı Dil Dersi Reformu” konulu sempozyum; “Küreselleşme ve Modernleşme Sürecinde Kültürel Kimlik” konulu kongre; “Türkiye’de Anayasa Reformu-İlkeler ve Sonuçlar” konulu kongre; “Karadeniz/Ereğli’de Bölgesel Gelişme” konulu kongre; “Almanya’nın Birleşmesinin 10. Yılı” konulu etkinlik; “Alman Okullarında İslâm Din Dersi” konulu kongre; “Türkiye ve AB-Ulusal Egemenlik Haklarının Devri” konulu kongre; “Globalleşme-Türkiye İçin İktisadi Zorluklar ve Şanslar” konulu kongre; “Türkiye’de Yerel Yönetimlerin Sınırötesi İşbirliği-Strateji ve Projeleri” konulu kongre vd. Vakıf, bu etkinliklerle ulaşmak istediği hedefi ise şu cümlelerle ifade etmektedir: “Partnerimiz TDV sayesinde, Ankara’daki Alman Büyükelçiliği ile birlikte organize edilen ‘Almanya’nın Birleşmesinin 10. Yılı’ konulu etkinlikte olduğu gibi geçen yıl düzenlediğimiz etkinlikler için konuşmacı olarak önemli siyasetçiler kazanılmıştır. Bahsi geçen bu etkinlik için, Almanya birleşmesini Türk bakış açısından inceleyen Başbakan yardımcısı Mesut Yılmaz KAZANILABİLMİŞTİR” (20).
Gerçi Vakıf, Mesut Yılmaz’ın kazanılmasıyla ilgili bilinenlere yeni bir ekleme yapmamaktadır. Ancak önemli olan, bu etkinlikler sayesinde önemli siyasetçilere kanca atılarak kazanılması hedefinin alenen ifade edilmesidir. Kaldı ki, yukarıda da ifade edilen, Federal İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Bakanlığı’nca hazırlanan “Alman NGO’larının 2001 Türkiye Konsepti”nde Konrad Adenauer Vakfı’ndan “ANAP merkeziyle ve taşra bürokratlarıyla ilişki ağı kurması” istenilmektedir. TDV yani Türk Demokrasi Vakfı’nın Başkanının ANAP milletvekili Bülent Akarcalı olduğu, keza Vakıf Yönetim Kurulu’nda iki ANAP milletvekilinin Emre Kocaoğlu ve Türkiye’de etnik hobileri ile tanınan Yılmaz Karakoyunlu’nun da bulunduğu gözönüne alınacak olursa, KAV’nın Almanya’dan gelen resmi direktiflere nasıl bağlı kalmakta duyarlılık gösterdiği anlaşılacaktır.
KAV, önemli politikacıların yanısıra, gençlerin de “kazanılmasına” büyük önem vermektedir. Kendi cümleleriyle işte amaçları: “Gençlerin teşvik edilmesi, özellikle de gençlerin siyasi fikir oluşturma sürecine katılımı, Türkiye’de yoğun olarak ihmal edilen bir sahadır. Bu husus, Türkiye nüfusunun % 70’inin 35 yaşın altında bulunduğu dikkate alındığında özellikle şaşırtıcıdır. KAV bu nedenle geçen yıl toplam üç gençlik konferansı (09.04.2000 tarihinde Gaziantep, 17.05.2000’de Mardin ve 19-21.05.2000’de Van) ve 23-25.11.2000 tarihleri arasında Kuşadası/Aydın’da gençlik günleri konulu bir forum düzenlemiştir. Özellikle ‘Türkiye’nin Geleceği, Geleceğin Türkiyesini Konuşuyor’çalışma konusu altında düzenlenen Van’daki etkinlik, katılanlar için bir tartışma forumu sunmuştur. Foruma katılan 140 kişi, 4 çalışma grubuna ayrılmış ve muhtelif konuların ele alınması ile görevlendirilmiş olup, sonuçları bir komünikede toplanmıştır. En önemli sonuç, FARKLI MENŞELERE rağmen, kültürel bir birlikte yaşamanın temeli sayılabilecek müşterek ideallerin ve fikirlerin var olduğu yönündeki tespit olmuştur” (21).
Konrad Adenauer Vakfı’nın Güneydoğuya ilgisi, farklı menşelerle ilgilenmesi, Büyükelçi Dr. Rudolf Schmidt’in daha güven mektubunu sunmadan KDP Temsilcilik Resepsiyonuna katılması; Diyarbakır’da “biji Apo”, “kürdara azadi” pankartları ve sloganları altında şehir içmesuyu tesislerinin temelini atması gibi ayrıntılar (!) Türk istihbarat kurumlarının engin hoşgörüsü (!) altında yeni yeni etkinliklerin davetiyesini çıkarmaktadır (22)
Yazıları posta kutunda oku