Süleyman Çelik (scelik44@gmail.com)
Tayyip Erdoğan, 1974’den beri kullanılan KKTC Cumhurbaşkanlığı konutunu beğenmemiş. Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’a, “beş dönüm bir arazi içinde yeni bir Cumhurbaşkanlığı Sarayı” yapmayı önermiş. “Zira, bu tür makamlar bildiğiniz gibi farklı ülkelerin bakışını da değiştirir” demiş. Yani, 1150 odalı Saray’ı savunurken, “itibardan (saygınlıktan) tasarruf edilmez” dediği gibi, Tatar’a “size de gösterişli bir saray yapalım, saygınlığınız artsın” demek istemiş!..
***
Bir söz vardır; “bazı insanlar oturduğu koltuktan saygınlık kazanır, bazı insanlar ise oturdukları koltuğa saygınlık kazandırır” denir. Bu sözü tamamlayan ve Hz. Ömer’e ait olduğu öne sürülen bir söz, saygınlıkla kişilik arasındaki bağlantıya işaret eder: “kişiliklerini koltuktanlar alanlar, makamdan sonra kişiliksiz kalırlar.”
Yoksul, fakat liderlerinin saygınlığı nedeni ile dünyada saygı ile anılan ülkeler vardır.
Ayağında sandalet, üstünde ehramdan başka bir şeyi olmayan ve çok yoksul bir yaşam süren Mahatma Gandi, dünyanın en saygın insanı idi. Kendisi ülkesinin bağımsızlığını göremedi ama yakın çalışma arkadaşı Nehru’nun başbakanlığı zamanında ülkesi Hindistan, bağlantısızlar hareketinin lideri olarak, Tito’nun Yugoslavya’sı ile dünyanın en saygın ve sözü en çok dinlenen ülkesi oldu.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Afrika’da ilk bağımsızlık hareketlerini başlatan Nkrumah ve Lumumba’nın ülkeleri Gana ve Kongo dünyanın en saygın ülkeleri idi. Yüz yıllardır sömürülen Kara Afrika’nın, kara talihini yenmesi için bağımsızlık ateşini tüm kıtayı yaymaya çalışan, insanlığın yüz akı bu saygın insanlar, emperyalistler ile işbirliği yapan, insanlığın yüz karası hainler tarafından ortadan kaldırıldılar. Ondan sonra emperyalistler yeni sömürgecilik yöntemleri ile Afrika’yı gene soymaya başladılar ve kıta bugünlere geldi. Bugün onlar, tüm Afrika’da saygıyla anılıyor ve birçok ülkede heykelleri var…
Aynı yıllarda Latin Amerika’da, kendi deyişiyle Mustafa Kemal’den esinlenerek, Efsane Che Guevara ile birlikte bağımsızlık ateşini yakan Fidel Castro’nun ülkesi Küba, hala sömürüsüz bir dünya isteyenler için saygınlığın kâbesidir…
Buna karşılık emperyalistlere uşaklık yaparak tahtlarını koruyan, som altından klozetli ve binlerce cariyeli şatafatlı saraylarında sefih bir yaşam sürdüren, altın kaplamalı uçaklarla gittikleri ülkelerde otel kapatıp “Hacı Ağa” gibi bol bahşiş dağıtmalarıyla ünlü, petrol zengini kral, şeyh, emir ve benzerleri, uygar insanlar tarafından saygın değil, iğrençlik örneği olarak görülmektedirler…
***
Sakarya zaferi kazanılınca Fransa, Ankara’nın varlığını kabul etmek gereğini anladı ve 20 Ekim 1921’de imzalanan Ankara antlaşması ile Güney cephesinde savaş sona erdi.
Antlaşmayı imzalamak üzere Fransa Heyeti Ankara’ya gelmeden önce, Dışişleri Bakanlığı Protokol Genel Müdürlüğü, konukları ağırlama uğraşısına girdi…
Ankara’da ne otel var ne lokanta…
Konaklama için uygun bir ev bulundu. Başka evlerden de toplanan eşyalarla donatıldı. Fakat hiçbir evde konuklara uygun yemek takımı bulunamadı.
Protokol Genel Müdürü Atatürk’e başvurdu. “Çok zor durumda olduklarını” bildirdi. Anadolu’ya İstanbul’dan silah, cephane, insan vs. taşınmasını sağlayan MM Grubu’ndan, “porselen yemek ve çatal kaşık takımı gönderilmesinin, istenmesini” arz etti…
Atatürk, “gerek yok” dedi. “Biz nasıl yiyorsak, onlar da aynı şekilde yesinler. Hatta öğle yemeğini milletvekilleri ile yesinler. Böylece, bizim hangi koşullarda savaştığımızı görüp mücadele azmimizi anlarlar…”
Milletvekillerinin büyük çoğunluğu Öğretmen Okulu’nun yatakhanesinde, ranzalarda yatıyor, yemekhanesindeki tahta masalarda, bakır tabak ve tahta kaşıklarla yemek yiyorlardı…
***
Atatürk, Ankara’ya geldikten sonra önce Keçiören’deki Ziraat Okulu’nda (günümüzde Meteoroloji Genel Müdürlüğü), sonra İstasyondaki Direksiyon Binası’nda kaldı. Daha sonra Ankara Müftüsü Rıfat Efendi‘nin, halk arasında para toplayıp Bulgurzade Tevfik Efendi’den satın alarak kendisine hediye ettiği, Çankaya’daki bağ evine taşındı…
1932 yılına kadar, her katında iki oda bulunan, iki katlı bu küçük bağ evini hem konut hem de ofis olarak kullandı. Önce Meclis Başkanı- Başbakan ve Başkomutan, sonra Cumhurbaşkanı olarak ülkeyi buradan yönetti.
