BEŞER OLARAK HZ. MUHAMMED
“Hz. Muhammed Fil Senesi’nde doğdu(M.S.570/571). O doğmadan önce babası Abdullah öldüğü için yetim kalmıştı. 2 yaşında iken Halime isimli Süt Anne’ye verildi. 6 yaşında annesi Amine ile birlikte Medine’deki akrabalarını ziyaretten dönerken Ebva köyü yakınlarında annesi Amine de öldüğü için öksüz de kaldı. Ona önce dedesi Abdülmuttalip, o ölünce de amcası Ebu Talip Sahip çıktı. Doğduğunda sırtında iki kürek kemiğinin arasında güvercin yumurtası büyüklüğünde Nübüvvet Mührü vardı(Üzerinde Lailahe illallah Muhammed’ür Rasulullah yazıyordu!). Çocukluğunda çobanlık yaptı. Eğitim görmedi Ümmi idi (okuma-yazma bilmezdi). Gençliğinde, kervancılık yapan amcalarıyla yazın Suriye taraflarına, kışın körfez taraflarına seferlere katılarak ticareti öğrendi. Bu seferlerden birisinde bugünkü Suriye topraklarındaki Busra kentinin rahibi Bahira ile karşılaştı. Bahira, O’nun beklenen son peygamber olduğunu anladı ve amcalarına bu gence sahip çıkmalarını tavsiye etti. Gençliğinde “Hılful Fudul” isimli gençlik hareketinin içinde yer aldı.
Amcalarıyla Ficar savaşlarına katıldı ama bu savaşlarda muharip güç içinde yer almadı, geri hizmetlerde görev yaptı. Düşman tarafından atılan okları toplayıp amcalarına verdi. Güvenilir birisiydi ve bu yüzden “El Emin” sıfatıyla anıldı. Bu sıfatına istinaden Kâbe’nin tamiri sırasında Hacer’ül Esvet taşının yerine yerleştirilmesi sırasında hakemlik yaptı. 25 yaşında Mekke’nin zengin dullarından Hatice’nin ticaret kervanlarının yönetimine getirildi ve kendisiyle evlendi.
Putlara hiç tapmadı. Hz. İbrahim’in tevhit (tek tanrılı) dini Haniflik üzerine bir yaşantısı vardı. Zaman zaman toplumdan uzaklaşıp inzivaya çekiliyordu. Bu inzivalardan birisinde kendisine Vahiy Meleği (Cebrail) görüldü ve peygamber olduğunu müjdeledi(M.610). Bu sırada 40 yaşındaydı…”
Geleneksel İslam düşüncesi, peygamberi özetle ve genel ifadelerle böyle anlatır bize. Büyük ölçüde birbirinden kopya çeken kaynaklarda da böyle yazılıdır.
Beşer Olarak Hz. Muhammed
Görüldüğü gibi geleneksel İslam düşüncesine göre Hz. Muhammed, oldukça silik ve hatta (teşbihte hata olmasın) ezik bir hayat yaşamıştır Peygamberlikten önce. Bize göre; böyle bir şahsın, 40 yaşından sonra birden liderlik vasfını öne çıkartarak kanaat önderi olması, dahası hayatları birbiriyle savaşarak, çapul ve yağma yaparak geçen, devlet otoritesinden uzak kabileleri bir araya getirip onlardan çağdaş anlamda bir devlet yaratması, tarihin ve hayatın olağan akışına uygun değildir. Bu durumu, Kur’an ayetleriyle, vahiyle, Allah’ın ve meleklerin yardımı ile açıklamak da isabetli olmaz ve yetersiz kalır.
Oysa biz biliyoruz ki; henüz gençliğinden ve Mekke döneminden itibaren etrafında sürekli olarak ekonomik bakımdan zengin, bilgili ve güçlü şahsiyetler bulunmuştur. Örneğin yakın arkadaşları Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Abdurrahman b. Avf, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam, Mekke’nin en zengin ve saygın şahsiyetleri idiler. Hz. Ömer ise eğitim düzeyi yüksek, yöneticilik, özellikle diploması alanında uzman bir kişiydi. Hz. Hamza ise bileği güçlü bir şahsiyet olarak savaşçı biriydi. Peygamber, bu arkadaşlarından ziyadesiyle faydalanmış, onlar Peygamberi mallarıyla ve canlarıyla desteklemiş, düşünce ve telkinleriyle yönlendirmişlerdir. Ki; Peygamber, Mekke döneminde ve henüz ortalıkta bir devleti bile yokken, muhtemelen Habeşistan hükümdarı Eshame ile diplomatik ilişki kurmuş ve bir grup Müslüman’ı himaye etmesi için kendisine göndermiştir. Akabe denilen mevkide Medineli Evs ve Hazrec kabilelerinin reisleriyle görüşmüş, onları Medine’ye taşınma, sığınma ve kendilerini himaye etmeleri konusunda ikna etmiştir.
