Prof.Dr. Alaeddin Yalçınkaya
AB’nin Türkiye Gemisine Müdahalesi
Türkiye bandıralı ticaret gemisine müdahale, sözde müttefiklerin her fırsatta ülkemiz haklarını, ülke bütünlüğü ile prestijini hedef alan olaylar zincirinin yeni bir halkasıdır. AB projesi durumundaki Yunanca “İrini (Barış) Harekatı” tatbikatı çerçevesinde Almanya’ya ait Hamburg Fırkateyni tarafından Türk gemisi Roseline-A gemisine helikopter ile müdahale edilmiş ve saatlerce arama yapılmıştır. Alman fırkateyninin komutanının bir Yunan vatandaşı olması da kumpasın derinliği hakkında fikir vermektedir.
Aynı zamanda NATO üyesi olan Almanya, Fransa, İtalya ve Yunanistan’ın, AB bünyesindeki askeri tatbikatı garipliklerle doludur. BM Güvenlik Konseyi’nin Libya’ya silah kısıtlaması kararı üzerine AB’nin bundan vazife çıkarmasının hukuki bir temeli yoktur. Libya’daki meşru hükümet bölgesine Türkiye’den ticari ve insani malzeme taşıyan gemiye yapılan baskına karşın isyancı Hafter güçlerine Rusya’dan ve Mısır üzerinden yapılan silah sevkiyatı bütün hızıyla devam etmekte iken İrini Harekatı kapsmında buna karşı bir müdahale bilinmemektedir. Bu durumda hedefin BM kararlarını uygulamak olmayıp Türkiye’yi “hizaya getirmek” olduğu açıktır.
Belirtmek gerekir ki konuyla ilgili yorumlarda ciddi bir bir yanlış görülmektedir: Açık denizlerde bayrak ülkesinin izni olmadan bir gemiye müdahale edilemeyeceği. Bu ifadeden sanki “bir ülkenin karasularında veya içsularında müdahale edilebilir” anlamı çıkmaktadır. Halbuki gemi bir ülkenin yüzen adası durumunda olup bir başka ülkenin karasularında, limanlarında veya iç sularında dahi bayrak ülkesinin veya kaptanının talebi veya izni olmadan gemiye girilemez. Ancak gemide yangın, patlama gibi bir durum olup bulunduğu ülkenin güvenliğine zarar verecek düzeyde tehlikeli bir durum sözkonusu ise müdahale edilebilir. Bu konuda içtihat haline gelmiş uluslararası mahkeme kararları ve düzenlemeler mevcuttur. Hal böyle iken açık denizlerde müdahalenin hiç bir şekilde izah edilebilir yanı bulunmamaktadır. Bunun istisnası ise uyuşturucu, köle ticareti gibi konularda ciddi deliller ve istihbaratın sözkonusu olmasıdır. Ancak müdahele eden ülkenin bu konudaki delillerinin kabul edilebilir olması gerek. Bu durumda Almanya önderliğindeki harekatın Türkiye’ye yönelik açıkça Uluslararsı Hukuka aykırı bir eylemi sözkonusudur. Almanya’dan gelen BM kararı gereği müdahale edildiği şeklindeki geçiştirmelerin kabul edilmesi mümkün değildir. Bu durumda Uluslararası Hukuk’ta karşılıklılık ilkesi dikkate alınarak Türkiye için, Boğazlardan geçen her Alman, Yunan, İtalyan veya Fransız gemilerinin Hafter’e yardım götürdüğü gerekçesiyle aranması hakkı doğar.
Doğu Akdeniz, Libya, hatta Karabağ konusunda NATO, Türkiye aleyhine bir karar vermemiştir. Çünkü Türkiye, bu ittifakın üyesi olarak aleyhine kararı veto eder. Sırf bu gerçek dahi Türkiye’nin NATO’dan çıkmasının dillendirenlerin iki kere düşünmesini gerektirmektedir. NATO-AB-Türkiye bağlamındaki kritik gelişme Türkiye’nin devlet olarak tanımadığı AB üyesi Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) NATO üyeliği hevesidir. Türkiye, GKRY’nin AB üyeliği sürecinde “aldatılmış” olmasını unutmamaktadır. Çünkü o dönemde nasıl olsa kendisinin de birkaç yıl içinde AB üyesi olacağı, KKTC ile GKRY’nin Annan Planı çerçevesinde anlaşacağı, AB üyeleri olarak zaten sınırların kalkacağına ikna edilmişti. Kıbrıs Cumhuriye’tinin garantörü olarak GKRY’nin AB üyeliğine karşı zamanında gerekli tavrı koymaması bugün sadece Kıbrıs’ta veya Akdeniz’de değil AB ile ilişkilerde ve NATO’da dahi Türkiye’yi zorlamaktadır.