1932’de, “Pembe Köşk” de denilen, ilkinden biraz büyük, gene iki katlı Cumhurbaşkanlığı Köşkü yapıldı ve oraya taşındı.
Böyle basit bir evde oturan Atatürk hiç yurt dışına gitmedi. Karşılığının (iadeyi ziyaret) yapılmayacağını bildikleri halde, başta zamanın süper gücü İngiltere’nin Kralı olmak üzere, sayısız kral/ şah, devlet ve hükümet başkanı gelip onu ziyaret etti, hayranlıklarını bildirdi ve dostluğunu kazanmak istedi…
Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda galip ülkeler tarafından kurulmuş olan Milletler Cemiyeti’ne Dışişleri Bakanlığı üye olmak isteğini iletince, “üyelik için bizim başvurmamız doğru olmaz. Onlardan davet gelirse kabul edelim” dedi. Kısa bir süre sonra yazılı davet geldi. Bununla da yetinmedi. Dostumuz ve büyük komşumuz Sovyetler Birliği’nin üye olmadığı uluslararası bir kuruluşa üye olmanın sakıncalarını düşündü. “Sovyetler Birliği’nin de davet edilmesini” istedi. Bunu da kabul ettiler ve üye olduk…
Ömrü savaş içinde geçmiş bir asker olmasına karşın, bağımsızlık savaşları dışındaki savaşları cinayet olarak niteleyecek kadar “barış” yanlısıydı. “Yurtta Barış, Dünyada Barış” özdeyişi ile ifade ettiği bu görüşünü, saygın kişiliği ile komşularına kabul ettirdi ve yaptığı antlaşmalarla (pakt) yaşama geçirdi. İmzalanan Balkan ve Sadabad antlaşmaları ile ülkemizi, çevresi dost ülkelerle çevrili bir “Barış Adası” konumuna getirdi…
Türkiye’nin uluslararası saygınlığı o kadar yüksekti ki Devlet Başkanı değil, Dışişleri Bakanı bile ülkeler arasındaki sorunların giderilmesi için arabulucu olabiliyordu. Örneğin, 1933 yılında Londra’da toplanan uluslararası İktisat Kongresi’ne katılan Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras, değişik ülkelerin Dışişleri bakanları ile ikili görüşmeler yapıyor. Bu kapsamda Romanya Dışişleri Bakanı ile de görüşüyor. Romanya’nın, Sovyetler Birliği ile arasında Birinci Dünya Savaşı’ndan kalma sorunlar var. T.R. Aras, ülkesinin güvenliğini İngiltere’nin dostluğunda arayan Romen Dışişleri Bakanı’na, “emperyalist emelleri olan büyük devletleri işe karıştırmadan, komşuların sorunlarını kendi aralarında çözmesinin daha iyi olacağını” anlatıyor. Anlatılanlara aklı yatan Romen Bakan, Aras’tan, Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı ile görüşmesine yardımcı olmasını rica ediyor. Sovyetler’in Dışişleri Bakanı, dostu Litvinof’la görüşen Aras, iki bakanı Türkiye’nin Londra Büyükelçiliği’nde bir araya getirerek sorunun görüşmeler yoluyla, barış içinde giderilmesine yardımcı oluyor (Tevfik Rüştü Aras, Atatürk’ün Dış Politikası, Kaynak Yayınları, 2003, s.58-61).
***
Sarayların saygınlık kazandırmayacağının en iyi örneği Osmanlı’dır. Osmanlı’nın, dünyanın süper gücü olduğu en görkemli dönemlerinde Padişahlar, öyle pek gösterişli olmayan, basit yapılı Topkapı Sarayı’nda yaşadılar. Buna karşılık batış sürecine girince, Sultanlar Avrupalı tefecilerden borç alarak görkemli saraylar yaptırmaya başladılar. Dolmabahçe, Çırağan, Yıldız ve Beylerbeyi sarayları ile Boğaz’ın ve Haliç’in en güzel yerlerine yapılmış köşkler, kasırlar vs. tümü 1850’den sonra yaptırılmıştır. Bu dönemde saygınlığı bırakın, Osmanlı ya “Düvel-i Muazzama” dedikleri büyük devletlerden birinin himayesine girerek ya da aralarındaki rekabetten yararlanarak varlığını sürdürmeye çalışan yarı sömürge durumundaydı…
Bir yanıt yazın