“Herkesin bir acısı vardır”demiş ya şair.Benim acım ne yazık ki bireysel değil…
Her milli bayramda iktidar sahipleri ya birden bire hepsi hasta olur,ya da bir bahane uydurulur sırf Milli Bayramlar kutlanmasın diye..
Bu yılki bahaneleri Corona mı!
Madenci çocuk ne diye haykırıyordu.”Babanın hakkını verin,ben okula giderken cebime harçlık koyamıyor”…
Servisçi ne diyordu;”Açız,evimize ekmek götüremiyoruz…”Gelen cevap;Abartmayın…
Bu ülkede evine ekmek götüremeyen, geçinemeyen, çocuğuna harçlık veremeyen bir tek bu kadar mı?Milyonlarca işsiz,milyonlarca aç var.
Ülkeyi yönetenler,bir eli balda bir eli yağda yaşarken,yoksul halka“yoklukta sabredin” diyor…
Devlet olmuş bir keser,ha bire kendine yontuyor,ama bu Devran böyle gitmez…Bakarsınız birgün Halk akıllanıp ona küser…
Atatürk daha 1937 yılında bugünleri görmüş;”Ortadoğu’nun Batı Emperyalizminin kölesi olmasına izin vermeyeceğiz.”dememiş mi…
NUTUK’tan;
” Efendiler, görüyorsunuz ki, Cumhuriyet ilânına karar vermek için Ankara’da bulunan bütün arkadaşlarımı davet ederek onlarla görüşüp tartışmaya asla lüzum ve ihtiyaç görmedim. Çünkü onların da aslında ve tabiî olarak benim gibi düşündüklerinden şüphe etmiyordum. Halbuki, o sırada Ankara’da bulunmayan bazı kişiler, yetkileri olmadığı halde, kendilerine haber verilmeden, düşünce ve rızaları alınmadan Cumhuriyetin ilân edilmiş olmasını bize gücenme ve bizden ayrılma sebebi saydılar.”
Fahrettin Altay Paşa;Atatürk’e “Paşam benim dikkatimi çekmiştir. Cumhuriyetimizin ilanının 29 Ekim gecesine denk gelmesi acaba bir tesadüf müdür? Üç gün evvel, beş gün sonra da olabilirdi” deyince
Atatürk ;“Mütarekenin ilk günlerini hatırlarsın.Saray ve hükümet teslimiyeti kabul etmişti. Hükümet sarayın,saray da itilaf devletlerinin elinin altına girmişti.Saray bu halinden memnundu.Fakat ben bunu kabul edemezdim
Buna karşı koymakla bir çıkış yolunu temin ederek,bu mazlum milleti tarih sahnesinden silmek, ortadan kaldırmak isteyenlere karşı harekete geçmek için kendimi vazifeli saymıştım.Dünyada tek başımıza idik,fakat benim inandığım ideale benimle beraber olanlar da bağlandılar ve netice hâsıl oldu.
Mütareke 30 Ekim 1918’de imzalanmıştı.Vatan parçalanmış, istilaya uğramıştı.
Peki, 30 Ekim 1918’den bizim İzmir’e girdiğimiz tarih olan 9 Eylül 1922’ye kadar kaç yıl geçti? Dört yıl.
29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti ilan ettik.
İşte beş yıla sığdırdığımız büyük inkılâp,bizim yaşadığımız şartlara duçar olmuş, hangi milletin tarihinde vardır?
Bu mazlum millet kendisinin hakkı olan yere ulaşmıştır, çektiğimiz acıların,sıkıntıların en büyük mükâfatı işte budur.Bütün dünya bunu görmüştür.
Daha da görecekleri vardır. Beni en çok mesut eden hadise, bu mazlum milletin hak ettiği bu yere gelmesidir.
Sen benim 30 Ekim 1918 sonrası günlerdeki çektiğim azabı bilirsin. Yanımdaydın.
Mondros 30 Ekim’dir. Cumhuriyet 29 Ekim.
İşte bu da, mazlum bir milletin ahıdır.Sanırım ki o zamanki devletler bunu anlamışlardır.Deyiniz ki, bu tarihten silinmek istenilen bir milletin öcüdür…”der.
Mustafa Kemal Atatürk;Esaretten 1 gün önce cumhuriyeti ilan ederek bir anlamda öc almak istemiştir ve”Ben 30 Ekim’i tanımıyorum! Sizden bir gün öndeyim.Siz 29 Ekim’i tanıyacaksınız!”demiştir.