Şu halde bu genel kanaatten hareketle, Hz. Peygamber’i farklı bir bakış açısıyla ve çok daha anlaşılır kılmak için günümüz terminolojisiyle anlatmak gerekirse:
Hz. Peygamber, doğmadan önce babası Abdullah vefat etmiştir ama doğduğunda 6 tane halası, 9 tane de amcası vardır. Dedesi Abdülmuttalip, Mekke şehir devletinin reislerinden birisi, amcalarından Ebu Talip zengin bir zahire tüccarı, diğer amcası Hamza, Mekke’nin en gözü pek ve sözü dinlenir adamlarından birisidir. Hemen bütün kaynaklarda, Kâbe’yi yıkmaya gelen Habeşistan’ın Yemen Valisi Ebrehe ile Mekke ahalisini temsilen görüşen kişinin Abdülmuttalip olduğu söylenir. Buradan anlamamız gereken, Ebrehe, ancak onu muhatap almış, ancak onu kendisine denk saymıştır. Bu demektir ki; Abdulmuttalip o sırada Mekke’deki kabile reislerini en güçlüsüdür. Ya da eşitler arasında birincidir.
Bu durumda dememiz gerekir ki; Hz. Muhammed, devrine göre aristokrat, zengin ve güçlü bir ailede doğmuştur. Özel dadısı tarafından yetiştirilmiş, bütün zenginlerin yaptığı gibi, dedesi tarafından Arap kültürünü, geleneklerini ve en önemlisi de Arap dilini kaynağından öğrenmesi için badiyede (çölde) yaşayan bedevi kadını Halime’ye teslim edilmiştir. Hz. Peygamber’in, iki yaşında iken Süt Anne olarak Halime’ye verilmesini, bakım ve hele hele evlatlık olarak anlamamak gerekir. Bu, süt anne olayı, kadim bir Arap geleniğidir. Dikkat edin lütfen, o sırada Hz. Peygamber’in öz annesi Amine henüz hayattadır ve her türlü ihtimamı biricik oğlunun üzerindedir. Muhtemelen zaman zaman çöle giderek oğlunu görmektedir.
Gençliğinde “Erdemliler İttifakı” anlamına gelen “Hılf’ul Fudul” isimli cemiyete üye olmuş, bu cemiyetin liderleri arasında yer almıştır. Bu cemiyet ya da örgüt, görünürde bir STK olmakla birlikte, bazen zora da başvurabilen bilekli ve yürekli gençlerden oluşuyordu. Yani elleri sopalı ve gerektiğinde bu sopayı kullanma konusunda şehir yönetimi tarafından yetkilendirilmiş bir örgüttü. Mekke’nin asayişini sağlamaya yemin etmiş gönüllü gençlerce kurulmuştu. Hz. Muhammed’in, gençliğinde yaptığı “Kâbe Hakemliği” olayını, sadece O’nun güvenilir kişi olmasıyla açıklamak eksik olacaktır. Bu başarısında bile arkasında eli sopalı “Hılf’ul Fudul” örgütünün gücünün varlığını kabul etmemiz gerekecektir.
