Çok kritik aylar, günler, hatta saatler yaşıyoruz.
Ülkemizin, halkımızın aleyhine durmadan bir şeyler değişiyor.
Yeni yeni planlar, tertipler hazırlanıyor. Kapalı kapılar arkasında sözler alınıp, sözler veriliyor. Yeni kararlara imzalar atılıyor.
Yobazlar, 1919’larda, 20’lerde beceremediğini bugün, 21. Yüzyılın Vahdettin’leri, Damat Ferit’leri, BOP eşbaşkanları ile yapmaya çalışıyor.
Mustafa kemal karşısında onarılmaz yenilgiye düşenler, o yılların öcünü almaya, Türkiye Cumhuriyetini yok etmeye bugün yeniden heveslendiler.
Çok endişe verici, çok tedirgin edici, çok tehlikeli bir ortamdan geçiyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti büyük bir şeriatçı kuşatma altındadır bugün.
Tarikatçılar, cemaatler, mollalar, şeyhler, Şıhlar candan, sıkı bir işbirliği içerisinde, dört koldan saldırıya geçmiş, tüm güçleri ile yüklenmektedirler.
Savaş alanı cumhuriyettir; Cumhuriyet ideolojisidir, Cumhuriyet ekonomisidir, Atatürk’tür…
Şeriat düzeni yürüyüşleri yapmaktadırlar. İktidar seyretmektedir.
Ulusal ekonomi, ulusal kültür, ulusal politika, ulusal olan ne varsa; Türk, Türklük, laiklik yerle bir ediliyor. Tıpkı bir devenin zücaciye dükkânına girmesi gibi…
Türkiye bir kargaşa ortamına itilmiş durumda. Her şey paramparça, her şey darmadağın…
Cumhuriyetimize, ulusal varlığımıza, üniter yapımıza son verilmek isteniyor.
Devlet dairelerinde şimdi cemaatlerin, mollaların borusu ötmekte…
AKP’ye, AKP’nin isteklerine karşı çıkanlar, boyun eğmeyenler soluğu kapı dışında almaktadırlar…
Ağaların, beylerin sözü artık sadece köylerde değil, kentlerde de geçmektedir.
Yargı siyasallaşmış, iktidarın yandaş bir kuruluşuna dönüşmüştür. Hak hukuk hak getire!..
Demokrasinin D’si yoktur ülkemizde. Üç, dört yıldan bu yana yurtseverler içeride, esir alınmış, rehin alınmış durumdadırlar.
Ne yazık ki bu kötü gidişe dur diyecek gerçek bir muhalefet de gözükmüyor ortalarda.
O da “Özgürlük, sivilleşme” adı altında küresel emperyalizmin ideolojisi olan neoliberal rüzgârlara kaptırmış kendisini, gidiyor.
Cumhuriyeti korumak, kollamak, yıkılmasına engel olmak, Kurtuluş Savaşında olduğu gibi yine yiğit halkımıza düşmektedir. Orduyu da, yargıyı da onlar kurtaracaktır.
İstanbul’un yabancılar tarafından alınmasından sonra 1919-1920 yıllarında emekli generaller, profesörler, milletvekilleri, valiler, gazeteciler ve ordu komutanlarının bir İngiliz sömürgesi olan Malta’ya sürgün edilmeleri, Kurtuluş Savaşını nasıl durduramadıysa; şeriatçı kalkışmaları ve yürüyüşleri de Cumhuriyeti ve Atatürk’ü yıkamayacaktır.
Çünkü bir devrimci için yılın her ayı, her haftası, her günü, her dakikası mücadele ve direniş zamanıdır. Direnme, savaşma zamanıdır.
Aydınlara düşen en büyük görev bugün sessiz, tepkisiz, suskun toplulukları harekete geçirebilmek, tarafsızları kazanmak, halkın bilinçlenmesine, gerçekleri görmesine yardımcı olmak, onları demokratik eylemlere, direnişlere hazırlamaktır. Ulusal birlik ve beraberlik temelinde yılmadan, usanmadan, her gün yeni bir dirençle yeni bir güne başlamaktır.
Aydınlara düşen en büyük görev bugün, Türkiye’yi parçalamak isteyen tertip ve tertipçilerin karşısında ulusal çizgide birleşip bütünleşerek bir güç, bir varlık olduğunu göstermektir.
Ne demişti İsmet Paşa, “Arkadaşlar, bir ülkede namus sahipleri, en az şer ehli, yani namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memleket mutlaka batar!”
Ulusalcı örgütler ne kadar güçlenir, gelişir, büyürse işbirlikçilerin yüreğine o kadar korku salar.
Hatta böyle güçlü ulusal bir cephenin oluşumu karşısında muhalefet de kendine bir çeki düzen vermek zorunda kalacaktır.
Vakit daralmaktadır. Tüm yurtseverleri, ulusalcıları, Atatürkçüleri göreve çağırıyoruz. İhanet çeteleri karşısında onların da bir güç olduğunu gösterme zamanı gelmiştir, geçmektedir.
“Namuslular da en az namussuzlar kadar cesur olmak zorundadırlar.
Bir yanıt yazın