Cumhuriyetin ilan edildiği gün ATATÜRK“Efendiler, asırlardan beri Doğuda haksızlığa ve zulme uğramış olan milletimiz, Türk milleti, gerçekte soydan sahip bulunduğu yüksek kabiliyetlerden yoksun zannediliyordu. Son yıllarda milletimizin fiilî olarak gösterdiği kabiliyet, istidat ve kavrayış kendi hakkında kötü düşünenlerin ne kadar gafil ve ne kadar gerçeği görmekten uzak, görünüşe aldanan insanlar olduğunu pek güzel ispat etti. Milletimiz kendisinde var olan vasıfları ve değeri, hükumetin yeni adıyla, medeniyet dünyasına çok daha kolaylıkla gösterebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti, dünya devletleri arasında tuttuğu yere lâyık olduğunu eserleriyle ispat edecektir.”
Bakın Kurtuluş Savaşı nasıl kazanılmış:
Anneannemin anlattığına göre köyümüze yunan girmiş.Köyde eli silah tutan herkes Kurtuluş Savaşına katılmak için gitmişler.Köyde sadece kadınlar,çocuklar ve yaşlılar kalmış.
Köyümüzün şansına mı desem yunan komutanı çok merhametli birisiymiş.
Köylüleri köy meydanına toplamış”Bu savaş devletler arasında,halkın hiçbir günahı yok.Siz bize bir kötülük yapmazsanız ve dediklerimi dinlerseniz,köy halkına zarar vermeyeceğiz,sizden istediğim tek şey askerimi aç-susuz bırakmayın,biraz yemeğinize ortak olacağız ama,ekmeklerini ve yemeklerini yapın aksatmadan”demiş…
Köy halkı sessizce dağılmış ama birkaç gün sonra komutandan habersiz askerlerden bir kaçı hamile kadınları bulup süngüyle karınlarını deşmiş biraz irice erkek çocuğu görünce vurmuş”Bunlar mehmet olup bizi öldürecek”diye.
“Kızlarımızı ve gelinlerimizi samanlıklara,samanların altına sakladık” demişti anneaannem…
Bir gece yarısı yunan komutan bütün köyün kapılarını tek tek gezerek”Bu gece köyünüzü yakacaklar,kaçın dağlara”demiş.
“Sessizce ahırların kapılarını açıp,sadece çocuklarımızı alıp,dağlara doğru yola çıktık.Göz Gözü görmüyordu,el yordamıyla kaçıyorduk hiç konuşmadan.Zeliha teyzenin baş parmağı niye çok büyük diye sormuştun ya,biz kaçarken kırkım yeni çıkmıştı.İkizlerim kucağımda ağlamaya başlayınca millet homurdandı düşman duyup uyanacak diye.Ben de ağlaya ağlaya onları bir çalının dibine sokuverdim giderken,uzaktan içimiz kan ağlayarak seyrediyorduk köyümüzün cayır cayır yanmasını ve hayvanların bağırışlarını…”
Nineciğim neler çekmişsiniz diye sarılmıştım.
“Gün ağarmaya başlayınca silah sesleri gelmeye başladı.Türk askeri yetişip yunanı sürüp çıkarmıştı köyümüzden.Hepimiz korka korka köye dönmeye başladık.Her önüme çıkan çalının altına bakıyordum,kulak kabartıyordum ama sesi gelmiyordu.Sonunda buldum çocuklarımı,Oğlan olanı zaten çelimsizdi…Kızım baş parmağını emmiş biz dönesiye…İşte o yüzden büyüktü teyzenin parmağı.Bağrıma basıp emzirdim hemen yarı baygın çocuğumu”
Hem anlatıyor hem ağlıyordu.
“Köye bir döndük ki yunan komutanını köy meydanına asmış kendi askerleri bize haber verdiğini anlayıp,onun adı İlyen mi Liğen mi neydi.Köylü minnetini belirtmek için onun adını koydu köye.Yunan adı diye değiştirip sonradan Üçlerkayası yaptılar köyümüzün adını”dedi.
“Yanan sadece evler hayvanlar,sokaklar değildi.O zamanlar köyümüzde ulu ulu ceviz ağaçlarımız vardı.Çuvallarla ceviz toplardık kışın ocak başında yerdik.
Üzüm bağlarımız vardı siyahı,kınalısı,sarısı,yeşili,harman zamanı o sıcakta kütür kütür sulu sulu hararetimizi alırdı,tazesini yerdik,kuruturduk ramazanda sahur gecelerinde bükmenin yanına hoşaf yapmak için.