Öyle ki; İlahiyatçı İhsan Eliaçık, Hz. Peygamber’in bu yönü hakkında “25 yaşında ‘Hilfu’l-Fudûl’ (Erdemliler İttifakı) adlı bir teşkilata ‘adalet’ üzerine yemin ederek girmişti. Teşkilatın kurucuları arasında yer almıştı. Bu teşkilat Mekke’de haksızlığa uğrayan, zulme maruz kalan garibanları, kimsesizleri, yoksulları, yolu kesilenleri (İbn’us-Sebil) koruma ve kollama amacıyla kurulmuştu.” dedikten sonra İbn Habib’in ‘El-Muhabber’ isimli eserinden alıntı yaparak şu örneği veriyor:
“Örneğin böylesi bir olayda, Mekke’ye kızı ile birlikte gelen bir köylünün yolu kesilmiş, satmak için getirdiği malına ve kızına şehre hükmeden yedi-sekiz tefeci bezirgândan birisi olan Ebu Cehil el koymuştu. Adam yana yana derdine çare arıyordu. Oradan birisi ‘Muhammed adında bir genç var, ona git, böyle işlerle ilgileniyor, sana yardımcı olur’ dedi. Adam, o yıllarda henüz 25 yaşlarında olan genç Muhammed’e gelerek derdini anlattı. Muhammed, derhal yanına kendisi ile aynı yaşlarda olan 10-12 kişilik bir grubu alarak tefeci bezirganın evini kuşattı. Kapıya vurarak adamın malını ve kızını geri vermesini istedi. Mekkeli kodaman, önce itiraz etti sonra da hiç olmazsa kızın bir gece kendinde kalmasını istedi. Muhammed, bu söze öyle sinirlendi ki alnındaki damar görünüyordu. Etrafındakilere işaret ederek kapıya yüklendi. Omuzuyla kapıyı kırmak için yükleniyordu. Derken gürültüden iyice rahatsız olan kodaman aşağı inerek kapıyı açtı. Muhammed yakasını toplayarak öyle bir sarstı ki Ebu Cehil daha sonra ‘Azgın bir deve gibi üzerime geliyordu’ diyecektir. Sonunda çaresiz adamın malını ve kızını teslim etti. Muhammed adamın malını kendisine vererek kızıyla birlikte, yanına birkaç kişi daha katarak gideceği yere kadar yolcu etti.”(1)
Müslümanlar, Ebu Cehil’in bir Peygamber ve İslam düşmanı olarak, Peygamberi deveye benzetmiş olmasını bile doğal karşılamamış olacaklar ki; devreye hemen hadis uydurucularını sokarak konuya ilişkin rivayeti şu şekle dönüştürmüşlerdir:
“Yabancı bir adam Ebu Cehil’e mal sattı. Ebu Cehil malı aldı, parayı da ödemedi. Parasını isteyen adamı ise tehdit etti. Araya girenleri de kovdu. Adam çaresizce dolaşırken birileri Peygamberimize gitmesini söylediler. Adam da Peygamberimize gitti ve durumunu anlattı. Hz. Peygamber Müslüman olmayan bu mazlumu yanına alıp Ebu Cehil’in kapısına gitti. Kapıyı çaldı. Dışarı çıkan Ebu Cehil’e tek bir söz söyledi: ‘Bu mazlumun parasını ver!’ Ebu Cehil bu sözü tekrar ettirmeden parayı verdi. Sonraları müşrikler Ebu Cehil’in evine gelip bunun sebebini sordular. Bu kadar ısrara rağmen bu adama parasını vermedin; ama Muhammed’in tek sözü üzerine parayı verdin. Ebu Cehil şöyle cevap verdi: ‘Muhammed’in arkasındaki dev deveyi görseydiniz! Ağzından köpükler saçan azgın bir deve arkadan bana bakıyordu. Vallahi biraz direnseydim, Muhammed’in arkasındaki deve beni parçalayacaktı. Korktum ve parayı verdim.’”(2)
Hangini esas alırsanız alın; bu rivayetlerden anlaşılacağı üzere; Hz. Peygamber, daha 25 yaşlarında, günümüz sivil toplum kuruluşlarına benzer bir şekilde hizmet gören “Hilfu’l Fudûl” isimli bir örgüt kuruyor ve tamamı tıpkı kendisi gibi genç insanlardan oluşan bu örgütün gücüne dayanarak, Mekke’de yaşanan bazı küçük problemleri halletmeye çalışıyor. Ya da aynı maksatlarla kurulmuş böyle bir oluşuma üye olarak bazı problemlerin çözümünde aktif ve etkin rol oynuyor. Hilfu’l Fudûl örgütünün ilgi alanına giren problemler, muhtemelen Mekke şehir devletinin hükümet merkezi olan “Dar’ün Nedve” de görüşülecek derecede önem arz etmeyen küçük çaplı meselelerle sınırlı idi. Kavga-döğüş, hırsızlık-gasp, alışverişte hile, borcunu inkâr ve el koyma gibi küçük çaplı anlaşmazlıklar demek istiyoruz.
