Adnan Atabek to Güneş-Dil Kuramı
Tarih yazmak; tarih derinliğinin, açıkça bilinmeyen olaylarını, bilimsel olarak saptanmış tarih gerçekleriyle çelişmeyecek biçimde, bilinenler yardımıyla, olabildiğince doğruya yakın yorumlama-tasımlamalar yaparak ve bilinenlerle birleştirerek, sürekliliği olan bir hikayeleştirme yapmaktır.
Böyle bir çalışmayı cumhuriyet başlatmıştır, ancak, Atatürk sonrası dönemde bu savdan dönülmüştür. Neden? Cumhuriyet, kendi tarih tezi , dil tezi, dünya görüşü, iddiası, ideali, hedefi bulunan bir yapıdır. Atatürk kadar bağımsızlıkçı olmayanların bu tür iddiaları olamaz. Onlar, kime yamanmışlarsa onun tarihini, dil felsefesini, iddiasını, hedefini benimsemek zorunda kalırlar.
Bugün, her alanda, dünyaya dayatılan, Batı bakış açısıdır. Batının tarihe, dile bakış açısı ise nesnel olmaktan uzaktır. Çünkü nesnel bakışla baktığınızda Batı kocaman bir sıfırdır. İkibin beşyüz yıllık bir geçmiş. Son beşyüz yılı uğrulama zenginlikle cilalanmış, aşırma bir uygarlık, insanlık değerlerinden yoksun bir ‘uygarlık’.
Bu nedenle Batı; tamamı son birkaç yüzyılda uydurulmuş terminoloji üzerine dil ve tarih tezler kurmuştur. Tarihi anlaşılmaz bir biçimde; sürekliliği olmayan, hep doğup doğup ölen, birbirinin devamı olmayan halkların tarihi olarak yazmıştır. Batının yazdığı tarihin özeti için, ‘geçmiş bilinmemektedir’ denilebilir. Tek netlik şurdadır: Hiç bir tarih gerçeğiyle uyuşmayacak biçimde, Avrupadan çıkardıkları halklara hızlı bir Orta Asya turu attırdıktan sonra, yeniden Avrupaya getirirler. Bundan da murat şudur: Onbinlerce yıldan beri Asyadan uygarlığı batıya taşımış halkları yok saymak, onlara ait uygarlık miraslarına, dile, kültüre sahip çıkmak.
Ben, çocuk yaşlarımdan beri soyumun tarihini, insanlık tarihini merak ettim. Bu konuda ne bulduysam okudum. Eleştirdim. Yorumladım. Benim de kafamda, tarih gerçekleriyle çelişmeyen, bilinmeyenlerin bilinenler yardımıyla yorumlandığı, dilin tarihe tarihin dile destek verdiği, bir tarih bakışı oluştu. Bunu, çok özet olarak, sizlerle paylaşmak istiyorum:
Onbinlerce yıl önce, uygarlık Avrasyada uç verdi. Avrasya iç deniz ve gölleri çok olan bir bölgeydi. Verimliydi. Asyanın çok kuzeye kalan bölgeleri, uygarlığın yeşeremeyeceği kadar soğuk, verimsiz idi. Güneyi ise, insanı düşünmeye zorlamayacak denli, hazır yiyeceklerce zengindi. Orta ise bu koşulların en orta-karar olduğu bölgeydi. Buradaki insan; düşünmek zorunda kalacak kadar sıkıntı ve arayış içinde, düşündüğü-çabaladığı sürece ulaşabileceği, potansiyel bolluklar içindeydi. Bu bölge; Karadeniz-Hazar-Aral-Baykal-Balkaş şeridi boyuncadır. Bu dönemde bu coğrafyada, Türklerin adı Tur, Ti, Uz, On, Hun, Tik, İy, Ud, Ço, Çen, Kaç, Nur…. gibi tek heceli sözlerdir. Bu dönemde tüm kelimeler neredeyse tek hecelidir ve bir kavramın onlarca karşılığı vardır. Bu nedenle Türk sözünün de çok karşılığı vardır. Bugün çeşitli Türk boylarının farklı ada sahip olmalarının sebebi budur. Bu adlar rasgele farklı adlar olmayıp, birbirinden doğmuş, tüm diğer kavramlarla aynı düzen içinde gelişmiş, birbirinden doğuş kanunları belli olan sözlerdir.