Sadece pancar pekmezi yapmazdık o zamanlar,üzüm pekmezi de yapardık her derde deva,sabahları tarhana çorbasından sonra ekmeğimizi bandıra bandıra yerdik,yeni doğum yapmış kadınlara tereyağı eritip içine biraz da pekmez koyar ılık ılık içirirdik,yarası beresi çabuk iyileşsin diye.
Tütün tarlalarımız vardı,erik elma,armut bahçelerimiz vardı,hepsi yandı kül oldu,sadece köyümüz değil,ciğerlerimiz yanmıştı.
Sormuş bulundum bir kere hem ağlayıp hem anlatmaya devam ediyordu,ona kıyamıyordum ama sözünü de kesmek istemiyordum.
”Peki anneanne niye şimdi hiç ceviz ağacı,üzüm bağları ve tütün tarlaları yok?”dediğimde derin bir iç çekti.”Kurtuluş Savaşına giden gençlerin çoğu dönmedi,ne eli kınalı kadınlar dul kaldı bir bilsen,erkek kalmadı köyde.Köy de böyle yanıp kül olunca hem bağ bahçeyle uğraşacak kimse kalmadı,hem de mecalimiz kalmadı,işin doğrusu o günleri hatırlatacak diye bir daha elimizde varmadı hiçbirini ekip dikmeye..Köyün dışındaki bahçelerde kalan erik elma kaldı kala kala…Yoksa envai çeşit meyveler vardı köyümüzde.
Bir de Afyon’un kaymağı,kaymak şekeri meşhurdur ya,işte o dombey(manda)kaymağından yapılır….Dombey çok ağır bir hayvandır,kaçamadılar demekki… Dombeylerin yanarken bağrışları gitmedi uzun zaman kulaklarımızdan,hiç kimse kimseye bir şey demediği halde,sanki sözleşmiş gibi bir daha dombey de almadık hiçbirimiz”demişti uzaklara dalarak.
Gazetelerde,televizyonlarda boy boy Toprak işgalinden söz ederiz de,zihin işgalinden hiç den vurmayız.Halbuki zihinler işgal edilince toprağın da gideceğini hesaplamayı zaman hiç…
Tarihi gerçekler çarpıtılıyor görmezden geliyoruz…Cumhuriyetin altı oyuluyor,seyirci kalıyoruz…zihin işgaline ve eğitime sahip çıkmıyoruz…
Bizim Türk Milleti olarak Tarihi,Cumhuriyeti bilmiyorum deme lüksümüz yok,NUTUK okuyup Cumhuriyet Tarihini,KUR’AN’ın Türkçesini okuyup dinimizi okuyup,araştırıp,öğrenip,öğreteceğiz…
Bugün yaşadığımız sorunların büyük bölümü Cumhuriyet ruhunu önce kendimizde içselleştirmedik,sonra çevremizde…O yüzden de cehalet arttı,bununla beraber,ihanette de arttı…
Dün Atatürk’ün düşündüğünü,bugün Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron uyguluyor…
“Dinin çocuklara devletin kontrolünde öğretilmesi; çağdaş uygarlık prensipleriyle uyumlu biçimde yorumlanması ve bu çağdaş yorumun toplumda memur imamlar vasıtası ile icra edilmesi.“
Ben yıllardır yazıyorum,gerçek dinini öğrenmek istiyorsan KUR’AN’ı KERİM’i kendi dilinizde okuyun diye.Macron duygularıma tercüman olmuş…
Ama ne yazıktır Atatürk’ün bu amaçla kurduğu diyanet başka şeylere hizmet ediyor…
Bunların Atatürk’ün fikirleri olduğunu bilenler,oy kaygısıyla Atatürk’e bir süreliğine dil uzatmaya ara verip,bunu Macron üzerinden mı yapıyor dersiniz?
Unutulmasın…Biz futbol takımı tutar gibi parti tutar,birbirimizle kavga edebiliriz ama ülkemizi bölmek isteyenlere karşı birlik oluruz…
Boşuna debelenmeyin,Eren Erdem İn de dediği gibi “Cumhuriyet, kimsesizlerin kimsesidir.” Ve pandemi koşullarına uygun şekilde kutlanacaktır.Velevki hükümet , Cumhuriyet kutlamalarını yasaklasın. Biz, pandemi şartlarına uygun biçimde tarihimizin bu önemli sıçramasını anacak ve kutlayacağız…
Hem de dünyanın dört bir yanında…
Bir yanıt yazın