Ebu Cehil’in yakasını toplayıp adamı silkelediğini ve Ebu Cehil’in onun hakkında söylemiş olduğu “Azgın bir deve gibi üzerime geliyordu” şeklindeki sözlerini dikkate alırsak, “Hilfu’l Fudûl” isimli bu örgütün, sadece ikna metodunu kullanmadığını, bazen muhataplarına aba altından sopa gösterdiğini de kabul edebiliriz ki; bu durum, o gün için gayet normaldir. Yani 25 yaşında bir genç olan Hz. Muhammed’in kurucu üyesi bulunduğu (ya da en azından kuruluşunda görev ve sorumluluk üstlendiği) bu örgüt, muhtemelen zaman zaman Ebû Cehil gibi adamların anlayacağı dilden de konuşmasını biliyordu! Dolayısıyla tahmin ediyoruz, yukarıda da zikrettiğimiz üzere; O’nun Kâbe hakemliği sırasında da muhtemelen arkasında “Erdemliler Paktı” diyebileceğimiz “Hilfu’l Fudûl” denilen ve üyelerinin tamamı gücü ve kuvveti yerinde, bileğine ve yüreğine sağlam gençlerden oluşan bu örgütünün gücü bulunuyordu!
“Okur yazar olmadığı” anlamında “Ümmi” demek Peygambere yapılacak en büyük iftira ve bühtandır. Okur-yazar idi. Amcalarıyla kışları Sasaniler’in vassalı olan Hireliler (ya da Lahmîler) tarafından yönetilen bugünkü Baheyn, Kuveyt ve Katar gibi emirliklerin bulunduğu bölgelerdeki ticaret ve fuar merkezlerine, yazları ise Bizans’ın vassalı olan Gassanilerce yönetilen bugünkü Suriye taraflarına ticari seferlere katılarak ticaretin kurallarını öğrendi ve bu konuda o kadar başarılı oldu ki; bu başarı, kendisine Mekke’nin zengin ve dul kadını Hatice’nin kervanlarının başına yönetici, günümüz ifadesiyle CEO (siyo) olarak tayin edilmesiyle sonuçlandı.
Ticaret, hesap kitap yapmayı, kâr-zarar dengesini gözetmeyi, işlemleri kayıt altına almayı zorunlu kılar. Kur’an bile kayıtlı ekonomiyi önermektedir(3). Ümmi olan, yani okur yazar olmayan bir adam, ticarette bu kadar yükselemez. Hz. Peygamber’in mesleğinin çobanlık değil, tüccarlık olduğuna Kur’an bile şahadet eder. Kur’an’da çobanlık hakkında ayet var mı fazla emin değilim ama ticaret hakkında onlarca ayet vardır. Bunun bir sebebi de olsa olsa Peygamber’in, içinde yaşadığı insanlar gibi ticaretle meşgul olması ve ticaretle meşgul olan bir kavme hitap ediyor olmasıdır. Keza, ticaret konusunda pek çok hadisi de vardır peygamberimizin. Ticareti hep övmüş ve teşvik etmiştir. “Ticaret yapın, çünkü rızkın onda dokuzu ticarettedir” şeklindeki rivayetin, sahih hadis olduğunu söyleyen kaynaklar vardır(4).
25 yaşında iken kervanlarının yöneticiliğini yaptığı ve patroniçesi durumundaki Hz. Hatice ile evlendi. Hatice’nin sırf güvenilir olmasından hareketle cahil bir çobanla evlenmesi akla uygun değildir. Bugün Sabancı Holding’in başındaki Güler Sabancı’yı düşünün lütfen; evlenecek olsa sıradan bir adamla mı evlenirdi? Hatice, muhtemelen “Hılf’ul Fudul” örgütü üyeliğinden beri genç Muhammed’i yakından takip ediyordu. Tabiri caizse lider ruhlu bu genci ta o zamandan gözüne kestirmişti! Genç Muhammed’in, Hılfu’ul Fudul örgütü içindeki faaliyetleri, muhtemelen Hatice’nin de kulağına gitmiş olmalıydı ki; bu cesur delikanlıyı önce kervanlarının başına yönetici, arkasından da kendisine eş olarak seçmiş olmalıdır.
