Türkiye Avrupa Birliği ilişkilerini gerek bürokrat ve gerekse öğretim üyesi olarak 1975 yılındaki doktora tezimin kabul edilmesinden bu yana izlemekteyim. Nerdeyse yarım asır olmuş. Bu süreçte 1982 yılında Dışişleri Bakanlığı dışında bürokrasideki ilk yapılanma olan “DTP AET Dairesi” rahmetli Turgut Özal’ın direktifi ile tarafımdan kurulmuştur. Bu dönemde Avrupa Birliği ile ilgili çok sayıda yurt içinde ve dışında toplantıya katıldım, makale yayınladım, araştırma yaptım, kitaplar yazdım.
“Avrupa Birliği” ve “Türkiye Avrupa İlişkileri: Bir Çıkmaz Sokak” başlıklı kitaplarım 12 baskı yapmış (toplam 1,501 sayfa) olup alanına temel kaynaklardır.1979 yılında İKV’nın Behçet Osmanağaoğlu İnceleme Yarışması’nda Birincilik Ödülünü “Atatürkçü Ekonomik Politika Açısından Değerlendirilmesi” başlıklı araştırmam ile kazandım.
İlke olarak Türkiye’nin Batı dünyası ile entegre olmasından yanayım. Bu kapsamda OECD, NATO, AVRUPA KONSEYİ gibi batılı kuruluşlara üye olan Türkiye’nin Avrupa’dan dışlanmasını uygun bulmamaktayım. Bu kapsamda açıklanmasında yarar olan konu, son günlerde yeniden gündeme gelen konu “idam” tartışmalarıdır. Sayın Devlet Bahçeli’nin büyük ihtimalle bilmeyerek gündem gerdirdiği idam cezası geri getirilirse, Türkiye Avrupa Konseyi üyeliğinden çıkarılır, Avrupa Birliği üyelik hayalleri son bulur. Aslında çoktan son buldu ama kimse telaffuz etmiyor.
Avrupa Konseyi, idam cezasının geri gelmesi durumunda Türkiye’nin üyeliğinin sona ereceği uyarısında bulunmuştur. Sözcü Daniel Holtgen, idam cezasının Avrupa Konseyi’nin ilke ve kuralları ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS) aykırı olduğunu belirterek, idam cezasının geri gelmesi durumunda Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliğinin sona ereceğini açıklamıştır. İdam cezasının kaldırılmasının Avrupa Birliği’ne tam üyelik öncesi aranan koşulların başında geldiğini de hatırlatarak, “İdam cezası geri gelirse Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliği biter” demiştir. Avrupa Birliği üyesi 27 ülke aynı zamanda Avrupa Konseyi üyesidir.
Dünya çapında bir çok ülke idam cezasını hukuken veya fiilen uygulamaktan vazgeçmiştir. Avrupa’nın son diktatörlüğü olarak adlandırılan Belarus hariç bütün Avrupa Birliği ülkelerinde idam cezası kaldırılmıştır. Belarus’ta 1990 yılından bu yana yaklaşık 200 kişi idam edilmiştir. Dünyada toplamda 53 ülke idam cezası uygularken, Avrupa Birliği bu uygulamanın tamamen kaldırılmasını istemektedir. Avrupa Birliği Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini, “İnsan hayatı hiç bir hükümet ya da devletin mülkiyeti değildir. İşlenmiş suçlara başka bir suçla cevap verilemez. Göze göz dişe diş düşüncesini aşmış durumdayız. Bizler intikama değil adalete inanıyoruz.” demiştir.
Günümüzde idam cezasını uygulayan 53 ülke şunlardır: Afganistan, Hindistan, Nijerya, Amerika Birleşik Devletleri, İran, Japonya, Tayvan, Kuveyt, Zimbabve, Libya, Tayland, Guyana, Uganda, Bengladeş, Irak, Endonezya, Botsvana, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahamas, Küba, BELARUS, Yemen, Suudi Arabistan, Vietnam, Suriye, Mısır, Güney Sudan, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Etiyopya, Çin, Sudan, Komorlar, Somali, Barbados, Malezya, Çad, Pakistan, Umman, Singapur, St Kitts ve Nevis, St Lucia, Bahreyn, Kuzey Kore, Ekvatoryal Gine, St Vincent and the Grenadines, Filistin, Trinidad ve Tobago, Lesoto, Antigua and Barbuda, Belize, Dominika, Jamaika ve Ürdün.