2003’de Irak’a müdahale sonrası Türk askerlerinin başına çuval geçirilmesi veya programlı bir NATO tatbikatında Türkiye’nin Muavenet gemisinin ABD füzeleri tarafından vurulması gibi olaylar, aynı zamanda prestij tahribatıyla hedefe ulaşma taktikleridir. Türk bandıralı nakliye gemisine yapılan baskın hakkında AB’nin 10-11 Aralık Zirvesi öncesi manevraları yorumları sözkonusudur. Öyle ki bu zirvede “Fransa’nın Türkiye’ye ağır yaptırımlar teklifine karşı Almanya’nın Türkiye lehine gaz alma operasyonu” şeklinde oldukça iyimser olanları da vardır. Gerçekten de iyimserliğe şiddetle ihtiyaç duyulmakla beraber ülkemize yönelik planlı kuşatmaların da farkında olmak gerek. Bu bağlamda AB Parlamentosu’nun başta Maraş’ın iskana açılması olmak üzere Türkiye’nin icraatlarına karşı ağır yaptırım kararının sadece tavsiye niteliğinde olduğunu belirtelim. Bununla beraber parlamentoyu oluşturan üyelerin doğrudan AB ülkeleri halkı tarafından seçilmiş olduğunu da hatırlatalım. Yani sözkonusu karar önemli ölçüde kamuoyuna tercüman olmaktadır ki hükümetlerin de bu gerçeği görmezlikten gelmeleri beklenemez. Mesela 2019’da üyelik müzakerelerinin askıya alınması kararının da bağlayıcı olmadığı gerçeğine karşın aynı parlamento’nun Türkiye’nin aday ülke olarak kabul kararı coşku ile karşılanmıştı.
Azerbaycan’dan KKTC Maraş’a, Suriye’deki kontrol bölgelerinden Libya’ya, Kuzey Irak’tan Doğu Akdeniz ve adalar işgali ile silahlandırılması konularına ABD, AB, NATO bağlamındaki kördüğümler gittikçe çoğalmaktadır. Bu süreçte Biden’in Beyaz Saray’a gelmesi ve dış politik ekibini özellikle şahinlerden seçmesini de dikkatle izlemek gerekmektedir. Her ne kadar ABD’de başkan kim olursa olsun sonucu müesses nizam belirlerse de yeni dönemde derin mahfil temsilcilerinin Beyaz Saray’a taşınması Irak, Suriye, Akdeniz, Kıbrıs, Adalar gibi konularda Türkiye’yi daha zor günlerin beklediğini göstermektedir.
Trump’ın her fırsatta ağzından kaçırdığı ve AB Parlamentosu kararında da işaret edildiği gibi Türkiye’nin yumuşak karnı finansal hassasiyetidir. Bunun temelinde ise üretim yetersizliğine bağlı dış ticaret açığı bulunmaktadır. Gemi krizinden sonra geçen süre zarfında AB veya en azından Almanya’nın açıkça hukuksuz saldırısını telafi edici girişimlerde bulunmaması Yunanistan, GKRY, Fransa gibi Türkiye karşıtlarının son sözü söyleme gücünde olduklarını göstermektedir. Bu süreçte ekonomik ve finansal şartların esiri olmadan Uluslararası Hukuk ve egemenlik kapsamındaki haklarımızı sonuna kadar korumak son derece önemlidir. Bu gerçek ekonomi yönetimindeki basiretin, özellikle üretimi artırmaya, üreticiyi desteklemeye yönelik politikaların güçlendirilmesinin önemini de ortaya koymaktadır.
Dış ticaret dengesinde ciddi açıkları olan Türkiye’nin önde gelen AB ülkeleriyle ticaret fazlasının olduğu son derece önemlidir. Üstelik bu ülkelere daha çok istihdam yoğun ürünlerin ihracatı sözkonusudur. Aynı sektör ürünlerinin Türkiye’nin gösterdiği kolaylıklarla Çin’den Avrupa’ya çok daha ucuza ulaşması, ciddi bir tehlikedir. Muhtemel yaptırımların AB içindeki Türkiye dostu (en azından yeminli düşmanı olmayan) ülkeler tarafından yumuşatılması da ümit edilmektedir.
Öncevatan, 01.12.2020
Bir yanıt yazın