Tüm Türkiye geçim derdinde…
İnsanlarımız “Eve ekmek götüremiyoruz” diye feryat ediyorlar. Çırpınıyorlar. Yoklukla, yoksullukla boğuşuyorlar…
Açlık, yoksulluk sınırının altında yaşayanların sayısı her geçen gün bir çığ gibi artıyor.
İşsizlik zirvede. Bu oran gençlerde iki katına çıktı.
Yıllarca uygulanan yanlış ekonomi politikaların sonucu bu… Sanayiyi, tarımı bitirdiler. İş alanları daraldı.
Şu ülkeye tek çivi çakmadılar, iş yerleri açmadılar. Var olan fabrikaları da “Babalar gibi satıp, mirasyediler gibi tükettiler…”
Yandaş işadamları ile birlikte köprüler, yollar yaptılar. Deli Dumrul gibi, “Geçenden bir akçe, geçmeyenden iki akçe” alarak, patronların geçimlerini sağladılar.
Ama her çıkışın bir inişi, her yükselişin bir düşüşü vardır…
Ne kadar din sömürüsü yaparlarsa yapsınlar, ne kadar büyük bir baskı ve korku imparatorluğu kurarlarsa kursunlar; günü ve saati geldiğinde, politikadan, politikacılardan tencere hesap sorar…
Çoluk çocuk, bebeler, eşler, yaşlılar hesap sorar…
Bir zaman gelir, bütün bu aldatma, sömürme, sindirme yöntemleri geçerliliğini yitirir. Yerini gerçekler alır, pislikler açığa çıkar… Güneş balçıkla sıvanmaz çünkü.
Ve bir gün, bir lider çıkar; öncü olur, kılavuz olur, aydınlık olur, halkın yoluna ışık tutar.
Kutup yıldızı olur. Yol, yön gösterir yığınlara…
Halkın gerçekleri görmesini sağlar. Karanlıkları aydınlatır.
Ve bir gün, hiç beklemediği bir anda, tam “Ben her şeye hâkim oldum, herkes benim kulum, kölem… Ne güzel bir dünya… Her şey, herkes bana hizmet ediyor…” Dediği bir anda yokluk, yoksulluk, yoksullar çıkar karşına…
Onun lüks, ihtişamlı yaşantısını, yalanlarını görür ve etki, tepkiyi doğurur.
Baskı ve şiddet hak – hukuk arayışını, direnmeyi doğurur…
Her dönemde zalimlerin, diktatörlerin unuttuğu bir şey olmuştur:
Bugüne değin her şey karşıtı ile birlikte var ola gelmiştir. Her şey, karşıtını, yani zıttını içinde taşır.
Tarih böyle yazar. Tarih böyle anlatır…
Bunun adına diyalektik denilir.
Yani, patronun olduğu yerde işçi, haksızın olduğu yerde haklı, zalimin olduğu yerde mazlum, sömürenin olduğu yerde sömürülen, yalanın olduğu yerde gerçek, çirkinliğin olduğu yerde güzellik, zenginliğin olduğu yerde yoksulluk, baskı ve zulmün olduğu yerde direnme, ahlaksızlığın olduğu yerde ahlak, karanlığın olduğu yerde aydınlık vardır…
Ama bugüne gelinceye dek, erken ya da geç, hep güzellik, adalet ve doğruluk kazanmış; tarih çarkı ileriye doğru dönmüştür.
Asla geriye, gericiliğe yani krallığa, sultanlığa, diktatörlüğe doğru dönmemiştir.
Kimse tarih çarkını baskıyla, zulümle, şantaj ve tehditle geriye çevirememiştir. Tehdit, şantaj ve korku bir ülkenin kurtuluşu için çözüm yolu değildir.
Arada bir tarih çarkını geriye çevirmek isteyenler çıksa da bunlar sonradan tarihin çöplüğünde yerlerini almışlardır…
Yani, sonsuza dek, “Hep bana, Rab bana” diyerek, halkın büyük bir kesimini açlık sınırının altında yaşatamazsın…
“Ülkenin tek lideri, tek düşüneni, tek sahibi benim. İstediğimi yaparım, istediğimi alırım ve satarım. Dilediğimi gerçekleştiririm. Her şeye ben karar veririm.” Diyemezsin.
Halk açken, işsizken, çaresizken sen bu dünyada cenneti yaşayamazsın…
Üç kuruşluk çıkarın için kamu mallarını, halkın ortak malını babanın malı gibi satamazsın. Sattıramazsın. Ormanlara, derelere zarar veremezsin…
Eş, dost, akraba kayırmacılığı yapamazsın.
Gün gelir uyuyan halk uyanır.
Uyuyan dev uyanır…
Hakkını, hukukunu aramaya başlar.
Gün gelir, 200 binler 400 bin; 400 binler 4 milyon; 4 milyonlar 8 milyon, 8 milyonlar 16 milyon olur…
Senden hesap sorar.
İşte şimdi tam o günleri yaşıyoruz… Bir hesap sorma döneminin başlangıcındayız…
Bir yalan – dolan, bir “Hep bana, rab bana dönemi” daha bitmek üzere…