Mogherini’in ikazı önemlidir ama artık Avrupa Birliği üyeliği bir hayal olmuştur. Avrupa Birliği’nin son zamanlarda almış olduğu kararlar karşısında rahmetli Erbakan gibi düşünmesem de bu kuruluşa karşı eski sempatim kalmamıştır. Bununla beraber Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın 19 Ağustos tarihinde açıkladığı gibi “Hakikaten Türkiye için bir eksen değişikliği, değişim ve dönüşüm noktasında önemli bir süreç olacak, önemli bir haber olacak” açıklamasına katılmakta mümkün değildir.
Türkiye’de eksen kayması olabilmesi için tüm batılı kuruluşlardan çıkmamız ve eski Doğu Bloku üyelerinin oluşturduğu kuruluşlara üye olmamız gerekir. Fakat hiçbir zaman Şanghay İşbirliği Kuruluşu gibi örgütlere üye olmamız söz konusu olamaz. Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan Putin’e yıllar önce “Bizi Şanghay İşbirliği Teşkilatına alın” demişti ama bunun arkası gelmemiştir. Zaten gelmesi de mümkün değildi. )
AB Dışişleri Bakanlarının Berlin’deki toplantısından sonra ev sahibi Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas ile birlikte basın toplantısı düzenleyen AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki tartışmalı sularda hidrokarbon kaynakları aramasını engellemek amacıyla kişilere, varlıklara veya gemilere karşı yaptırım kararı alabileceklerini açıklamıştır.
Borrell, yaptırım yapılmasına karar verilmesi durumunda sorunun kendisiyle doğrudan ilişkili olacak şekilde “AB olarak yasa dışı olarak değerlendirdiğimiz faaliyetler” üzerine odaklanacaklarını belirmiştir. Bu tedbirler arasında AB’ye ait limanların, kapasitelerin, teknolojilerin, tedarikin kullanımının yasaklanması olabileceğini aktarmıştır. Borrell ve Maas, Türkiye’ye yaptırım uygulanması konusunun 24 Eylül’de yapılacak AB liderler zirvesinde ele alınacağını belirtmiştir.
AB’nin açıklamaları kabul edilemez. Üyelik müzakereleri “güya” devam eden bir ülkeye yaptırım uygulaması AB tarihinde görülmemiş bir çifte standarttır. Bu çifte standarda ben “BOBON kriterleri” diyorum. Tıpkı Maastricht ve Kopenhag kriterleri gibi. Açılımı şöyledir: BO: Bizden Olanlar, BON: Bizden OlmayaNlar.
Türkiye BON kapsamında olduğu için 31 Temmuz 1959 tarihinden buyana kapının önünde bekletilmektedir. Tam tamına 61 yıl. Daha ne kadar beklememiz gerektiğini bilemediğim için hükümete tavsiyem bu işi artık bir karara bağlamasıdır. Güney Kıbrıs’ın Annan Planı’na hayır, Kıbrıs Türklerinin evet demesine rağmen Güney Kıbrıs’ın AB müktesebatına tamamen aykırı bir şekilde bölünmüş Kıbrıs’ın tüm adayı kapsayacak şekilde AB üyesi yapılması, Türkiye’ye karşı uygulanmış bir BOBON kriteridir.
Fakat AB’ye kızarak Şanghay İşbirliği Kuruluşu’na da girecek değiliz. Bu konuda 3 Ekim 2014 tarihinde Turkish Forum’da yayınlanan “Şanghay İşbirliği Örgütü Avrupa Birliği’ne Alternatif Olabilir mi” yazımda bu konuyu ayrıntılı olarak açıkladım.