Ve bu sözlerin gerçek ve ortak anlamı ‘halk’ dır.
Bu Avrasya insanı; konuşmayı, büyük aile ve boylar halinde yaşamayı, avcılığı, dini, tarım yapmayı, hayvan evcilleştirmeyi, göçerliği, yürüklüğü (mobilize olmayı ), denizciliği, yapıcılık ve kentleşmeyi, devletçiliği öğrendi.
Çevreye yayılma sonucu, Bugünkü Kuzey Avrupa, Güney Afrika, Hint Yarımadası ve Güney Çin dışındaki Eski Dünya topraklarının kalan bölümü bu Avrasya insanının ülkesi haline geldi. Türkler çeşitli adlar altında Çine, İndus-Ganj boylarına, Dicle-Fırata, Nil boylarına, Kuzey Afrikaya, ve Amerikaya yayıldılar.
Bu dönemde; Çin, Hint, Güney Afrika, Kuzey Avrupada yaşayanlar, henüz uygarlıkla tanışmamış, aile ve daha büyük toplum birlikleri kurmamış insanlardır. Bu insanların dili olmadığı için adları da yoktur. Uygar insan bunlara ‘yabancı’ ‘öbürü’ demiş, veya bu ‘yabancı’lar, birlikte yaşamaya başladıkları Türk boyunun adını almışlardır. Örneğin Çinli’nin etnik bir adı yok. ‘Çin ülkesinden olan’ diye adlandırıyoruz. Peki Çin ne? Çin, Çeng Türk’ün adıdır (Şenestan=Türkistan, Dede Korkut Oğuznameleri s.18,Prof. Kırzıoğlu, Burhanettin Erenler Mat., !952,İst.). Gök Türk Kağanı’na batı Türkleri ‘Çin Hakanı’ demişler (Aynı kaynak s. 52). Doğu Karadenizde Türklerin adı (Hemşinlilerce) Çeng’dir(Her Yönüyle Rize, Muzaffer Arıcı s.24).
Türklerin Çine gidiş zamanı ön-hiyeroglif ( kayra kulıv = kutlu yazı) dönemidir. Çine giden Türkler ve yerli halkın karışmasından oluşan Çinli, öğrendiği yazıyı geliştirememiş, günümüze kadar hiyeroglifik olarak kalmıştır. Çindeki piramitler (Ünlü Beyaz Piramidi düşünün) bu döneme aittir. Son yıllarda bulunan ve gerçek boyutta topraktan askerleri barındıran piramit-kurgandaki asker yüzleri hiç de bugünkü anlamıyla Çinli değildir. ‘Discovery Channel’da hep hayretle izlerim. Asaydaki her buluntuyu Çin’e mal etme alışkanlığındaki Batının uygar Çin dediği bu Çindir ki, yazıyı, Çinde hanedan olmuş Türklerin yerleştirmesine borçludur ve Türkler zorla götürmedikçe, komşudaki gelişmeyi bile sezecek yetenekte değildir. Tuvaların götürdüğü ilk hiyeroglif yazı hala o haliyle durmaktadır.
