Akdeniz’de son günlerdeki geri ileri sismik manevralar kafaları karıştırırken yine de bazı akılcı gerçekler gözümüze çarpmıyor değil hani. Havada uçuşan kelebekler gibi kısa ömürlü olan bu gerçekleri incitmeden sis bulutlarından sıyırıp masamıza yatırdığımızda;
1) Akıldışı bir stres ile bizim Dışişleri siyasasının tarumar edildiği bu günlerde iki taraf içinde tatminkâr bir sonuç açıkça görünmüyor.
2) USA Balkan kanadımızda üsler açarak Yunan fırsatını, Ön Asya ve Avrasya bileşkesinde kendince bir menfaat çizelgesine yazıyor olabilir. Bu da bizi fazla bağlamaz aslında. Zira USA’nın üsler açmaktan ziyade onları nasıl işlevli kılacağı meselesinin tatminkâr bir yanı yoktur, bu üslerden medet umanlar için. Bilmem açık anlatabildik mi?
3) Daha ziyade Musevi İş adamlarının çikolata, bisküvi, kozmetik, abur cubur vs. vb. anti milli sanayi ürünlerinin cenneti haline gelen Türkiye aslında, ülkemizde kendi işçiliğimiz ve kaynaklarımızla imal ettiğimiz ürünlerin toplam hasılatından fazla tutan marka ve patent ücretini, Dolarla ödeyerek dış borçlarımızı katladığımız bir İsrail serbest Pazarı haline gelmiştir.
Yani İsrail’de bizlerden sağlanan kazanç ağır endüstri ve silah sanayiine, bağımsız kalkınma amacına dönük kullanılırken, maalesef bizim emeğimiz ve milli kaynaklarımız kendi ülkemizde milli sanayiimizi engelleyerek geciktiren, bizi uyutan ve prensipte başkalarına menfaat sağlayan bir yapay ticari meşgaleye dönüştürülmüştür.
4) USA ve AB emperyalist menfaat ortaklığı, aptal değildir ki Akdeniz krizini gereğinden fazla uzatarak, pandemiden bile ağır bir derde duçar olup kendi yarınlarını karartarak, bunun da masrafını kendi ceplerinden ödemek zorunda kalsınlar.
Sonuç: Neresinden bakılırsa bakılsın, ana kıta sahanlığı ve karasuları hakları, Lozan Antlaşmasının 12-15 maddelerinden bile açıkça anlaşılan Türkiye’nin, çevresel adaları, karasuları, su ve toprak altı madenleri üzerindeki hakları itirazsız teslim edilmek zorundadır.
Ayrıca Vatanımız ön Asya’dır, yani Doğu kapısıdır. Hele de Türk’ün toprağı olunca, burada Bizans oyunları, sahipsiz Beyrut’ta olduğu gibi sökmez artık. Şayet böyle olmasaydı, önce 1071 de Alparslan, 1453 de ise Fatih ile tanışamazdı bu Dünya. Atatürk ise hepsinin üstünde emsalsiz bir ders ve damak tadı bırakamazdı bu Dünyaya.
İşte ortak akılla da yürünmesi gereken yol, varılması gereken hedef budur. Yani ortak akıl aslında üst akıldır o da esasen her zaman doğruya işaret eder. Siz karşı tarafın, haklı Türkiye karşısında, kabadayı makyajıyla atıp tutmasına sakın kulak asmayın. Eski oyunu oynuyorlar aslında her zamanki gibi. Yani önce tehdit et, tabii bunun Türk’e tesir etmeyeceğini Coni Volkır ve avenesi de iyi bilir aslında, hiç kuşku duymayın. İkinci silahları provokasyondur. Ki önce biz vuralım da onlar uluslararası kamuoyunu arkalarına alabilsinler, anlayacağınız.
Bir noktayı daha hatırlatırsak belki daha açık ve sempatik olur konumuz. Rahmetli Atatürk oturduğu yerde ve evlatları olan Mehmetlerinin burnunu bile kanatmadan kazanabileceği bütün hakların da zaferi olurdu bu, şayet işin başında kendisi olabilseydi. Bakalım Ak biraderler ondaki zekânın ve Devlet adamlığının katresini ortaya koyabilecekler mi?
İstanbul’un tarihi güzelliğinin, AKP eliyle, yeşilinden yoksun beton duvarlarla çevrili siluetine, AKP Hükümetinin, milli sanayi ve toprak bereketini yok eden 20 yıllık makus icraatları bileşkesinde bakınca, sömürgeci direktifleri doğrultusunda nasıl bir Türkiye tasarımında oldukları derhal anlaşılıyor. Yani beton konutları çeşitli yörelerden gelen göçmenlerle doldurulmuş, demografisi altüst edilmiş, yabancı yardımlara muhtaç hale getirilmiş, bir sömürge İslam Cumhuriyeti Eyaletler Türkiye’sinin resmidir bu.
THK’nın, Atatürk ve diğer milli Türk kurumlarının neden işgal ediliyor ve/veya elimine ediliyor olması ise yukarıdaki resmin yanında artık laf ı güzaf olmaktan öteye gidemiyor maalesef. Öyle ya bize sömürge gözüyle bakan Batı Aleminin, yeni Newyork’laştırdığı İstanbul’umuzun yanında başka söze de gerek kalıyor mu artık dostlar!
Tarihe sadakat akılcılık ise tarihi yaşatmakta, tarihsel esaslara ve doğrulara sadık kalmakla ancak gerçekleşir. Atatürk ismini, yok olma potasından, o kocaman yürekli adamın çelik parmaklarıyla söküp aldığı milletinin kendisine verdiği ve bu soyadını da anasının ak sütü gibi hak ettiği gerçeği ise tarihe sadakatin ayrılmaz bir parçasıdır. O halde tarihi gerçeklere aykırı ve tarihe sadakati beslemeyen konularda popülasyonu aramak, her halde trajikomedyen ikbal düşkünleri için, daha akılcı ve menfaate yönelik olacaktır…
Serendip Altındal
Bir yanıt yazın