HALİFE-İ MÜSLİMÎN VE EMÎRÜ’L-MÜ’MİNÎN VE DE CİHAT
Süleyman Çelik (scelik44@gmail.com)
Halife sözcüğü, Arapça “halef”den (Türkçesi “ardıl”) gelir. “Peygamber’in ardılı”, yani “onun yerine geçen” demektir. Peygamber aynı zamanda İslam devletinin başkanı, yani hem dinsel hem de siyasal lider olduğu için halifelik de hem dinsel hem de siyasal liderlik makamı olarak görülmüştür.
Bununla birlikte tarihe baktığımızda halifeliğin, peygamber benzeri dinsel yetkinlikle bir ilgisinin olmadığını; kral, şah, padişah vd. gibi, güç kimde ise onun halife olduğunu görüyoruz. İlk dört halife, konjöktürden yararlanarak o makama oturmuş, sonrasında önce Emeviler, sonra da Abbasiler güç kullanarak halifeliği ele geçirmişlerdir.
***
Moğollar Abbasi İmparatorluğu’nu yıktıktan sonra dağılan Müslümanları, Selçuklular büyük ölçüde toplamış, ancak devletin kurucusu Tuğrul Bey halifeliği üzerine almamış, kendisi devlet başkanlığını üstlenmiş, halifeliği Abbasilerde bırakmıştır. Böylece bir anlamda din ve devlet işlerini birbirinden ayırmıştır.
Durum, Ortaçağ Avrupa’sındaki Papalık ile krallar, imparatorlar ve derebeyleri arasındaki iktidar ortaklığına benzetilebilir. Ancak Ortaçağ Avrupa’sında egemenlik asıl olarak Papa’dadır. Papa onaylamadan hiçbir kral tahtına oturamaz, aforoz ettiği zaman da krallığı sona erer. Yargı erki Papalığın üzerindedir. Papa istediği zaman Haçlı ordusunu toplayarak, dinsel liderliğinin yanında, tüm Hıristiyan dünyasının siyasal, hatta askeri liderliğini de üzerine alır. Selçuklu’da ise halifenin artık siyasal hiçbir gücü kalmamış, sadece dinsel bir simge olarak kullanılır olmuştur.
Büyük Selçuklu İmparatorluğu dağıldıktan sonra Halife sahipsiz kalmış ve bir süre halifelik yok olmuştur. Memlükler Mısır’da egemenlik kurduktan sonra, Arapları yanlarına almak için Abbasi sülalesinden birini Halife ilan ederek, halifeliği yeniden canlandırmış ve uygulama, aynen Selçuklulardaki gibi, ‘dinsel bir simge olarak kullanma’ şeklinde olmuştur.
***
Yavuz Sultan Selim, Memlükleri yıkarak Mısır’ı alıp, Arabistan’ı da kendine bağladıktan sonra, Halifeliğin Araplar üzerindeki etkisinden yararlanmayı düşünmüştür. Mevcut Halife, Yavuz lehine makamını bırak(tırıl)mış ve böylece Halifelik Osmanlı sultanlarına geçmiştir. Ancak Arap olmayanın halife olmasını kabul etmeyen Arap milliyetçiliğini yatıştırmak için, 2000 kadar Selefi Arap mollayı dini danışman olarak İstanbul’a getirmiş, içlerinden birini şeyhülislam yapmıştır. Böylece şeklen Halife olsa da dini liderlik şeyhülislamlara bırakılmış; bir anlamda Osmanlı’da da Selçuklu ve Memlük Sultanlığındaki uygulama sürmüştür.
Yavuz, Arap mollaları danışman yapmasının dışında, Araplara başka birçok ödünler daha vermiştir. Araplar askerlik* ve vergiden muaf tutulduğu gibi, her yıl Haç zamanı Surre Alayı düzenlenerek Mekke Emiri’ne bir milyon altın; ayrıca Mekke ve Medine halkına dağıtılmak üzere para, altın ve başka çeşitli eşyalar ile altın sim ile işlenmiş Kâbe örtüsü gönderilmiştir. Bununla birlikte, “Kızılbaş” denilerek Türkler dışlanırken, Arapların kucaklanmasına ve onlara birçok ayrıcalıklar/ ödünler verilmesine karşın, Osmanlı’yı Araplar hiçbir zaman benimsememiş ve sevmemiştir.