“Amcalarıyla birlikte Ficar savaşlarına katılmış, ancak geri hizmetlerde bulunmuş, düşman tarafından atılan okları toplayarak amcalarına vermiş, kendisi silah kullanmamıştır” kabulü de bize göre hayatın olağan akışına aykırıdır. O savaşlarda diğer gençler ne yaptıysa, nasıl davrandıysa O da öyle yapmıştır. Ok da atmıştır, kılıç da kullanmıştır. Geçenlerde bir sohbetimiz sırasında bir Müftü Efendi söylemişti; bizzat kafasını uçurduğu bir İslam düşmanı vardır mesela! Bedir’den başlayarak, hemen bütün savaşlarda ordusunun başındadır. Uhut Meydan Savaşı’nda yanağından yaralanmış, dişleri kırılarak Gazi olmuştur! O savaşta üzerinde bir zırh da vardır ki; bu durum, savaşta ön saflara kadar vardığını ve bu yüzden düşmanın saldırısına muhatap olduğunu göstermektedir. Hz. Muhamed’in kılıcı, oku ve yayı denilerek bugün Topkapı Sarayı’nda sergilenen silahlar da O’nun gerektiğinde bu silahları kullandığına karine teşkil eder. Hendek Savaşı sırasında “Kubbet-it Türk” adı verilen Türk yapımı bir çadırı karargah olarak kullandığı şeklinde rivayetler vardır çeşitli kaynaklarda.Bu demektir ki; Hz. Peygamber, Türklerin varlığından haberdardır. Esasen Mekke’de Süreyciler denilen ve demircilikle ve herhalde kılıç yapımı ile uğraşan bir Türk ailenin olduğunu söyler kaynaklar. Aynı kaynaklarda, İslam’ın ilk kadın Şehidi Sümeyye’nin de Türk kökenli ve asıl adının da Pamuk (Yamih) olduğuna ilişkin bilgiler vardır(5).
Ümmi Kimdir Ümmilik Nedir?
Geleneksel İslam Düşüncesi Hz. Peygamber’in Ümmî olduğunu, yani okur-yazar olmadığını kabul eder. Buradaki hassasiyetin sebebi “Hz. Peygamber Kur’an’a müdahale etmemiştir. Kur’an’a müdahale edebilecek çapta okur-yazar değildi. Kur’an bütünüyle Allah kelamıdır…” diyebilmek içindir. Oysa eğer isteseydi, okuma yazması olmasa bile Kur’an’a müdahale edebilirdi. Neticede O’nun, Kur’an’ı tebellüğ şeklini, yani Kur’an’ı Cebrail veya başka şekillerde (İçe doğma-ilham veya sadık rüyalar yoluyla vs) alış şeklini kendisinden başka hiç kimsenin görme ve bilme imkanı yoktu. Yani O’nun okuma-yazma bilmediğini savunurken ileri sürülen gerekçe, oldukça zayıftır ve inandırıcılıktan da oldukça uzaktır.
Tefsircilerin (Müfessirlerin) ve lûgatçıların (Dil bilimcilerin) beyanına göre ümmî kelimesi şu mânalara gelmektedir:
1- (Ümm)e nispettir. Yani anasından doğduğu hal üzere kalmış bulunan, talim ile doğduğu halinde değişiklik vuku bulmamış olandır.
2- Arap ümmetine mensup ki; Araplar hesap kitap bilmez bir millet olmakla maruf idi.
3- Ümmül Kura’ya mensup, yani Mekkeli demektir(6).
İlahiyatçı Recep İhsan Eliaçık ise “Görüldüğü gibi “ümmilik” yaftası esas itibariyle bir “din adamları sınıfı” ağzıdır. Zira Yahudiler kendilerinden olmayana değil, kendileri içinden din adamları sınıfına mensup olmayana da ümmi demektedirler. Şu ayet bunu gösterir; “İçlerinden avam takımı (ümmiler) kitabı bilmezler. Bildikleri bol hurafe ve kuruntudan ibarettir; yalnızca zannederler(Bakara; 2/78).” Diyerek bu tür fikirlere çeşitli itirazlar getirmektedir(7).
Geniş ölçüde istifade ettiğimiz bir meâlde Bakara Sûresi’nin 78. âyet-i kerimesinin anlamı “İçlerinde bir takım ümmîler vardır ki, Kitab’ı (Tevrat’ı) bilmezler. Bütün bildikleri kulaktan dolma şeylerdir. Onlar sadece zan ve tahminde bulunuyorlar.” şeklinde verildikten sonra “Ümmî, okur yazar olmayan demektir. Yahudi yahut Hıristiyan olmayan Araplara da ümmî diyenler olmuştur.” şeklinde bir açıklamaya da yer verildiği görülmüştür(8).