İkinci büyük göç alanı Hindistandır. Türkler burada İndus Ganj (Türkçesi Geng Su. Bu bölgenin Türkçe adı da Geng Yer daha eskisi Keng-Ki’ dir) boylarında Dicle-Fıratta olduğu gibi sulu tarım yapmışlardır. İndus, Harappa, Mohenjo-Daro uygarlıkları bu süreçte oluşmuştur. Yazı, Gök Türklerde gördüğümüz Türk Oyma yazısının ilkel biçimidir. Hiyeroglifik yazının çok ilerki aşamalarında bulunulmaktadır.Bugün bu topraklarda Hintli değil Özbekler, Afgan bölükleri, Pakistanlılar (Urdu dili konuşanlar) ve bu unsurların Hindistan içindeki devamı olan insanlar yaşar. Türkler tarih boyunca bu toprağa gelip gitmişlerdir, hükümet etme süreleri her milletten fazladır. Hint yarımadası ırk olarak karma-karışık olsa da dil olarak Dravit dilidir. Batının Dravit dediği Türkçe söylenişe çevrilirse Turağut olmaklığı gerekir. Bu da Tur’lar olmalıdır(Tür-ük-üt > Türküt gibi). Bu dönem piramit-ziggurattan çok, dev oyma heykeller ve üçgen kemerli yapılar dönemidir. Bu kültür dönemi tıpatıp Güney Amerika Maya kültürü ile aynıdır. Aynı dev oyma heykeller Balkanlarda Vlakların kalıntılarında vardır(Balak’lar). Balkan ve Kuzey Hindistan şehir adları tam paralellik içindedir. Peşa-ver, Sebiz-var, Katyavar, Elver, Taneşvar / Temeş-var, Vuko-var, Uy-var, Zigetvar, Honetvar.
Bir Başka önemli merkez Mezopotamyadır. Burada yazı hiyeroglif-alfabetik geçişi aşamasındadır. Çinden ileri İndus’tan geri durumdadır. Ziggurat kültürü vardır. Bu açıdan Güney Amerikalılarla eş düzey uygarlığa sahiptirler. Sümer, Anadolu, Balkanlar, Kafkasya üzerinde etkiye sahiptir. İtalya-İspanya-İngiltere göçleri Anadoludan ve Güney Avrupa yoluyladır. Bunlar bu halkların destanlarında mitolojilerinde vardır. Sümerler tarihten silinmemişlerdir. Yerlerine de gökten zembille kimse inmemiştir. Bin yıl önce İtil Bulgarı gibi Türkçe konuşan Tuna Bulgarı nasıl bugün anlamadığımız bir dil konuşur durumdadır? Bunu Sümere uygulayalım. M.Ö. 7000 lerde bir Sümer kimliği var. M.Ö. 2000 lerde aynı yerde Başka bir kimlik var. Sami ırk. Sümerler bu topraklara yerleştiklerinde, tarım için işçiye ihtiyaçları vardı. Hindistandan, Afrikadan işçi getirildi. Melezleşen halkın zamanla nüfus içindeki oranları arttı ve bu karışık ırk sayı çoğunluğu sayesinde iktidarı ele aldı. Sami ırkü, Hint+Asyalı(Türk)+Afrikalı karışımıdır. Dil Türk Dilidir. Dili sonradan öğrenen bu halklar, dile hakim olmadıkları için dile kendilerince yeni yapılar, kurallar kazandırmışlardır. Ön ek, büküm gibi. Türkten cır ‘dua, şarkı, şiir’ sözünü öğrenen insanlar dile hakim olmadıkları için şiir yazan sözünü de bundan türetti ve sessizleri değiştirerek şair dedi. Başkaları da bu işe büküm dedi. Türk Dili öte- ‘ödemek’ sözünü aldıkları şivede mastar öt-üv olduğundan, itva şeklinde söylediler. Türk Dilinde öt- ‘geçmek, sönmek’, mastarı ötüv, bunu itfa ‘söndürme’ diye söylediler. Türk Dilinde öt- ‘öldürmek’, mastarı ötüv, bun idam şeklinde söylediler. Adamak ‘ithaf etmek’, mastarı adav, bunu ithaf şeklinde söylediler.