Bu kapsamda Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın müjdesine ilişkin olarak 19 Ağustos tarihindeki “Türkiye için bir eksen değişikliği, önemli bir süreç olacak. Çok daha güzel günler bizi bekliyor” açıklaması akılları karıştırmıştır. Karadeniz’de doğalgaz bulunması Türkiye’de eksen kaymasına yol açmaz. Sayın Bakan herhalde Türkiye’nin Batı dünyası ile ilişkilerini kesip, yelkenleri Çin ve Rusya’nın hakim olduğu denizlere açmak istememiştir. Çünkü bu denizlerde Kırım Tatar Türkleri ile Uygur Türklerinin boğulmak istendiğini sanırım bilmektedir.
Tüm bu gelişmeler üzerine Milli Merkez Yönetimi adına eski Eskişehir Milletvekili ve TBMM eski Başkanı sayın büyüğüm Hüsamettin Cindoruk 31 Ağustos 2020 tarihinde basın açıklaması yaparak Milli Merkez’in Dış Politika Önerilerini paylaşmıştır:
“Milli Merkez olarak, Yunanistan ile yaşanmakta olan krizde devletimize ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ne tam desteğimizi ifade ederken, Atina’nın kışkırtma ve tahrikleri ile tırmanma eğilimi gösteren bu krizin fırsata çevrilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Yunanistan Doğu Akdeniz’de kıyıdaş olmamasına rağmen Türkiye ile böyle bir kriz çıkarıp, Meis Adası’na asker gönderecek derecede tırmandırdığına göre bizim de Yunanistan politikalarımızda bazı değişiklikler yapmamız faydalı olacaktır… İzlenen dış politikada önemli değişiklikler yapılmasının faydalı olacağı ve sonuç alamaya katkı sağlayacağı kanaatindeyiz.”
Beş başlık altında toplanan öneriler özetle şunlardır: “
- Gerek bölgemizde gerekse dünyada neredeyse herkesle kavgalı görünen dış politikamızın derhal gözden geçirilmesi ve milli menfaatler temelinde yeniden düzenlenmesi gereklidir. Kamuoyumuzun büyük bir kısmının talepleri de bu yöndedir.
- Yakın zamanlara kadar çok olumlu ilişkiler içerisinde bulunduğumuz Mısır ile ilişkilerimizin yeniden ve ulusal çıkar esaslı olarak düzenlenmesi ve Mısır’ın Yunanistan’a destek veren mevcut politikadan uzaklaşarak eskiden olduğu gibi bize yakın bir çizgiye çekilmesi ve bu ülkeyle istikrarlı bir Libya hükümeti oluşturulması konusunda kapsamlı işbirliği yapılması yerinde olacaktır.
- Suriye’deki savaştan bu ülkeden sonra en büyük zararı gören ülke Türkiye’dir. Ayrıca bu yanlış politikada ısrar, ordumuzun başarılı askeri operasyonlarının siyasi sonuca dönüştürülmesine engel olmakta ve bir PKK/PYD devleti kurulmasının önünü açmaktadır.
- Türkiye ile Yunanistan arasındaki ihtilafta her zaman dikkatli davranan ve çoğu zaman bize yakın duran İsrail’in bu krizde Yunanistan’a destek açıklaması endişe edici bir durumdur ve bu ülke ile ilişkilerin de normalleştirilmesi gerekir.
- Bu adımların atılmasıyla Türkiye’nin Körfez ülkeleri ile de ilişkileri normalleşirken Yunanistan yalnız bırakılmış olacak ve AB’den istediği desteği alamayacaktır. Böyle bir ortamda Fransa da Yunanistan’ı kışkırtma siyasetinden sonuç alamaz.
Yukarıda ifade edilen teklifler doğrultusunda dış politikamızın dikkatle ve özenle gözden geçirileceğini ümit eder, durumu Yüce Türk Milleti’nin bilgilerine arz ederiz.” Hüsamettin Cindoruk, Eskişehir Milletvekili ve TBMM eski Başkanı.