Bir başka internet sitesinde ise; “Kelimenin sözlük anlamı, okur-yazar olmamayı işaret ediyor, evet…Ama kullanım değeri bakımından, genellikle, bir kişinin mektep ve medrese görmemişliğini, tahsilsizliğini eleştirmek, cehaletini ve kifayetsizliğini ifade etmek üzere bir sıfat olarak istihdam edilmiş. Bu kullanım şeklinin bilmek eylemi ve bilgi olgusu ile ilişkilendirilmesi, kelimenin anlam evreninde bir epistemoloji (bilgi felsefesi, temellendirme) sorunuyla karşılaşıldığını gösterir… Yunus Emre’ye dair literatürde, onun ümmî olduğu kanısı uzun yıllar boyunca zihinlere nakşedildi…. Şiirleri incelendiğinde görüldü ki; Yunus Emre aslında çok iyi medrese tahsili görmüş, devrin büyük sûfilerinin ve ilim adamlarının tedrisatından geçmişti….” şeklinde bilgiler bulunmaktadır(9).
Arap dilinin allamelerinden birisi kabul edilen Ragıp El İsfahani’ye göre ise, “Ümmî” kelimesi Kur’an’da şu anlamlarda kullanılmıştır:
a) Okuma-yazma bilmeyen (Cuma/2)
b) Gaflet ve cehalet içinde olmak, marifet sahibi olmamak(Bakara/78)
c) Hiçbir kitaba sahip olmamak (A’raf/157)
d) Ümmül Kur’a’ya mensup/Mekkeli olan(10)
…
Bize kalırsa; O’nun Ummiliğinden maksat, olsa olsa Ragıp El İsfahani’nin Bakara/78’de bahsedildiğinden hareketle söylediği gibi, okur-yazar olmayan değil, belki marifet sahibi olmadığını, yani yeterince bilgi sahibi olmadığını vurgulamak içindir. Esasen “Sen daha önce bir kitabtan okumuş ve elinle de onu yazmış değildin. Öyle olsaydı, batıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi.”(11) ayeti de bizim düşüncelerimize oldukça güçlü bir ışık tutmaktadır.
Malum, Arapça o dönemde bile gelişmiş bir dildi ki; ünlü şairler ve edipler vardı. Şiir yarışmaları düzenleniyor ve ödüllü şiirler Kâbe’nin duvarlarına asılıyordu. Ancak Hz. Muhammed onlardan birisi değildi. Peygamber oluncaya kadar ne şiir okuduğu, ne nutuk attığı ne de bir metin yazdığı görülmüştü. Allah, bu ayetiyle onun işte bu yönüne işaret etmektedir.
Ayrıca bu ayeti şu şekilde de anlamak mümkündür: “Sana kitap gelinceye kadar sen okur-yazar bile değildin. Ancak biz sana okuma-yazmayı da öğrettik”. Yani bize kalırsa Cebrail, önce en azından Peygamberin okuma problemini halletti, sonra da O’na “Oku” dedi. Bir rivayete göre Peygamber, Cebrail’in “Oku” emrine “Ne okuyayım” diye cevap ermiştir. Okuma bilmeyen bir kişi “Ne okuyayım” şeklinde cevap vermiş olamaz değil mi?