Türk Dilinde bulunan tu ‘yapmak’ sözünü ön ek yaptılar.
ulu ‘yüksek’ >> tealli ‘yükselmek’
hala- ‘sevmek’ >> tealluk ‘sevmek’
ag ‘söz’ >> taahüt ‘sözleşme’
az-, azıv >> teassüf ‘azmak’ ‘yoldan çıkmak’
ıs ‘koku’ >> teassüs ‘kokmak’
avu ‘yardım’ >> teavvün ‘yardımlaşmak’
baruk ‘kut’ >> tebarek ‘kutsama’ , tebrik ‘kutlama’
….gibi…
‘’Hindistana gelen her yeni Türk dalgası , kendinden önce geleni Hintlileşmiş buluyordu’’ (Umumi Türk Tarihine Giriş, Z. V. TOGAN s.153)
İşte Türkün merkezden bu çevre topraklara tarih boyunca akmış olmasının ve kalan ana kitleyle başkalaşmasının sırrı yukarıdaki tespitte yatar. Bu Çin için de doğrudur, Hint için de, pek çok coğrafya için de…
Mısır bir başka önemli göç yeridir. Hiyeroglif-Piramit kültürüne bakılırsa, Çinden sonraki yerleşme olması düşünülebilir. Buranın halkı Kobt olarak anılıyor. Bu ‘sucu’ ‘gemici’ anlamındadır. Gobi de ‘su’ ‘deniz’ demektir.
hıv:su(Başkırt)
kamış:su (Türk Mitolojisi II, Ögel, s.415)
kamus:deniz(Şemsettin Sami)
kem:ırmak, su(Altay)( Uluğ Kem=Koca Su)
Kazım Mirşan’ın okuduğu yazıtlarda Mısırın en eski adlarından biri SUBIS’tır. Günümüzdeki Süveyş adının kaynağının da bu olması gerektir. Daha güneyde Habeş ülkesi vardır. Dikkat edilirse (ş>t) Kob-t ile Hab-ş eş seslerden oluşur. Ve Habeşliler Afrikalı zenci değildirler. Yukarı Nil boylarına gelmiş Kuş devletini kurmuş Türklerin,Hintten getirilen işçilerle karışmaları sonucu ortaya çıkan Türk-Hintli melezidirler. Burada bir başka antik ülke Sudan’dır. Bu da apaçık SUV-D-AN ‘sucu ülkesi’ dir.
KOP-IT
SUB-IS
SUV-IT (SUV-IT AN >> SUDAN)
Habeş’ler ve Kobt’lar ‘denizci’ ‘sucu’ anlamındaki, Asyalı egemen halkın prestij adını benimsemişlerdir. Çünkü bunlarla temastan önce zaten dilleri ve adları yoktur.
E-Kopt>>>> Egypt oldu (Sümerde e-dub= tablet evi; E-Kobt= Kobt yeri)
Bizim bir de Kıp-çak dediğimiz büyük, önemli bir bölüğümüz vardır. Buradaki -çak eki ‘kabile, boy, nesil’ anlamında Fin-Ogur ve Altay dillerinde yaşamaktadır. Yaniboyun adı Kıb’dır. Oğuz destanındada Kıpçak adını kökeni için söylenen şudur ‘Bir Bey sal yapıp adaya geçişi sağladığı için ona Kıpçak adı verildi’. Ve nedense bu Kob-t ülkesi tarih boyunca Kıpçak’ların gözdesi olmuştur.
Kuzey Afrika eski Mısır’ın kırsalı kimliğindedir. Batılının TUAREG dediği bu halk Türk göçerleridir. Çok sonraki tarihlerde Araplarla biraz karışmışlardır. Tuareg’lerin hangi adını alırsanız alın, Asyayla mutlak bir paralellik çıkar. Gerek dil, gerek kültür, gerek fiziki görünüş olarak. Okyanus kıyısındaki Tengiz şehriyle, içerdeki Turkana gölüyle, koyuna baran değişleriyle (baran-os > merinos olarak bize geri gelen) Türktürler.