Son olarak AİHM’de görülen Perinçek davasının karar duruşmasında Strasburg’da beraber olduğumuz sayın Rehan Gündoğmuş’un konu ile ilgili dikkat çeken görüşlerini de aşağıda paylaşıyorum.
“Bu öneriler üzerine AET ile imzalanan Katma Protokol’ü Almanya Federal Cumhuriyeti adına hazırlayan Komisyon’da görev alan ve AFC Parlamentosu’nda üç dönem milletvekilliği yapmış uzman hukukçuya 1.11.2002 tarihinde gönderdiğim yazıma, 4.11.2002 tarihinde verilen cevabında AB hukuku uzmanı şu ifadeyi kullanmıştı: ‘Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye karşı tutumu kalleş, dar görüşlü ve uluslararası hukuka aykırı, size tamamen hak veriyorum.’ (Das Verhalten der Europäischen Union gegenüber der Türkei ist hinterhältig, kurzsichtig und völkerrechtswidrig. Insoweit gebe ich Ihnen völlig recht)
Cevabın diğer bölümleri de çok manidar ifadelerle dolu. Hukukçunun ismini ve E posta adresini çıkardığım cevabı bilgi için ekte sunuyorum. Keza yazımın ekinde sınır meselesinden dolayı Slovenya’nın Hırvatistan aleyhine Avrupa Birliği Adalet Divanı’nında açmış olduğu davanın Almanca ve İngilizce kararını bilgi için gönderiyorum. ABAD kararında; egemen ülkelerin (üye) sınır konusundaki ihtilaflarını uluslararası hukuk çerçevesinde varılan mutabakatlara göre davranılmasını öneriyor.
Herhalükarda, ABAD’ın bu tür ihtilaflar hakkında karar verme yetkisinin olmadığını belirtmiş. ABAD’ın yetki alanına girmeyen hususlarda Rothschild marabası Macron’un ve diğer AB ülkelerinin ve AB’yi yönetenlerin tavır koyması tamamen (yukarıdaki hukukçunun tanımlısıyla) kalleş bir tutumdur ve bunun hukuki sonuçları olur. Hiçbir AB ülkesi Yunanistan’ın tutumuna taraf olması hukuken mümkün değil. Meseleyi haçlı meselesi haline dönüştürmeyi denerlerse, Avrupa bir baştan öbür başa karışır.
Adaların hukuka uygun hale dönüştürülmesi için ülkemizin adalara el koyması ve orada bulunan tüm askerlerin Lotus davasında olduğu gibi ülkemizde yargılanması gerekir. Zira Cenevre sözleşmeleri hiçbir askere/sivile ulusal ve uluslararası hukuka aykırı davranışta bulunma yetkisi vermiyor. Adalardaki tüm Yunan askerlerini silahlarını bir gecede toplayıp, ülkemizde yargılayabiliriz. Bu nedenle yurt içi ve yurtdışı kamuoyumuzun acilen tüm ülkelerin Büyükelçiliklerine yazılar marifetiyle AB’yi ve Yunanistan’ı hukuka saygıya davet çağrısında bulunması elzem. Bu konuda Milli Merkez Yönetiminin acilen gerekli yazıları göndermesini rica ederim.
Diğer bir husus ise aşağıda sunduğum 2007 yılından bir yazımda; AB içerisinde ülkemizin önüne sürekli taş koyan Yunanistan’ın adının Dışişleri Bakanlığımızca belirtilmemesi, bir diğer ifadeyle 50 yılı aşkın süredir, ülkemizin büyük bir aymazlık içerisinde aleyhine olan gelişmelere seyirci kalması, aleyhine davranan ülkeleri korumaya alması anlaşılır gibi değil…Takip ettiğim gelişmeler; tarafların türbinlere mesaj veren bir amacı güttüğü hissiyatındayım. Bir kez daha teşekkür eder, bilvesile sağlıklı uzun ömür ve çalışmalarınızda başarılar dilerim. Kalın sağlıcakla Rehan Gündoğmuş (Ursprüngliche Nachricht-Von: RG [mailto:gundogmus@gmx.de] Gesendet: Dienstag, 4. Dezember 2007 17:51 Betreff: Iste AB ile mali “kazık” bilanço.