***
Yavuz’un bu işlerle uğraştığı yıllarda, teknolojik atılımların yapıldığı Avrupa, “Keşifler ve İcatlar” dönemini yaşıyordu. Okyanuslara dayanıklı gemiler yapıp pusulayı kullanmasını öğrenen Avrupalılar sömürgeciliğe başladı. Ümit Burnu’nu dolanarak Hint Okyanusu’na geldiler, böylece Osmanlı topraklarından geçen İpek Yolu’na seçenek yarattılar. Müslüman dünyası ile tanışan İngilizler, Araplarla doğrudan ilişki kurarak Osmanlı karşıtlığını derinleştirmeye girişti; ajanları aracılığı ile Arabistan’da yeni bir mezhep (Vahhabilik) kurdurdu; işi Arapları, “İslam’ın Kutsal Halifesi”ne karşı isyan ettirip bağımsız devlet kurma girişimlerine kadar götürdü…
***
Birinci Dünya Savaşı’nın başında Sultan Mehmet Reşad, Emîrü’l-Mü’minîn (Müslümanların lideri) sanını kullanarak “Cihâd-ı Ekber” ilan etti. Dünyanın değişik bölgelerinde yaşayan tüm Müslüman topluluklara bu fetvanın yanı sıra, Halife Sultan Mehmet Reşad, Başkomutan Vekili Enver Paşa ve Şeyhülislâm Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi’nin, Müslümanları Cihâd-ı Ekber’e katılmaya davet eden mektupları da gönderildi.
Osmanlı Ordusu’nun yeniden düzenlenmesi ile görevli Alman Askeri Kurulu’nun Başkanı olarak İstanbul’a gelen, sonra Çanakkale’deki 5. Ordu ve Filistin Cephesi’ndeki Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı görevlerinde bulunan General Liman von Sanders, anılarında cihat ilanını şöyle anlatmaktadır: “.…(1914) Kasım ayının ortalarına doğru, İslamiyet’in bir zamanlar en kıymetli silahı olan cihat, savaşın terazi kefesine atıldı ve törenle ilan edildi…
Çok dindar olan Anadolulu askerler için cihada gerek yoktu; onlar, cihat olmadan da padişahları için kahramanca ve düşünmeksizin ölüme giderlerdi.
Türk egemenliği altındaki Müslüman Araplar için ise cihat, Türkler ve Araplar arasındaki kökü derinlere giden zıtlıkları ve Türk yönetimine karşı, nesillerdir büyüyen ve beslenen genel hoşnutsuzluğu dengeleyememişti.
Destek olmaları beklenen yakın ve uzak İslam ülkelerinde, fiili iktidar ya İtilaf devletlerinin elinde sıkıca tutuluyordu ya da o zamanlar İran’da olduğu gibi milli ayaklanmayla büyük bir savaşçı faaliyete girişebilecek durumda değildiler. 8 Mart 1915’de İtalya meclisinde açıkça bildirildiği gibi, fetvanın Kuzey Afrika’nın tamamında hiç etkisi olmamıştı.
Daha da ilginci, İngiltere Başbakanı Lloyd George, “General Allenby komutasında Filistin’de Haçlı Seferi yaptıklarından” söz ederken, (Osmanlı’nın Hicaz Şerifi Hüseyin’in oğlu) Şerif Faysal’ın komutasındaki binlerce Müslüman Arap, (Halife-i Müslimîn ve de Emîrü’l- Mü’minîn Hazretlerinin “Cihâd-ı Ekber” fermanına aldırmaksızın S.Ç), bu “Haçlı Ordusu”nun saflarında Osmanlı’ya karşı savaşıyorlardı…” (Liman von Sanders. Türkiye’de beş yıl, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s.54-56)
Birinci Dünya Savaşı’nda Araplar ile Afrika’dan Hindistan’a kadar sömürgelerdeki başka Müslümanlar,yalnız Filistin’de değil, diğer cephelerde de, “Cihâd-ı Ekber”e aldırmaksızın, İngiliz ya da Fransız üniformalarıyla Halife’nin ordusuna karşı savaştılar. Çanakkale’deki İngiliz ve Fransız mezarlıklarını gezerseniz, “Haç”lı mezarların arasında göreceğiniz “Hilal”li mezarlar bunun kanıtıdır…
Sözde “Kutsal Halifelik Makamı”nın Araplar ve diğer Müslümanlar üzerinde maddi- manevi hiçbir yaptırım gücü ve işlevinin olmadığı böylece görülmüş oldu…
Liman von Sanders’in görüşünün tersine, Anadolu insanı için de bir anlamı olmadığı, Ulusal Kurtuluş Savaşımız sürecinde görülmüştür. Tahtını korumaktan başka bir şey düşünmeyen Halife Sultan Vahdettin, Milli Mücadele’yi “fitne, fesat” olarak niteleyip, Kuvayı Milliyecilerin üzerine, Halifelik Ordusu adını verdikleri Kuvayı İnzibatiye askerlerini gönderdi. Hatta bunu daha dinsel gösterebilmek için adına “Kuvayı Muhammediye” diyenler de oldu. “Asi”, hatta “haydut” dediği Atatürk ve arkadaşları hakkında idam fermanı ve fetvası yayımlandı. Bu bildiriler, fetva ve fermanlar İngiliz uçakları ile Anadolu’da askerlerimizin ve halkın üzerine atıldı. Tüm bu fitne ve fesatlıklara karşın, Liman von Sandes’in “Anadolu insanı” dediği milletimiz Halife Sultan’a inanmamış; Gördesli Makbule’den Şerife Bacı’ya, Çetmili Kara Ali Çavuş’tan Maraşlı Sütçü İmam’a kadar, kadınıyla erkeğiyle, 7’den 70’e ölümün üzerine yürümüş ve vatanı kurtaracağına inandığı Mustafa Kemal Paşa’nın safında yer almanın da ötesinde, maddi/ manevi tüm gücü ile onu desteklemiştir. Daha da önemlisi Halife’nin Kutsal Cihad fetvasına aldırmayan sömürgelerdeki Müslümanlar, bu kez de Halife Sultan’ın idam fermanına karşın, Mustafa Kemal Paşa’nın emperyalizme karşı mücadeleye başladığını duyunca heyecanlanmışlar ve Kuvayı Milliyecilere maddi ve manevi destek vermekten çekinmemişlerdir.