Bu Avrasyalı halk bir yandan da Şimdiki Amerika coğrafyasına akmayı sürdürmüştür. Bu süreçte yollardan biri Bering’dir. Bu bir Türk sözüdür.
bere: büyük ırmaklar üzerine yapılan hareketli köprü veya sal
per: boğaz (Çuvaş)
-ing: mastar eki, ad yapma eki (Türklük Bilgisine Giriş, Kaydarov-Ozarov)
Bering adının Rus subayı Vitus Jonassen Bering’in adından geldiği bir saklamacadır. Gerçekte Rus subayının soy adı Bering boğazına atfen verilmiştir. Çünkü gerçek soyadı Jonassen’dir, Danimarka asıllı biridir.
Bu kök, İngiliz diline *beriş ‘geçiş, geçek’ >> bridge ‘köprü’ sözünü vermiş, Arap diline ise mürur ‘geçiş, aşım’ sözünü vermiş. Bu kök bazı ağızlarda er-te- ‘geçmek’ olarak yaşamaktadır. Bunun ber- değişkesi (varyantı ) yaşıyor mu bilmiyorum.
Amerikaya giden ikinci yol İskandinavya geçergehidir(güzergah). Bu yol, Türklerin bu coğrafyayı tanımaları ve oraya yerleşmelerini de doğurmuştur. En açık örnek Finlilerdir. Nordiklerin sagalarında, Amerikaya gidişten ve Türker adlı kılavuz denizciden söz ediliyor. Türker adı Nordiklerde ‘Türk, Macar’ anlamına geliyor. Burada İsveç adı da önemlidir. SWEDEN. Nil boyundaki SUDAN adının aynısıdır. ‘Sucu ülkesi’. Fin-Ogur kaynakalrı, Rus adının Finlilerin eski adı olan Rutsi ‘sucu’ sözünden geldiğini yazarlar. Bu kök de belki bizim rut-ubet (*rutumuş, cıvımış, sulanmış) sözümüzle aynı köktendir.
Bütün bu bölgelerde, alfabe, mimari, din, dil, mitoloji ortaktır. Tuareg yazısı ile Viking runları o kadar benzerdir ki, Batılı adam bu yazıları Vikinglerin Kuzey Afrikaya getirmiş olduğunu bile söyleyebilmiştir.
Türklerin, merkezden kopup, çevre coğrafyalara yayılma sürecinde yanlarında işçi olarak getirdikleri Hindu göçmenler; bazı coğrafyalarda melezleşerek en kalabalık unsuru oluşturmuş ve toplumun asli unsuru durumuna gelmiştir(Sümer, Mısır, Habeş, Sudan). Kafkasya, Anadolu, Balkanlar ve Güney Avrupada ise asli unsuru oluşturacak kadar kalabalaık olamamışlar, toplum içinde tali ve marjinal unsur olarak kalmışlardır. Bu marjinal unsurlar, anılan coğrafyalarda genellikle ırmak boylarında yoğunlaşan Çingenelerdir. Balkan Çingeneliği Tuna boyu işçileridir. Poşalar Kür-Aras işçileridir. Bu işçilerin kendi etnik adları bulunmadığı için, prestij unsur olan Türklerin adlarını almışlardır.
Çeng ‘Türk’ >> >>>> Çeng-ane ‘Türke benzer’
Kopt ‘Sucu denizci’ >>>> Kıpti
Urum, Rum Rom
Türklerin çevreye yayılma sürecinden önce; Çin, Hint, Sanskrit, Fars, Sami, Arap diye ne bir etnik vardır ne de kültürü.Dil ve dilin kökeni, uygarlık ve kökeni konuşulurken bu nokta çok önemlidir. Bu nedenle, batılı, Türk adını mümkün olduğu kadar yakın zamanlara çekmeye çalışır. Nasılsa ağızlarından kaçırdıkları Orhun yazıtlarından başka belgeyi gözleri görmez, dilleri söylemez. Oysa, yalnız Tamgalı Say bölgesinde Sayın Kazım Mirşan’ın okuduğu gibi, binlerce yazıt vardır. H.N. Orkun’un kitabında, Orhun dışında pek çok eski yazıt vardır. Kazım Mirşan’ın yakın arkadaşı Sayın Turgay Tüfekçioğlu’nun ifadesine göre, Kırgızistan’da Saymalı Taş bölgesinde son olarak doksan bin yazıtın bulunduğu açıklanmıştır.