Alttaki AB’den yediğimiz kazıkların bilançosunda yer alan proje hazırlama becerisi bölümüne küçük bir itirazım var. Ekteki tablodan da anlaşılacağı üzere, kurnazlar büyük hibeleri bir üye ülkenin vetosu nedeniyle kullanılamadı gerekçesi ile reddetmişler. Küçük rakamlara ise yeşil ışık. Beni kahreden, gerçekleri kurumlarımız kasıtlı olarak saklı tutmakta. Malı yardımlar tablosunu hazırlayan Dışişleri Bakanlığı bir ülkenin adını yazacağı yerde bir üye ülkenin vetosu nedeniyle kullanılamadı ifadesi ile işini tamamlamış. Aşağıdaki haberde ise Varna’daki bir üniversite yediğimiz kazıkların enini ve boyunu hesaplamış. bizimkilerden tık yok. Kalın sağlıcakla. Rehan Gündoğmuş (Ursprüngliche Nachricht, Von: RG [mailto:gundogmus@gmx.de] Gesendet: Montag, 3. Dezember 2007 20:23 Betreff:
İşte AB ile mali kazık bilanço. Türkiye, AB’ye girmek üzere aday üyelik için kepçe ile para öderken, çeşitli fonlardan aldığımız mali kaynak tutarı çay kaşığı düzeyinde kalmış. Bu nereden çıktı demeyin. Bulgaristan’ın Varna kentinde Türk öğrencilerin okuduğu Balkan Üniversitesi’nin “AB ve Türkiye İlişkileri” konusundaki araştırmasında ‘Ne verdik, ne aldık?’ sorusunun yanıtı aranmış. Ne yazık ki ortaya kocaman bir garabet çıkmış.
Türkiye, 1963’teki Ankara Anlaşması’ndan bugün geldiğimiz 7. Çerçeve’ programının açıklandığı 2006 yılı sonuna kadar geçen 43 yıl içinde Avrupa’ya taahhüdü olan 15.4 milyar Euro katılım payı ödemiş. AB ortak fon havuzunda toplanan bu paraların geri ödemesiz olduğunu hatırlatalım. Bu kaynaklar da, AB üyesi veya aday ülkelerden gelen projelere göre harcanıyor. AB’nin temel ilkesi diyor ki: “AB’ye aday isen (veya aday adayı isen) entegrasyon sürecinde sürdürülebilir büyüme, doğal kaynakların korunması ve yönetimi; vatandaşlık, özgürlük, güvenlik, adalet; global ortak olarak AB konularında sana destek veririm.
Bu ’hibe’ anlamındaki mali yardımların ayrıntısı 1246 başlıkta toplanıyor. 2500 projeden % 95’i ret. Peki Türkiye bu süreçte ne yapmış? 43 yıl içerisinde Brüksel’e 2500’e yakın proje sunulmuş, ancak bunun % 95’i geri çevrilmiş. Daha doğrusu projeler, sunuş formatından veya Avrupa normlarına uymamasından ve mantığının anlaşılamaması nedeniyle usulden reddedilmiş. Geriye kalan yaklaşık % 5 projenin karşılığında ise 2.2 milyar Euro hibe almışız. Yani ödediğimiz 15.4 milyar Euro aidatımızla karşılaştırırsak, AB’yi 13 milyar Euro fonlamışız.