Gerçekler bu kadar ortada iken, bizim dinciler niçin hilafet istiyor, bunun için neden bu kadar yanıp tutuşuyorlar?
Liman von Sanders kitabında söz etmiyor ama Cihad ilanı Osmanlı’nın değil, müttefikimiz Almanya’nın isteği idi. Almanya’nın amacı, Osmanlı Sultanı’nın manevi gücünden yararlanarak, rakibi İngiltere’nin sömürgesi olan İslam ülkelerini kendi sömürgesi yapmaktı. Çünkü din emperyalistler için her zaman en iyi sömürü aracı oldu.
Bugün de hilafet isteyen dincilerin arkasında, AKP’lilerin “dış güçler” dediği, emperyalist güçler var. Bunu içimizdeki ajanlarının ağızlarından kaçırdıkları oluyor. Örneğin, “keşke Yunan galip gelseydi” diyecek kadar alçalan, fesli paranoyak Mısıroğlu, “Halifelik gelsin de isterse kukla olsun…” diyerek ifade etmişti.
Emperyalistler ise bu isteklerini açıkça belirtiyor, hatta ajanlarına kitaplar yazdırıyorlar. Yazdıklarını okuduğunuzda adamların Türk sevgisinden gözleriniz yaşarıyor! Başka bir amaçları yok! Sadece Türkleri sevdikleri için laik Kemalist düzenin yıkılıp başında bir halifenin bulunduğu şeriat devleti kurulması gerektiğini anlatıyorlar! Yalnız Türkleri değil, İslam dinini de çok sevdiklerini yazıyorlar! Bunu okuyunca bu adamların, Türk olamazlar ama, neden Müslüman olmadıklarını düşünüyorsunuz! Ancak Irak’ta, Afganistan’da milyonlarca Müslüman öldürdüklerini; Yemen’den Filistin’e, Sudan’dan Suriye’ye kadar İslam dünyasında yaşanan tüm acıların arkasında bunların bulunduğunu düşününce gerçeğin ayırdına varırsınız. Eğer hiçbir şeyin ayırdında değilseniz bunlara inanabilirsiniz…
————————————————————————————————————
*Meşrutiyet’ten sonra Araplara tanınmış olan askerlik muafiyeti kaldırılmış ve askere alınmışlardır. Ancak bir işe yaramadıkları görülmüştür. Liman von Sanders, Çanakkale’deki Arap askerlerin muharebelerde bir işe yaramayacaklarını anlayınca İtfaiye alayları gibi geri hizmetlerde görevlendirmiştir (a.g.e.S.133). Çanakkale Muharebelerinin sona ermesi üzerine Enver Paşa, görev alanı Batı Anadolu’da Antalya’dan Gelibolu’ya kadar genişletilmiş olan, 5.Ordu’nun 18 taburunun, Suriye’de Cemal Paşa Komutasındaki, 4.Ordu’nun 18 Arap taburu ile değiştirilmesini istemiştir. Liman Paşa buna şiddetle karşı çıkmıştır. Gerekçesinde, bunların işe yaramaz olduklarını belirtmesinin yanında Arapların bölgedeki Rumlarla işbirliği yapıp, Türkleri arkadan vurabileceklerini bildirmesi ilginçtir (a.g.e.S.226-227). Türkiye’de birkaç yıl kalmış bir Alman gerçeği görmüş, ama Osmanlı görmediği gibi, içimizde hala göremeyenler var!…