Kazım Mirşan’ın okuduğu metinler, dilin gelişim aşamalarını kavramış biri için, çok anlamlıdır. Bu metinler çok ama çok eski bir Türk Dili ile yazılmışlardır. Kelimeler tek hecelidir, ve her bir kavramın çok sayıda karşılığı vardır. Sümer dönemi bile tek heceden çok heceliye geçiş dönemini yansıtır. Bu on bin yıllarla ifade edilebilecek bir süreci işaret eder.
Türklerin bu on binlerce yıllık uygarlık maceraları süreci, Batılı adam için bir yabani yaşam sürecidir. Bedeni bu koşullara göre evrilmiştir(Neandertal adamı). Yaradılış olarak tüm insanlar aynı olmakla birlikte, yaşam koşulları onları birbirinden farklılaştırmıştır. Biri siyah adam olurken başkası beyaz olmuş, biri uygarlık yaratmış diğeri onu öylece almıştır. Kim ne derse desin, bugün, batılı adam bir hoyratlığı, kabalığı, etiksizliği, acımasızlığı, zulmü anımsatmaktadır. BU ÖZELLİK DE ONUN GEÇMİŞ DENEYİMİNDE YATMAKTADIR. Eğer batının insanı benliğinden koparıp mankurtlaştıran propagandasına kapılmış değilseniz, manzara en iyimser bakışla budur. Eğer uygarlığı, otomobiller, yüksek binalar sanıyorsanız, batıyı uygarlığın temsilcisi olarak görebilirsiniz. Hava kirlendi, su kirlendi, gıda kirlendi, bitki ve hayvan geni kirlendi, tohum kirlendi, toprak kirlendi, deniz dibi kirlendi, gökyüzü kirlendi. Bu medeniyet değildir. Bunun adı ‘MEDENİYETLE SONRADAN TANIŞAN AVRUPALININ, DÜNYAYI BİR YOK OLUŞA TAŞIMIŞ OLMASIDIR’.
Batı savaşı kaybetmiştir. Artık eski uygarlık bölgelerini fiziki işgale başlamıştır. Hiç bir yöntem başarılı olamamıştır. Geng-Yer (İndus-Ganj havzası) işgal edilmiştir. Sümer toprağı işgal edilmiştir. Balkanlar işgal edilmiştir. Türkistan işgale çalışılmaktadır. Anadolu fiziki işgal dışındaki tüm araçlarla işgal halindedir. Bizim farkında olmadığıız, ama bize ait olan coğrafyanın tamamı işgal girişimi ile karşı karşıyadır.
Uygarlığın sahibi olan Avrasya, eğer iktidarı bu eski yabanilere bırakacak olursa, dünya gerçekten bir yokoluşa gidecektir. Bunun olmasını istemediğim gibi, bunu eşyanın tabiatına da aykırı buluyorum. Yani, eğer ‘tarihin o durdurulmaz akışı’ bizimle ise, batının zenginlik-güçlülük duvarı, bize ‘vız gelmelidir’.
Bu gücü kendimizde görmenin maddesel dayanakları vardır. Batı korkunç bir propaganda savaşı ile gerçekleri gizleyerek yol almaya çalışmaktadır. Bu aynı zamanda korkunç bir bilimsizleşme girdabıdır. Bu batının sonudur. Bu bize güç verecek çok önemli bir gerçekliktir.
Adnan Atabek
2003 Bursa