AB ekonomisine Gümrük Birliği’nden yapmış olduğumuz nemalandırma ise bunun dışında. Bu katkı da yaklaşık 50 milyar Euro olarak hesaplanıyor. Merkezi Brüksel’de bulunan CPS Danışmanlık’ın son raporunun ortaya koyduğu görüşe göre; AB’nin Türkiye’ye kararsız bakmasının en önemli nedenlerinden biri, AB’ye girdiğinde nüfusunun çokluğu ve milli gelirinin düşük olmasından dolayı alacağı mali yardımlar oluşturuyor. Görünürde bu böyle ama esas tehlike, nüfus yoğunluğumuzdan ötürü AB Parlamentosu’ndaki temsilde üye sayımızın Almanya’dan sonra ikinci sıraya yükselmesi. Bugüne kadar AB’nin Türkiye’ye karşı adaletli davranmadığının göstergesi bunlar değil mi?
Esas olarak fonlara dönersek. Örneğin, Yunanistan 26 yılda katkı payı olarak 105 milyar Euro ödemiş, üç kat fazlasını hibe olarak almış. Aynı şekilde İspanya da 21 yılda 110.2 milyar Euro ödemiş, bunun dört katını, Polonya da ödediğinin iki mislini. (Turizm gelirleri de bu hesaplara katılıyor.) Bu ülkeler zengin kaynaklarla altyapılarını tamamlayarak ekonomilerini AB düzeyine getirdiler.
Varna’daki Balkan Üniversitesi’nin Avrupaloji bölümü uzmanları ile hazırladıkları bu raporu Türk kamuoyuna sunduklarını bildiren, üniversitenin kurucu başkanı, eski milletvekili Yalçın Koçak bir uyarıda bulunuyor: “Bu doğrultuda yerel yönetimlerin plan ve projelerini sadece devlet kaynaklarıyla hayata geçirebilmeleri elbette ki mümkün değildir. Fon kaynaklarını çeşitlendirmeleri, farklı faaliyetler için farklı kaynaklar araştırmaları, yeni işbirlikler oluşturmaları gereklidir.
Gelişmişlikte en büyük farklılık budur. Ne yazık ki, Türkiye bu fonlardan istifa edebilecek ehliyet sahibi, bilgili uzman yetiştiremediğinden bunları kullanamamaktadır. Bu programlarda aslan payı ilk dönemlerdedir. Şimdiye kadar 13 milyar Euro’yu AB’ye bağışlarken, bunun geri dönüşümünü kullanmakta beceriksizlik gösteriyoruz.
Koçak, geçmiş hatalardan ders alınması gerektiğini belirterek, Türkiye artık daha bilinçli, gerçekçi ve biçimine uygun projeler üretmeli ve AB Komisyonu’na sunmalıdır. Biz Balkanlar’da kurulu ilk Avrupa Üniversitesi (www.balkanuniversity.com) olarak bütün bu noksanlarımızı görüp, Türkiye’deki Sivil Toplum Kuruluşları’na, vakıf, dernek ve sendikalara, belediye ve il özel idaresi gibi kamu kuruluşlarına bu fonları nasıl kullanabileceklerine dair proje hazırlama ve iletişim konularında eğitim seferberliği başlattık.” )
Sayın Hüsamettin Cindoruk’un dış politika önerilerini dikkate alarak bir politika izlememizde sonsuz yarar vardır. Atatürk’ün 1923 yılındaki tespiti günümüzde de geçerliliğini korumaktadır: “Biz batı uygarlığını, bir taklitçilik yapalım diye almıyoruz. Orda iyi olarak gördüklerimizi kendi bünyemize uygun bulduğumuz için, dünya uygarlığı seviyesi içinde benimsiyoruz… Ülkeler çeşitlidir, fakat uygarlık birdir ve ulusun ilerlemesi için de bu tek uygarlığa katılması zorunludur. Osmanlı İmparatorluğu’nun duraklaması, batıya karşı elde ettiği zaferlerden çok gururlanarak, kendisini Avrupa uluslarına bağlayan bağları kestiği gün başlamıştır. Bu bir hata idi, bunu tekrar etmeyeceğiz.” Avrupa uluslarına bağlayan bağları kesmeyeceğiz ama Avrupa’nın Türkiye’ye uyguladığı Bobon kriterlerine de karşı çıkacağız. Nokta.
Bir yanıt yazın