Hz. Peygamber, ilk vahyin geldiği anda yaşadığı hâli daha sonra eşi Hz. Aişe’ye anlatmış olmalıdır ki; Taberî (Ö.310/922), “Tarihu’t-Taberî” isimli kitabında (Ebû Cafer Et Taberî, Tarihu’t-Taberî, c.II, s. 298-9, Kahire’t.y., Darül-Maarif, V. Baskı)Hz. Aişe’nin konu ile ilgili olarak şöyle dediğini rivayet etmiştir:
“(Onun mağaradaki bu münzevî hayatı) hak kendisine gelinceye kadar devam etti. Nihayet bir gün (bir varlık) O’na geldi ve ‘Ey Muhammed! Sen Allah’ın Rasûlüsün!’ dedi. Rasulullah (SAV) hadiseyi şu şekilde anlatmaya devam etti: ‘Ayakta idim, bu sesi duyar duymaz diz üstü düştüm. Sonra tir tir titrer bir vaziyette dönüp Hatice’nin yanına girdim ve -Beni örtün, beni örtün!- dedim. Sonunda bendeki korku gitti. Sonra (o varlık mağarada, başka bir zaman) bana yine geldi ve tekrar ‘Ey Muhammed! Sen Allah’ın Rasûlüsün!’ dedi. Bunun üzerine ben kendimi dağın doruğundan atmayı aklımdan geçirdim ki, daha bunu düşünür düşünmez, o tekrar bana gözüktü ve ‘Ey Muhammed! Ben Cibril’im, sen de Allah’ın Rasûlüsün!’ dedi. Sonra ‘Oku!’ dedi. Ben ‘Ne okuyayım?’ deyince beni tuttu ve takatim kalmayıncaya dek üç kere sıktırdı ve ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku!…’ diye okuyunca ben de okudum. Sonra tekrar Hetice’ye geldim ve ‘kendim hakkında korktum!’ dedim.”(12)
Vahyin kayda geçirilmesinin kontrolü, devlet başkanlarına yazılan mektuplar, Medine Yahudileriyle imzalanan “Medine Sözleşmesi” ve Mekke müşrikleriyle imzalanan “Hudeybiya Barış Antlaşması”, ilim öğrenmenin önemi üzerine söylediği onca özlü söz(hadis) ve ilim adamlarına göstermiş olduğu yakın ilgi gibi hususlar dikkate alındığında Hz. Peygamberin ısrarla Arapça okuma-yazmayı reddetmesi düşünülemez. Günümüzde Diyanet’in 4-6 yaş grubu çocuklara bile Kur’an öğrettiği dikkate alınırsa, Peygamber gibi yüksek zeka ve hafızaya sahip bir insanın okuma-yazma bilmediğini iddia etmek, olsa olsa Peygamber’e iftira ve bühtandır.
Bütün bu görüşlerimizde elbette yanılıyor da olabiliriz. O zaman da “Bir müçtehit, içtihat eder ve içtihadında isabet ederse iki sevap; hata ederse bir sevap kazanır.”(13) hadisine sığınırız. Elbette biz Müctehid değiliz ama bu hadisi kıyasen kendimize de uygularız. Niyetimizin halisane olduğundan ve Peygamber’i sürekli uçuran şeyhlerin ve softaların elinden kurtarıp yere indirmeye, O’nun beşer yönünü anlatmaya çalıştığımızdan hiç kimsenin şüphesi olmasın…
Ömer Sağlam
Araştırmacı Yazar
__________________
1- İhsan Eliaçık, 9.3.2007 tarihinde yazmış olduğu “Hz. Peygamber ‘Din Adamı’ mıydı?” başlıklı makalesi,
2-Nihat Hatipoğlu, “Dünyanın ‘hılful-fudul’a ihtiyacı var” başlıklı makalesi, ,
3- Bakara 2/282.
4- İbn Hacer el-Askalânî, Metalibü’l-aliye, Beyrut, 3/302, h.no, 3620
5- Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı, bu konuyu birçok kitabında işlemiştir.
6- Dr. Osman Keskioğlu, Kur’ân-ı Kerîm Bilgileri, s.75, TDV. Yayınları, Ankara,1989.
7- Recep İhsan Eliaçık, 23.08.2006 tarihli ve “Peygamberimiz okuma yazma bilmiyor muydu?” başlıklı makalesi,
8- Kur’ân-ı Kerîm Açıklamalı Meâli, TDV. Yayını, Ankara, 2000.
9- (paragraf içinde parantez tarafımızca konulmuştur. Ö.Sağlam).
10- Ragıb İl İsfahani, Müfredât-Kur’an Kavramları Sözlüğü, Çev. Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul,2007, s, 134-137.
11-Ankebût, 29/48.
12- Doç. Dr. Bünyamin Erul, “Hz. Peygamber’in Risâlet Öncesi Hayatına Farklı Bir Yaklaşım” başlıklı ilmi makalesi, Diyanet İlmi Dergi, Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV) Özel Sayısı, Ankara, 2000.Ankara,1989 s.56-58.
13- Buhari, İ’tisam, 21; Müslim, Akdıye, 15
Bir yanıt yazın